Stefan Zweig – Gömülü Şamdan

455 yılının güneşli bir haziran günü Roma’nın Circus Maximus hipodromunda dev gibi iki Herul 1 ile Hyrkania’dan2 gelen bir yabandomuzu sürüsü arasında geçen dövüş az önce kanlı bitmiş, öğle sonrasının bu üçüncü saatinde binlerce kişiden oluşan seyirciler arasında gitgide artan bir huzursuzluk baş göstermişti. Halılar ve heykellerle süslenmiş tribünde çevresini saran saray memurlarının ortasında oturan İmparator Maximus’un yanına, üstü başı toz içinde, yaptığı zahmetli yolculuktan sonra atından henüz indiği anlaşılan bir ulağın sokulduğunu ve haberini hükümdara vermesi üzerine, dövüşün en heyecanlı yerinde hükümdarın gelenekleri çiğneyerek ayağa kalktığını en yakınındaki birkaç kişiden başka fark eden olmamıştı önce; sonra bütün saray ahalisi gözden kaçmayan bir telaşla hükümdarın peşi sıra yürüdü, çok geçmeden senatörler ve soylular da kendilerine ayrılmış koltukları boşalttılar. Böylesine ani bir gidişin mutlaka önemli bir nedeni olmalıydı. Yeniden çalan keskin fanfarların yine bir hayvan dövüşü yapılacağını duyuruyor olması ve yüksek parmaklıklar ardından çıkan Numidia’dan gelme kara yeleli aslanın, boğuk bir kükremeyle gladyatörlerin hançerlerine doğru koşturulması bile boşunaydı – huzursuzluğun yarattığı, soran gözlerle bakan, ürkmüş ve heyecanlı yüzlerin solgun köpükleriyle kabarıp taşan can sıkıcı dalga, karşı konulamaz bir şekilde yükselmiş, bir sıradan ötekine atlıyordu. İnsanlar ayağa fırlamışlar, seçkin insanlardan boşalan yerleri gösteriyor, sorular sorup, yaygara koparıyor ve ıslık çalıyorlardı; sonra, ilk olarak kimin ağzından çıktığını kimsenin anlayamadığı belirsiz bir dedikodu yayıldı; Vandallar, Akdeniz’in korku saçan korsanları, güçlü bir donanmayla limana yanaşmış ve huzur içinde yaşayan kentin içine doğru yol almaya başlamışlardı bile. Vandallar! Bu sözcük önce kısık bir fısıltı olarak ağızdan ağıza yayıldı, sonra “Barbarlar! Barbarlar!” diye ansızın yükselen tiz bir çığlığa dönüştü, yüz sesli, bin sesli olarak tiyatronun taş basamaklı çevresinde çınladı; derken muazzam bir kalabalık, fırtınaya dönüşmüş bir rüzgâr hamlesinden yırtılıp gelmişçesine ve durdurulamaz bir panikle çıkış kapısına doğru koşmaya başlamıştı bile. Bütün düzen çökmüştü. Muhafız alayı ve nöbetçi askerler yerlerini terk etmiş, ötekilerle birlikte kaçıyorlardı; herkes koltukların üzerinden atlıyor, yumruklarıyla ve kılıçlarıyla kendilerine yol açıyor, ciyaklayarak bağıran kadınları ve çocukları eziyordu; çıkış kapılarının önünde iç içe geçmiş insan yığınlarından fırıldak gibi dönen ve çığlığı basan daireler oluşmuştu. Az önce seksen bin insanı bir araya tıkıştırıp, çınlayan kapkara bir kitleye dönüştüren koskoca sirk, birkaç dakika içinde tamamen boşalmıştı. Basamaklı oval alan yaz güneşi altında tıpkı terk edilmiş taşocağı gibi hissiz, sessiz ve ıssızdı. Yalnızca aşağıdaki arenada –dövüşçüler çoktan ötekilerin peşi sıra kaçmışlardı– unutulan aslan kara yelesini sallayarak duruyor, ansızın beliren boşluğa doğru meydan okuyarak kükrüyordu. Vandallar gelmişlerdi. Ulaklar birbiri ardına koşturuyordu şimdi ve her haber bir öncekinden daha kötüydü. Vandallar yüzlerce yelkenli ve kadırgayla karaya yanaşmışlardı, atak ve çevik insanlardı; beyaz paltolu Berberiler ve Numidia’lı süvariler hızlı ve uzun boyunlu atlarıyla asıl alayın önüne geçip, Via Portuensis’te3 ok gibi ilerlemeye başlamışlardı bile; yarın ya da yarından sonra haydut sürüleri kapılara dayanacaktı ve hiçbir savunma hazırlığı yapılmamıştı. Paralı asker ordusu uzaklarda bir yerlerde Ravenna yakınlarında savaşıyordu; Alaric, kenti yağmaladığından bu yana surlar enkaza dönüşmüştü. Kimsenin aklında savunma yoktu. Zenginler ve soylular, canlarıyla birlikte mallarının hiç değilse bir bölümünü, katırlarını ve arabalarım kurtarabilmek için telaşla silahlanıyorlardı. Ama artık çok geçti. Çünkü halk, soyluların iyi günlerde onlara baskı yapmalarına, kötü günlerde onları kalleşçe ortada bırakmalarına göz yummak istemiyordu. İmparator Maximus kurmay heyetiyle birlikte saraydan kaçmaya kalkışınca önce sövgü, sonra taş yağmuruna tutuldu; derken öfkeli alt tabaka kalleşin üstüne saldırdı ve zavallı durumdaki hükümdarını yolun ortasında sopalarla ve baltalarla vurarak öldürdü. Gerçi sonrasında her akşam olduğu gibi kapılar kapatıldı; ama tam da bu nedenden kentte korku tamamen içe dönük bir hal almıştı; korkunç şeyler olacağı önsezisi, çürümüş bataklık buharı gibi boğucu, seslerin kesildiği ışıksız evlerin üzerine çökmüştü; karanlık, dehşet ve ürperti içinde yok olup giden kaybolmuş kentin üzerine boğucu bir örtü gibi inmişti; oldum olası kayıtsız duran yıldızlar, yukarıdan kaygısızca ve hafifçe ışımaktaydı; ve ay, her gece olduğu gibi gümüş boynuzunu göğün mavi duvarına geçirmişti. Roma, uykusuz ve titreyen sinirlerle öylece durmuş yargıcının yolunu gözlercesine bekliyordu; başını çoktan taşa bastırmış, kaçınılamaz ve inmeye çoktan hazırlanmış darbeyi bekliyordu. Bu arada Vandallar, boşalmış Roma caddesinde ağır ağır, emin, planlı ve muzaffer bir edayla limandan içeri doğru ilerlemekteydiler. Sarışın, uzun saçlı Germen askerleri yüzer kişilik taburlar halinde, talimli asker adımlarıyla düzgün bir sıra içinde yürüyorlardı ve onların önünde çölün yardımcı halkı, siyah derili kapkara Numidia’lılar güzel safkan atlarını üzengisiz ve ışıltılı dönüşlerle çevreye yayılarak koşturuyorlardı. Alayın tam ortasında Vandal Kralı Genseric atının sırtında yol almaktaydı. Eyerinden, yayan giden kalabalığa kayıtsız bir hoşnutlukla gülümsüyordu. Yaşını başını almış bu deneyimli asker, ciddi bir direnişle karşılaşmayacaklarını, bu defa ciddi bir meydan savaşına değil, orta ölçeklisine hazırlandıklarını gözcülerinden çoktan haber almıştı. Gerçekten de görünürde tek bir düşman askeri yoktu. Özenle düzleştirilmiş sahil caddesinin Roma’nın orta meydanına açıldığı Porta Portuensis’te Papa Leo, kralın karşısına çıktı; bütün nişanlarıyla süslenmiş, çevresi din adamlarıyla ışıl ışıl sarılı, beyaz sakallı ihtiyar Papa Leo, henüz birkaç yıl önce korkunç Attila’yı Roma’ya kıymaması için olağanüstü bir şekilde ikna etmişti ve dinsiz Hun, ricasına akıl almaz bir rıza göstermişti. Haşmetli beyaz sakallıyı görür görmez Genseric de atından indi ve topallayarak (sağ ayağı kısaydı çünkü) ona doğru nezaketle ilerledi. Ama ne balıklı yüzüğün takılı olduğu elini öptü ne de dindarlık taslayarak dizlerini kırdı –çünkü Ariusçu bir heretik olarak Papa’yı gerçek Hıristiyanlığı zorla ele geçiren kişi olarak görüyordu yalnızca– ve Papa’nın kutsal kenti lütfedip sakınması anlamına gelen, yakaran Latince söylevini soğuk bir kibirle karşıladı. Tercümanı aracılığıyla, hayır, tasaya gerek olmadığı yanıtını verdi, insaniyetli davranmayacağından kimse korkmamalıydı, kendi de bir asker ve Hıristiyan’dı. Roma’yı ateşe vermeyecek ve harap etmeyecekti, oysa iktidar hırsına kapılmış bu kent binlerce kenti yıkmış, yerle bir etmişti. Cömertliğiyle hem kilise varlıklarını hem de kadınları koruyacaktı, güçlünün ve muzafferin hakkı doğrultusunda ganimetlerini yalnızca sine ferro et igne4 toplayacaktı. Ama şimdi tavsiyesi –emir eri yeniden üzengiye basmasına yardım ederken Genseric bunu tehdit savurarak söylüyordu– başka bir gecikmeye meydan vermeden ona Roma’nın kapılarının açılmasıydı. Her şey Genseric’in istediği gibi olmuştu. Tek bir mızrak sallanmamış, kılıç çekilmemişti. Bir saat sonra Roma’nın tamamı Vandalların eline geçmişti. Ama muzaffer haydut sürüsü, savunmasız kente, kendine hâkim olamayan bir güruh gibi yayılmamıştı. Uzun boylu, güçlü, açık sarı saçlı askerler sıralara dizilmiş, Genseric’in demir gibi sert eliyle dizginlenmiş olarak kente girmişlerdi; Via Triumphalis’ten geçmiş, suskun dudaklarıyla ganimet sözü veriyormuş gibi duran, beyaz gözlü binlerce heykele arada sırada gözlerini dikmişlerdi. Genseric ise kenti işgal eder etmez, imparatorun terk edilmiş ikametgâhı Palatinum’a geçti. Ancak ne korkuyla sıraya dizilmiş bekleyen senatörlerin sunmak istedikleri hürmetlerini kabul etti ne de şölen sofrası kurulmasını istedi; varlıklı vatandaşların onu yumuşatmak umuduyla getirdikleri armağanlara bakmadan, çetin asker kimliğiyle bir haritanın üzerine doğru eğilerek, kentin hazinelerine en hızlı ve en esaslı şekilde el konulmasının planını çizdi. Her bölge, yüz kişilik bir birliğin emrine bağlandı ve her ekip başına adamlarını zapturapta alma sorumluluğu verildi. Çünkü şimdi başlatılan delice ve kuralsız bir talan değil, planlı ve sistemli bir soygundu. Önce, dev kentin tek bir bileziği ya da sikkesi ondan kaçırılmasın diye, Genseric’in emriyle kentin kapıları kapatıldı ve başlarına nöbetçiler dikildi. Ardından askerleri mavnalara, arabalara, yük hayvanlarına el koydular ve Roma’nın hazineden yana bütün varının yoğunun olabilecek en hızlı ve eksiksiz şekilde Afrika soygun yuvasına taşınabilmesi için binlerce esiri çalışmaya zorladılar. İşte bundan sonra soğukkanlı ve sessiz bir nesnellik içinde planlı yağma başladı. Kasabın ölmüş bir hayvanı parçalaması gibi sükûnet ve ustalıkla on üç gün içinde yaşayan kentin karnı yarıldı ve içindekiler usulca seğiren bedeninden parça parça koparılıp alındı. Birlikler, başlarında bir Vandal asilzade ve ona eşlik eden kâtiple kapı kapı, tapınak tapınak dolaştılar; değerli ve taşınabilir her şeyi bir bir – altın ve gümüş kapları, bilezikleri, sikkeleri, mücevherleri, Nordland kehribar taşı kolyeleri, Transilvanya kürklerini, Pontus bakırtaşını ve çekiçle işlenmiş Acem kılıçlarını çekip aldılar. İşçileri, mabetlerin duvarlarındaki mozaikleri bozmadan sökmeye ve sütunlu avluların porfir taşından yer döşemelerini kırıp atmaya zorladılar. Her şey önceden tasarlanmış, çalışılmış ve esaslı bir şekilde yapılıyordu. Şeref kapılarındaki bronz eskizleri zarar görmemeleri için işçilere bocurgatlarla söktürdüler ve binayı yağmaladıktan sonra, Jüpiter Capitolin tapınağının altın kaplama çatısını kölelere kiremitlerle tek tek kaplattılar. Genseric yalnızca, aceleyle yükleyip götürülemeyecek kadar büyük olan bronz sütunları çekiçlerle kırdırttı ya da madenlerini ele geçirebilmek için testereyle kestirdi. Kenti sokak sokak, ev ev büsbütün boşaltıp, canlıların evlerinde ne varsa son parçasına kadar aldıktan sonra, ölülerin istirahatgâhı tümülüsleri zorla açtılar. Oyma mezarların içinde yatan cansız prenseslerin sönük saçlarından mücevherlerle bezeli taraklarını ve üzerlerinde et kalmamış kemiklerinden altın bilezikleri söküp aldılar, cesetlerin üzerindeki demir aynaları ve mühür yüzüklerini gasp ettiler; onları öbür dünyaya taşıyacak kayıkçının ücretini ödeyebilmeleri için ölülerin mezarda yanlarına konulan bakır paraları bile haris elleriyle çaldılar. Her bir talandan elde ettikleri vurgunun tamamı yığınlara bölünerek, önceden belirlenmiş bir yerde bir araya toplandı. Böylece altın kanatlı Nike,5 içinde bir azizin kemikleriyle soylu bir hanımefendinin oyun zarlarının bulunduğu, taşlarla bezeli bir sandığın yanına atılmıştı. Gümüş külçeler erguvan rengi giysilerin, şık dökme camlar kaba metallerin yanına yığılmıştı. Kâtip, soyguna göstermelik de olsa belli bir meşruiyet katabilmek amacıyla, her parçayı dik, kuzeyli yazısıyla uzun parşömen kâğıdına kaydediyordu; Genseric’e gelince maiyetiyle birlikte karmaşanın içinden topallayarak geçti, asasıyla eşyalara dokundu, mücevherleri inceledi, gülümsedi ve övgüler sıraladı. Arabaların ve kayıkların birbiri ardına tepeleme doldurulup, kenti terk etmelerini büyük bir zevkle izledi. Ama tek bir ev yakılmamış, kimsenin kanı akmamıştı. Tıpkı bir maden ocağında nakil vagonlarının sakin ve düzenli bir şekilde on üç gün boyunca inip çıkmaları, birinin dolup diğerinin boşalması gibi, araba konvoyları on üç gün boyunca limandan denize, denizden de limana taşındılar. Dolunca aşağıya indiler, boşalıp yukarı çıktılar; derken öküzler ve katırlar taşıdıkları yükün altında soluk soluğa kalmıştı, çünkü bilinen geçmişte on üç gün içinde bu Vandal soygununda olduğu kadar çok ganimet toplanmamıştı. Bin haneli kentte on üç gün boyunca insan sesi duyulmaz olmuştu artık. Kimse yüksek sesle konuşmuyordu. Kimse gülmüyordu. Evlerden telli çalgı sesleri gelmiyor, kiliselerden şan sesleri yükselmiyordu. Tek algılanabilen, sabit olanı yerinden kırıp çıkaran çekiç darbeleriydi, düşen taşların gümbürtüsüydü, aşırı yüklenmiş arabaların gıcırtılarıydı, yorgun düşmüş, ama zalimlerin kırbaçlarının sırtlarına tekrar tekrar indiği yük hayvanlarının boğuk böğürmeleriydi: İnsanların kendi hayatları için korktuklarından yiyecek vermeyi unuttuğu köpekler uluyordu bazen, bazen de nöbet değişikliği yapılırken bentlerin üzerinden boru sesleri geliyordu. Ama evlerin içindeki insanlar soluklarını tutmuşlardı. Dünyayı yenmiş kent düşmüştü, öylece bekliyordu; geceleri bomboş sokaklarda esen rüzgâr, damarlarındaki son kanın aktığını hisseden bir yaralının dermansız iniltisini andırıyordu. Talanın on üçüncü akşamında Tiber’in sol kıyısında, sarı nehrin, aşırı beslenmiş üşengeç bir yılan gibi kıvrıldığı noktada, Roma’nın Yahudi cemaati Moşe Abthalion’un evinde toplanmıştı. Moşe Abthalion cemaatin büyüklerinden biri değildi, Kitap’ı da iyi bilmezdi, yalnızca disiplinli çalışan bir adamdı; toplanmak için onun evini seçmişlerdi, çünkü düzayak olan atölyesi öteki dar ve girintili çıkıntılı odalardan daha genişti. On üç günden beri hepsi böyle kül rengi ve aşırı yorgun yüzlerle ve üzerlerinde beyaz kefenleriyle bir arada oturuyor, kapalı kepenklerin gölgesinde, asılı bobinler, boyanmış kumaşlar ve geniş tekneler arasında boğuk ve neredeyse uyuşmuş bir kararlılıkla dualar ediyorlardı. O ana kadar Vandallardan bir kötülük görmemişlerdi. Birlikler, yanlarındaki soylular ve kâtipler eşliğinde iki ya da üç kez dar ve çukur Yahudi sokağından geçmişti; burada sıklıkla meydana gelmiş su baskınlarından geriye kalan rutubet, evlerin döşemelerine sünger gibi yerleşmiş, sıkıştırılmış taşlardan oluşan duvarlardan gözyaşları gibi akmaktaydı; bu sefillik içinde toplanacak bir ganimet olamayacağını deneyimli haydutların anlamaları için küçümseyici bir bakış yetmişti. Burada mermerle kaplı sütunlar, ışıltılı altın kadehler yanıp sönmüyordu, bronz heykeller ve vazolar da saklı değildi. Böylece soygun çeteleri adamların önlerinden umursamazca geçtiler, ateşe verilme ve yağmalanma tehdidi de doğmadı. Gelgelelim Romalı Yahudilerin yürekleri yine de sıkıntı içindeydi ve korku dolu önseziyle bir araya toplanmışlardı. Çünkü kuşaklardan beri öğrenmişlerdi ki, yaşadıkları kentin ve ülkenin başına felaket gelmesi demek, sonunda onlar için de mutlaka felaket demekti. Halklar, iyi günlerinde onları unutur ve dikkate almazdı. Böyle zamanlarda hükümdarlar kendilerini süslerler, binalar inşa eder, debdebe içinde yaşarlardı; aşağı tabaka da kendini heyecana, ava ve kumara kaptırırdı. Ancak ne zaman zor durumda kalınsa bundan Yahudiler sorumlu tutulurdu. Düşmanların zafer kazanması tehlikeliydi, bir kentin yağmalanması tehlikeliydi, topraklara veba ya da başka bir hastalığın ulaşması tehlikeliydi. Öğrenmişlerdi, dünyadaki bütün kötülükler mutlaka onlara dönen bir kötülük oluyordu; ayrıca bu yazgılarına isyan edemeyeceklerini de çoktan öğrenmişlerdi, çünkü her bakımdan ve her yerde onlar azınlıktaydı, her bakımdan ve her yerde zayıf ve kudretsizdiler. Tek silahları duaydı. Böylece Romalı Yahudiler bu karanlık ve tehlikeli talan günlerinde her akşam gece yarılarına kadar dualar ettiler. Daima kaba kuvvetin galip geldiği adaletsiz ve gaddar bir dünyada adil kişi, bulunduğu yerden kopup Tanrı’ya yönelmekten başka ne yapabilirdi ki? Bu yıllardır böyleydi. Sarışın, esmer ve yabancı halklar bazen güneyden, bazen de doğudan ve batıdan geliyordu, hepsi de hayduttu; bir çete zafer kazanmayagörsün, üzerlerine hemen bir yenisi üşüşüyordu. İmansızlar dünyanın her yerinde savaş çıkarıyor ve dindarlara huzur bırakmıyorlardı. Kudüs’ü, Babil’i, İskenderiye’yi böyle ele geçirmişlerdi, şimdi aynısı Roma’nın başına gelmişti. İnsanın durup dinlenmek istediği yerde huzursuzluk, barışı aradığı yerde savaş vardı; yazgıdan kaçılmıyordu. Bu bozuk dünyada tek sığınak, huzur ve avuntu duaydı. Çünkü dua olağanüstüydü. Korkuyu büyük bir vaatle uyuşturur, ruhun ürküntüsüne toplu dualarla uyku verir, yürekteki ağırlığı kendi kendine mırıldanan kanatlarla yukarıya, Tanrı’ya çıkarırdı; bu yüzden zor zamanlarda dua etmek iyiydi, birlikte dua etmek daha da iyiydi, çünkü birlikte omuzlanırsa bütün güçlükler hafifler ve iyilikler bağlılıkla yapılırsa Tanrı katında daha da iyi olurdu. Böylece Roma’nın Yahudi cemaati birlikte oturmuş, dua ediyordu. Tıpkı bulaşık masalarının tahtalarını usulca ve ısrarla temizleyen ve ince ince yol katederken kıyıyı yıkayan Tiber Nehri’nin pencereler önündeki çağıldaması gibi dindar mırıldanmalar adamların sakallarından sessizce ve kesintisiz akıp gitmekteydi. Adamların hiçbiri ötekilerine bakmasa da, yaşlı ve çökmüş omuzları aynı ölçüye uyarak sallanıyordu, bu arada hem konuşarak hem de melodiyle yüz kez ve bin kez tekrarladıkları, hatta onlardan önce babalarının, onların da babalarının, dahası atalarının da söylediği ilahilerle dua ediyorlardı. Dudaklar konuştuklarım, duyular ne hissettiklerini bilmiyor gibiydi; bu ürkek yakınma, karanlık ve mahmur bir düşten akıyordu adeta.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir