Stefan Zweig – Bir Çöküşün Öyküsü

Madame de Prie, sevgilisi Bourbon Dükü’ne devlet işlerini yönetme görevinden kralın el çektiediği gün, arabayla çıktığı sabah gezintisinden döndüğü sırada önünde dalkavukça eğilen iki kapı görevlisini bıyık altından gülerken yakalayınca rahatsız olmuştu. Önce bunu hiç belli etmeden adamların yanından sakince yürüyüp geçti, merdivenleri çıktı ve en üst basamağa geldiğinde başını ansızın çevirdi; iki adamın geveze ağızlarını yaymış şapırtıyla güldüklerini, ama tabii kendilerini hızla topariayıp korkuyla yeniden eğildiklerini gördü. Şimdi yeterince anlamıştı. Kraliyet muhafız kıtasına bağlı, omuzları sırmalı bir subayın elinde bir mektupla onu beklediği salonuna çıktı ve sanki dostlarına ait bir eve her zamanki ziyaretlerinden birini yapıyormuşçasına tasasız, hatta coşkulu sayılabilecek bir tavır takındı. Mektubun üzerindeki kraliyet mührünü ve getirdiği sıkınuh haberin bilincinde olan subayın biraz şaşkın halini görmesine kar şın ne merakını ne de kaygısını açığa vurdu. Zarfı açmadan ya da yakından bile incelemeden genç ve soylu askerle oradan buradan sohbet etti; şivesinden onun bir Breton olduğunu anlayınca da bir hanımefendinin bir zamanlar bir Breton’la istemeden gönül ilişkisine girdiği için durmaksıStefan Zweig zın Bretonlar’ dan hoşlanmadığını dile getirdiğini anlattı. Davranışları hafifmeşrep ve taşkındı; bunun yarısını kaygısızlığını göstermek için hesaplayarak, yarısını da alışkanlıktan yapıyordu; bu, bütün yapmacık tavırlarını doğalmış gibi gösteren, hatta bu tavırları gerçekten içtenliğe dönüştüren dalgın ve tasasız hoppalığı gibiydi tıpkı. Madam sohbeti öylesine uzattı ki, saraydan gelen, elinde buruşturarak tuttuğu mektubu gerçekten unuttu. Ama sonunda mührü yine de kırdı. Mektuptaki düşündürücü ölçüde nezaketten uzak kısa kraliyet emrine göre, derhal sarayı terk edecek ve Normandiya’daki kendisine ait Courbepine malikanesine çekilecekti. Gözden düşmüş ve sonunda düşmanları kazanmıştı: Bunu saraydan gelen haberi henüz almadan kapısındaki görevlilerin sırıtmasından anlamıştı zaten. Ancak kendini ele vermedi. Satırları yukarıdan aşağıya takip eden gözlerini subay kaygıyla izledi. Seğirmiyordu gözleri, ama madam sonunda subaya doğru döndüğünde içlerinde bir gülümseme ışıltısı belirmişti. “Majesteleri sağlığım için çok endişelenmişler ve bu sıcaktan kavrulan kentten ayrılıp şatoma çekilmemi arzu ediyorlar.


Arzularını derhal yerine getieece ğimi ma jestelerine bildirin.” Bunları söylerken, sözlerinde gizli bir anlam varmış gibi gülürnsüyordu. Subay şapkasını kaldırdı ve reveransla uzaklaştı. Ancak kapı subayın ardından kapanır kapanmaz madamın dudaklarındaki gülümseme kurumuş yaprağın dökülmesi gibi soluverdi. Mektubu öfkeyle buruşturdu kadın. Kalemi kendi elleriyle tutup yazdığı, kralın adını taşıyan ve her biri ayrı bir yazgı olan benzeri kaç mektup dünyaya yayılmıştı kim bilir! Şimdi de onu, Fransa ‘nın tamamını iki yıl boyunca yönetmiş birini böyle bir kağıt parçasıyla saraydan uzaklaştırma cesaretini gösteriyorlardı: Düşman2 Bir Çöküşün Öyküsü larından böylesi bir yüreklilik beklernemiştİ oysa. Elbette, genç kral onu asla sevmemiş, hep kötü davranrnıştı; ama Marie Leszczynska’yı, sırf halktan bir sürü pencerelerinin önünde gürültü yaptı ve ülkede bir tür kıtlık hüküm sürüyor diye kendisini sürgüne yollaması için mi Fransa kraliçesi yapmıştı madam? Bir an düşündü, acaba direnç mi göstermeliydi? Fransa hükümdan olan Orleans Dükü bir zamanlar sevgilisiydi, bugün sarayda iktidar ve mevki sahibi olan herkes bunu yalnızca roadama borçluydu. Kadının dosttan yana sıkıntısı yoktu. Ancak onu hükmeden biri olarak tanımış insanların karşısına ricacı olarak çıkmayacak kadar gururluydu; yüzündeki gülümsemenin eksildiğini Fransa’da kimse görmemeliydi. Öyle ya, sürgün yalnızca birkaç gün sürebilir, duygular yatıştıktan sonra dostları resmen geri çağınlmasını kabul ettirebilirlerdi. Daha şimdiden hayalinde intİkarnın tadını çıkarıp öfkesini bununla bastırdı. Madame de Prie saraydan ayrılışını çok büyük bir gizlilik içinde sürdürdü. Kimsenin ona acımasına fırsat vermedi, gideceğini açıklamak zorunda kalmamak için konuk kabul etmedi. Ansızın, gizemli ve maceralı bir şekilde ortadan kaybolmak, yokluğunu bütün sarayı şaşkına çevirecek kalıcı bir muammayla bağdaştırmak istiyordu: Çünkü bu tuhaf özellik, sürekli kandırmak istemek, gerçek eylemlerini bir yalanla örtrnek onun karakteriydi. Madam yalnızca bir kişiyi, sürülmesine sebep olan can düşmanı Belle-Isle Kontu’nu ziyaret etti.

Ona gitmesinin nedeni, gülümsemesini, tasasızlığını ve güvenini göstermekti. Konta, saray yaşamının meşakkatinden biraz uzaklaşıp dinlenme fırsatı bulmayı memnuniyetle karşılarlığını anlattı, yalanlar söyledi ve aleni yalanlarıyla ondan nefret ettiğini ve onu aşağılarlığını gösterdi. Kont, soğuk bir ifadeyle gülümsemekle yetindi ve 3 Stefan Zweig uzun süreli yalnızlığa katlanmakta zorlanacağını söyleyip, “uzun” sözcüğüne yaptığı tuhaf vurguyla rnadamın irkilmesine yol açtı. Ama kadın kendine hakim oldu ve kontu ava çıkmak üzere kibarca malikanesine davet etti. Öğleden sonra Rue Appoline’deki küçük evinde aşıklarından biriyle buluştu ve onu sarayda olup biten her şeyden kendisini haberdar etmekle görevlendirdi. Akşam olunca yola koyuldu. Üstü açık faytonla güpegündüz kentin içinden geçrnek istemiyordu, çünkü insanların can verdiği isyanda halk ona düşmanlık beslemişti; bir de ortadan kayboluşunun bir sırra dönüşmesinde inatla ısrar ediyordu. Saraya gündüz geri dönebilmek için yola gece çıkmak istiyordu. Sanki birkaç günlüğüne gidiyormuş gibi ikametgahını olduğu gibi bı raktı ve arabanın hareket ettiği an dinleornek üzere kısa bir yolculuğa niyedendiğini ve yakında döneceğini duyulacak biçimde söyledi, çünkü bu sözlerin ona saraya dönüş yolunu açacağını biliyordu. Maske taşımayı ve rol yapmayı kendine öylesine belletmişti ki, kendi yalanıyla gerçekten sakinleşti, sarsılacak ilerleyen arabada çok geçmeden rahat bir uykuya daldı ve Paris’i epeyce geride bıraktıktan sonra uğradıkları ilk mola yerinde uyanıp kendini yeni bir arabada ve onun açısından iyi mi, yoksa kötü mü olduğunu kesticemediği yeni bir yazgının içinde bulunca şaşırdı. Tek hissettiği şey, altındaki tekerleklerin döndüğüydü ve bilmediği bir şeye doğru ilediyor olmasına hükmedemediğiydi; gelgelelim ciddi kaygılara kapılamayacak kadar düşüncesiz biri olduğundan yeniden uykuya daldı. Normandiya yolculuğu zahmetli geçmiş ve uzun sürrnüştü, ancak madam Courbepine’ de geçirdiği ilk günle birlikte neşeli mizacını yeniden kazanmıştı. Huzursuz, kıpır kıpır, sürekli yeni şeyler arzulayan ruhu, kendini kristal berraklığındaki taşra yaz gününe teslim etmekte sıra dışı 4 Bir Çöküşün Öyküsü bir çekicilik bulmuştu. Bin bir kaçıkhk yaparak kendinden geçti, bir zamanlar olduğu ve içinde çoktan öldüğünü sandığı, saçına solgun kurdeleler takmış ve sırtına bembeyaz elbise giymiş küçük kız gibi ağaçlıklı yollarda koşarak, çitlerin üstünden atlayarak, pır pır uçuşan kelebekleri yakalamaya çalışarak eğlendi. Y ürüdükçe yürüdü, adım atarken uzuvlarını ritrnik bir biçimde gevşetrnenin nasıl büyük bir haz olduğunu yıllardan sonra ilk kez hissetmesi gibi, sarayda yaşadığı günlerde sade yaşama dair unuttuğu her şeyi kendinden geçerek yeniden keşfetti.

Zümrüt yeşili çayırlara uzanıp bulutları seyretti. Ne tuhaftı, yıllardır tek bir bulut görrnernişti, bulutların Paris’teki binaların üstünde de böyle güzel kenarlı, böyle puf puf ve bembeyaz, böyle terterniz olup olmadığını, böyle süzülüp süzülmediğini merak etti içinden. Gökyüzünü ilk kez gerçek bir şey olarak kavrıyordu ve göğün mavi, beyaz lekelerle beneklenmiş kabartısı, ona kısa bir süre önce genç bir Alman prensinin armağan ettiği barikulade Çin vazolarını çağrıştırdı; ama gökyüzü daha güzeldi, daha yoğun ve daha rnaviydi, ipek gibi yurnuşacık hissedilen ılık ve mis kokulu havayla doluydu. Paris’te sürekli eğlenceden eğlenceye koşturmuş biri olarak avarelik hoşuna gitti, ayrıca çevresindeki sessizlik taze bir içki gibi enfesti. ilk kez fark ediyordu, Versailles’da çevresini saran insanların hiçbiri urnurunda değildi, hiçbirini sevrniyor, hiçbirine hınç duyrnuyordu; şurada, arınanın kenarında ellerinde parıldayan kocaman tırpanlarıyla duran, arada sırada ellerini gözlerine siper edip merakla ona doğru bakan çiftçiler kadar urnursarnıyordu onları. Gitgide daha da coştu, genç ağaçlada haşarı bir oyun tutturdu, aşağıya doğru sarkan dalları yakalayıncaya kadar havaya sıçradı, sonra dalları bıraktı ve birkaç beyaz çiçek, onları yakalamaya çalışan eline ve yıllardan beri ilk kez yeniden 5 Stefan Zweig açık bıraktığı saçiarına ok isabet etmiş gibi düşünce bir kahkaha attı. Hoppa kadınların yaşamlarının her anında sahip olduklan o muhteşem dalgınlıkla, sürgünde olduğu, bir zamanlar Fransa ‘ya hükmettiği, şimdi kelebeklerle ve pırıl pırıl parlayan ağaçlada yaptığı gibi kaderlerle kayıtsızca oyuayabildiği anılarından sıyrıldı; beş, on, on beş yıl geriye gitti ve şimdi artık Matmazel Pleuneuf’dü, Cenevreli bankerin manastır bahçesinde oynayan, Paris’ten ve dünyadan habersiz on beş yaşındaki kısa boylu, sıska, coşkulu kızıydı yalnızca. Öğleden sonraları hizmetçi kızlara buğdayın toplanmasında yardım ediyor, koca koca ekin demetlerini bağlamayı ve sonra bwıları çılgınca bir hamleyle arabanın üstüne at mayı müthiş eğlenceli buluyordu. Ve de önceleri çekingen davranıp derin saygı gösteren herkesin arasında yükünü iyice tutmuş arabanın tepesine kurulup bacaklarını sallandırıyor, oğlanlada gülüşüyor, sonra da dansa gidildiğinde kendini ortalarına atıp döndükçe dönüyordu. Bütün bunları sarayın başarılı bir maskeli balosu olarak algılıyor ve nasıl hoş vakit geçirdiğini, saçlarında kır çiçekleriyle nasıl halka dansı yapıp, çiftçilerle aynı testiden içtiğini Paris’te anlatacağını düşünüp keyifleniyordu. Versailles’da iken pastoral oyunların aldatmaca olduğunu nasıl algılamadıysa, bütün bunların gerçek olduğunu da fark etmiyordu. Yüreği kendini daima ana kaptırıyor, doğruyu söylerken yalan söylüyor ve aldatmak istediğinde de dürüst oluyordu: Madamın her zaman tek bildiği, ne hissettiğiydi. Ve şimdi bütün damarlarından mutluluk ve coşku akıyordu, gözden düştüğünü düşünmek onu güldürürdü. Ertesi sabah, saatlerinin kristal berraklığındaki ferahlı ğına bir damla kapkara bezginlik karışmıştı. Uyanmak bile tek başına acıtıcıydı: Düşsüz geçen kapkara geceden sonra, 6 Bir Çöküşün Oyküsü tıpkı sıcak ve bağucu bir havadan buz kesmiş suywı içine dalar gibi kendini günün içinde buldu.

Onu neyin uyandırdığını bilmiyordu. Işık yüzünden değildi, çünkü gözleri yaşlı pencerelerin ardındaki yağrnurlu gün, donuk donuk parıldıyordu. Gürültüden de uyanmamıştı, çünkü ses yoktu burada, duvardaki ölmüş insanlar fotoğraflarının içinden ona delici sabit bakışlada bakıyorlardı yalnızca. Neden ve ne için olduğunu bilmeden uyanmıştı: Burada onu çağıran ve cezbeden hiçbir şey yoktu. Sonra, Paris’te uyanmanın nasıl farklı olduğunu dü şündü. Akşamları dans edilir, oradan buradan konuşulur, gecenin büyük bir kısmı arkadaşlarla geçirilir, ardından da uyarılmış duyuların renkli resimleri titreştirmeyi sür dürdüğü yorgunluğa bağlı o muhteşem uyku gelirdi. Ve sabahları gözleri henüz kapalıyken sanki düşünden yansırmış gibi ön odalardan sesler duyardı ve sabah tuvaleti sırasında görüşmelere henüz başlamadan onlar içeri akın ederlerdi: Herkes, Fransız dükleri, ricacılar, arkadaşları, aşıkları onun lütfunu kazanmaya çalışır ve kayırılrnayı bekleyenierin armağanı olarak büyük bir çabayla neşeli davranırlardı. Hepsi bir şeyler anlatır, güler, gevezelik ederdi; dedikodular, yenilikler başucuna getirilirdi ve madam uyanma yı, doğrudan renkli düşlerinin içinden alıp yaşarnın akışının içine taşırdı ve düş görürken dudaklarında beliren gülümseme uçup gitmez, ağzının kenarlarında öylece kalır, kafesinin içindeki kuş misali coşkuyla salınırdı. Gün, fotoğraflardaki insanlardan gerçek insanlara geçer ve bu insanlar giyinirken, gezinti ye çıkarken, yemek yerken yeniden gece yarısına kadar yanında kalırlardı. Yaşarnının çiçekli kayığını fasılasız bir ritimle sallayan, dalgalar gibi durmaksızın coşkun olan bu akışın kendisini rnırıltılarla ileriye taşıdığını sürekli hissederdi kadın. 7 Stefan Zweig Ancak akış burada günü bir kayalığa fırlatıyor ve insan saatierin kıyısında sabit, hareketsiz, boş boş oturuyordu. Kalkması için kadını cezbeden hiçbir şey yoktu. Bir gün öncesinin masum eğlenceleri artık çekici gelmiyordu, onun nazlı ilgisi çabuk dağılan türdendi. Oda boştu, havası kalmamış gibiydi, kendini bu yalnızlığın içinde anlamsız hissediyordu kadın; kimsenin onu arayıp sormadığı bu yerde boş, yararsız, yıpranmış, bitkindi: Neden burada olduğunu ve buraya nasıl geldiğini önce ağır ağır anımsamalıydı. Günden ne bekliyordu ki, titrek ve sessiz adımlarıyla durup dinlenmeden sessizliğin içinde ilerleyen saate gözlerini öylece dikmişti? Sonunda anımsadı.

Eski sevgilileri arasında duyguy la bağlandığı tek kişi olan Alineourt Prensi’ne kendisine atlı bir ulakla saraydan her gün haber ulaştırmasını rica etmişti. Ortadan kaybolarak Paris’i telaşa sardığını bir gün önce tümüyle unutmuştu, ama şimdi canı bu zaferin tadını çıkarmayı şiddetle arzuluyordu. Ulak da çok geçmeden geldi, ama haber gelmedi. Alineourt kayıtsızlık içinde ona birkaç basmakalıp söz ve haber yazmış, kralın sağlığının yerinde olduğunu, yabancı prensierin ziyarete geldiklerini anlatmış ve roadama samimi mutluluk dileklerini bildirerek mektubunu sonlandırmıştı. Mektupta ona ve ortadan kayboluşuna dair tek söz yoktu. Kadın öfkelendi. Haber yayılmamış mıydı acaba? Yoksa bu sıkıcı yere dintenrnek üzere geldiği yalanına gerçekten inanmışlar mıydı? Aklı kıt, ensesi kalın bir seyis olan ulak omuzlarını silkti. Hiçbir şeyden haberi yoktu. Madam öfkesini gizleyip, hırslandığını göstermeden Alincourt’a yanıt yazdı, gönderdiği haberler için teşekkürlerini sundu ve bundan sonra da ayrıntılı bilgiler vermesini rica etti. Burada uzun süre kalmayacağını umut ediyor, ancak burayı yine de olağa8 Bir Çöküşün Öyküsü nüstü beğeniyordu. Prense şimdiden yalan söylediğini fark etrnemişti bile. Ama burada günler nasıl da uzundu. Saatler, sanki insanlar gibi temkinli adımlarla ilediyordu ve madam onları hızlandıracak hiçbir yol bilmiyordu. Ne yapacağını bulamıyordu; içinde her şey susmuş, yüreğinin anlamlı müzi ği, anahtarı kaybolmuş müzikli saat gibi ölmüştü. Çeşit çeşit şeyler denedi, kitaplar getirtti, ama en ilginç olanları bile ona basılı kağıtlar gibi geliyordu.

içini huzursuzluk kapladı; yıllardır aralarında yaşadığı insanları özlüyordu. Uşakları dik başlı emirlerle boş yere oradan oraya koşturuyordu: Merdivenleri gıcırdatan adımlar duymak, insan görmek, sahte haber vızıltıları yaratmak, kendini kandır mak istiyordu; gelgelelim şimdiki bütün planları gibi bunu da pek başaramıyordu. Yemeklerden, odadan, gökyüzünden ve uşaklarından tiksiniyordu: İstediği tek şey, geceydi; daha iyi bir haber alacağı o sabaha kadar derin, düşsüz, kapkara bir uykuydu. Sonunda akşam olmuştu. Ama akşamlar da ne hüzünlüydü burada! Havanın kararmasından, her şeyin kaybolmasından, ışığın sönrnesinden başka bir şey değildi. Paris’te bütün eğlencelerin henüz başlangıcı olan akşam, bir sondu burada. İçinden geceyi akıtıyordu burada, oradaysa saray salonlarında kenarları altın yaldızlı mumları alevlendirir, bakışlardaki ışığı parıldatır, yüreği tutuşturur, ısıtır, mest eder, coştururdu. Buradaysa akşamlar korkuyu körüklüyordu yalnızca. Kadın yolunu şaşırmışçasına odadan odaya dolandı: ıssızlık bütün odalarda hain bir hayvan gibi oturmaktaydı, kimsenin buralara girmediği yıllar içinde semirmişti ve kadın hayvanın üzerine atılmasından korktu. Döşeme tahtaları derin derin inledi, elini sürer sürmez kitap cilderi çatırdadı; kadın tuşlar arasında gezinip 9 Stefan Zweig ağlamayı andıran bir ses çıkarınca, epinet• dayak yemiş bir çocuk gibi iniedi ansızın. Her şey davetsiz misafire karşı direniyor, karanlıkta sıkı bir dayanışma sergiliyordu. Soğuktan tir tir titreyen kadın evin bütün ışıklarını yaktırdı. Bir odada kalmaya çalışıyor, ama bir şey onu arkasından sürekli itiyor, o da sanki huzur bulacakmış gibi bir odadan diğerine kaçıyordu. Gelgelelim, burada yıllardır egemen olan ve yerinden edilmek istemeyen sessizliğin görünmez duvarına tosluyordu her yerde. Mumlar bile bunu duyumsar gibiydi; usulca cızırdıyor, sıcak damlalarını gözyaşı gibi akıtıyordu.

Ama şato dışarıdan, ışıltılı otuz penceresiyle içeride bir kutlama yapılıyormuş gibi duruyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir