Stefan Zweig – Yakıcı Sır

Stefan Zweig, 1881 yılında Viyana’da doğdu. Baba, Habsburglar Avusturyası’nın Moravia eyaletinden bir ailedendi. Viyana’ya yerleşmişti ve tekstil fabrikatörüydü. Anne, geçmişi İtalya ve Almanya’ya kadar uzanan varlıklı bir iş adamları ailesinden geliyordu. Habsburglar İmparatorluğu’nun Slav, Cermen, İtalyan asıllı “Milletler Mozaiği ” toplum ve düşün yapısında ve böylesine çok yanlı bir ana-babadan dünyaya gelmiş olmak, Stefan Zweig’ın milletler ve milliyetler üstü düşün yapısını, barışa ve Avrupa kültürüne tutkunluğunu açıklar. Bu konuda: “Viyana’da, mili duyguların üstüne çıkmış o iki bin yıllık başkentte büyüdüm….” der. Altmış yıllık ömrü ve bütün eserleri, barış, insan sevgisi ve Avrupa kültürü amacına bağlıdır. Bu amacın elden gittiği, tutkunu olduğu dünyanın tahrip edildiği kanısına vardığı gün canına kıyması bu nedenledir. Liberal ekonominin Avrupa’ya geçici bir süre sağladığı parlak dış görünüşlü dönemde küçük sermaye ile işe koyulan baba, küçük tezgâhlarını genişletmiş ve bir tekstil fabrikasının sahibi olmuştur. Zweig’ın erkek kardeşi, fabrikada babasının yerine geçsin diye yetiştirilmektedir. Zweig ailesinin liseyi bitirmek üzere olan Stefan’dan tek isteği, Zweig’lar arasında “Herr Doktor” unvanını taşıyacak bir kişiyi kazandırmasıdır. Çünkü o günlerin Viyanası’nda, belirli bir gelir ve geçim rahatlığına kavuşmuş çevrelerin ilk kaygısı, daha kültürlü olma yolunda bir aşamadır. *** Stefan Zweig, adı altında yayınladığı ilk şiirlerini sonraları hiç sevmedi ve ileride kitabına da almadı. ’ın aşkı adlı nuvelini yayınladığı 1904 yılında, yüksek öğrenimini bitirmeye de biraz zaman ayırdı ve felsefe doktoru olarak Viyana üniversitesini bitirdi. Böylece ailenin isteğini yerine getirmiş bulunuyordu. Daha lise sıralarında Viyana kahvelerinin o kendine özgü kültür ve sanat havasında iyice gelişmiş, yüzyıl başlangıcının edebiyat ünlüleriyle dostluklar kurmuştu. Geçim sıkıntılarından uzaktı. İnsanları yakından tanımak, dünyayı görmek istiyordu, ilk şiir ve nuvelleri ilgi görmüş ve 1906’da yayınladığı ikinci şiir kitabı: için “Bauernfeld Armağanı”nı kazanmıştı. Çeyrek yüzyıllık bir ömrü arkada bırakmıştı. Her bakımdan özgür yaşayabilmek için anasının babasının yanından ayrılmış, Viyana’nın 3. bölgesinde Kochgasse’de 8 numaralı eve taşınmıştı. 1907-1919 arası oturduğu bu ev, aslında daha çok bir uğrak yeri oldu, ona. Çünkü Zweig’ın çoğu zamanı, yurtdışında, hatta, Avrupa dışında yolculuklarda geçiyordu. Viyana’daki ev, sadece bir ara durak, bir mola yeriydi. Bir de çok genç yaşlarında başlayan koleksiyon yapma tutkusunu gerçekleştirmeğe yarıyordu. Ünlü sanat kişilerinin, değer verdiği sanatçıların bir el yazısının, onlardan bir hava taşıyan herhangi bir anı eşyasının Zweig’ın gönlünde büyük değeri vardı. Başlangıçta sınırlı gelirinin olanaklarına göre, sonraları da eserlerinden gelen paralar çoğaldıkça daha büyük bir ihtirasla, hep topluyor ve topluyordu. Viyana’daki ev bir çeşit sanat ve edebiyat müzesi olmaya başlamıştı. 1910 yılında Hindistan’a kadar uzanan bir gemi yolculuğu yaptı. Bir yandan da yabancı dillerden çevirilere girişmişti. Baudelair’den, Verlaine’den, Keats’den şiirler çevirdi. Zweig’a göre, her yabancı dil kendi anlatım özellikleriyle direnip yeni baştan yaratmaya yol açardı. “Yabancı dili kendimin yapmak ve kendi dilimi de elle tutulacak bir biçim güzelliğine zorlamak yolundaki bu savaş, bana hep olağan bir sanat coşkusu vermiştir. Sabır ve direnci gerektiren, aslında hiç değer bilmez olan bu iş hoşuma gidiyordu.” Fakat Stefan Zweig için sanat ve düşün alanında büyük heyecanlar ve gelişmeler daha çok Paris’te başlar. Çünkü daha önce genç üniversiteli romantizmiyle tanıdığı Paris’te şimdi geniş ufuklar buluyordu. Romain Rolland ve Rodin gibi ustalarla yakın dostluklar kuruyor, Paris’in kıyı bucağındaki kültür ve sanat miraslarını buluyordu. Stefan Zweig, Avrupa’yı dolaşmaya devam etti, ünlü sanatçılarla dostluklar ve yakın bağlar kurdu. O yıllarda Almanya’nın en ünlü edebiyat yayınevi olan İnsel Verlag’ın yazarları arasına girdi. Ya şı otuzu aşmıştı. 1912 yılında Birleşik Amerika’ya ilk yolculuğunu yaptı. Stefan Zweig, Amerika’yı ilk gördüğünde, Yeni Dünya’nın günümüzdeki hızlı ve uğultulu temposu yoktu. Müzeler, sanat galerileri, Zweig’in Avrupa yolculuklar ında rastladığı kültür ve sanat merkezleri de yoktu. Bunun üzerine Zweig, ilginç kişiliğine uygun bir başka oyalanma alanı buldu. O sırada Amerika’nın hemen bütün büyük kentlerini dolduran sayısız sığınmacılardan biri saydı kendini. Cebinde sadece yedi doları var. Cebindeki yedi dolarla en çok üç gün geçinebilirdi. Dördüncü gün aç kalmamak için ne yapıp edip bu üç gün içinde bir iş bulmalıydı. Hemen gazetelerin ilan sayfalarına sarıldı. Notlar aldı. Not aldığı adreslere başvurmak için saatlerce oradan oraya koştu, merdivenler tırmandı bekleme odalarında saatler geçirdi. Sonunda birkaç iş birden bulmuştu. Bir fırıncı aranıyordu. Fransızca ve İtalyanca bilen bir sekreter yardımcılığı vardı, bir kitapçı çıraklığı boştu. Bu deneyiyle Amerika’yı daha yakından tanıyan Zweig daha sonra öteki büyük kentlere geçti. Philadelphia, Boston, Baltimore ve Chicago’yu bir gezgin olarak dolaştı. O günlerin uluslararası kurallarına uygun olarak, ne pasaportu, ne de vizesi vardı. Haftalarca Amerika’yı, alabildiğine başıboş ve kendi deyimiyle “Tanınmaz bir kişi” olarak dolaştı. Fakat bir gün bir kitapçı vitrinine bakınırken eserlerinden biriyle karşılaşınca, bakışları büyülenmiş gibi oraya takıldı ve herkesce yüzüstü bırakılmış olmak duygusu bir an için kayboluverdi. Amerika dönüşü yine Paris’e uğradı ve Romain Rolland’la tanıştı. Birinci Dünya Savaşı’ndan bir yıl önce, yıllardır Avrupa’yı ve kıta dışı uzun yolculuklarla dünyayı tanımaya başlamış olan Zweig, dış görünüşün parlaklığı altında kıpırdanan tedirginlikleri sezmiş gibi: “Avrupa vicdanının sesini yükseltmek için karar saati geldiğinde bu adamın haykıracağını daha ilk bakışta anlamıştım.” der. 1914 baharında yine Fransa’daydı. Dünya politikasında tedirginlik ve bunalıma doğru hızlı bir gelişme vardı. Stefan Zweig’ın da tedirginliği artmıştı. Dünya çapında büyük bir çöküntünün yaklaştığını seziyor ve huzursuzluğu artıyordu. Aşırı duygulu, iç dünyası uyanık ve tüm duygularıyla tetikte bir kişiliği vardı. Sıradan insanların, hatta çoğu kalburüstü kişilerin gözüne çarpmayan olaylardan, küçük küçük ayrıntılardan sonuçlara varmasını bilen bir düşünürlüğe de sahipti. Fransa’da 1914 ilkbaharında bir küçük kent sinemasında gözüne çarpanlar, Zweig’ı kara kara düşündürmüştü. Beyaz perdede dünya haberlerinde Almanya İmparatoru 2. Wilhelm görününce salonda çılgınca ıslık çalmalar ve tepinmeler başlayıvermişti. Zweig, yıllardır sürdürülen kin propagandasının ne denli derinlere işlemiş olduğunu kavramış ve dehşete kapılmıştı. Fakat bu tedirginliği yine de pek uzun sürmemişti. Çünkü Paris o günlerde çok güzeldi. Ağaçlar çiçekteydi. Hava tatlı ve hafifti. Bu güzellikler karşısında aklın alamayacağı kötülükleri kim düşünürdü? Zweig’ın o yaz ayları için bir sürü planı da vardı. Dostoyevski çalışmalarını ilerletecek, sonra da epeydir tasarladığı Rusya yolculuğuna çıkacaktı. Onun deyimiyle: “Bu parlak yaz aylarında dünya olgun bir yemiş kadar güzel ve anlamlıydı.” Fakat, olaylar hızla ve ters yönde gelişti. Avusturya Arşidük’ü Saraybosna’da öldürüldüğü gün Stefan Zweig, Viyana yakınlarında ünlü kaplıc a şehri Baden’de bir parkta başını dinliyor, ağaçlar arasından gelen kahkahalara ve müzik sesine kulak veriyor, kitabını okuyordu. Müzik birden kesilince irkildi ve durumda bir olağanüstülük sezmiş gibi o yana doğru seğirtti. Halk, müzik pavyonu önünde birikmişti. Duvara yapıştırılmış bildiride veliahtın öldürülmesi haberini okuyorlardı. Fakat Zweig, her gün biraz daha şiddetlenen gazete yazı ve haberlerinin kışkırtıcı havasına karşın, yaz planlarını uyguladı. Belçika’ya, dostu şair Verhaeren’e gitti. “Sandukasında uzatılmış ölü bir Arşüdük’ten ona neydi?” Belçika kuzey kıyılarında da yaz çok güzel geçiyordu. Ostende’de bir balıkçı kahvesinde rastladığı mavi ceketli ihtiyar bağcı: “Havalar hep böyle giderse, eşsiz bir şarap elde edeceğiz, insanlar bu yazı kolay kolay unutamayacaklar,” diyordu. Birinci Dünya Savaşı patlak verdikten bir süre sonra Zweig’la bağdaşabilecek bir görev buldu dostları. Savaş arşivinde çalışacaktı. Dil bilgisinden yararlanacaklar, bir de “Millete yapılacak bildirilere bir üslup verme işini” üstlenecekti. Zweig bunu anlatırken: “Öğünülecek bir görev olmadığını açıklamaktan hoşnutluk duyarım,” der ve şunu da ekler: “Fakat böyle bir iş, bir Rus köylüsünün bağırsaklarını süngüyle deşmekten daha doygundu.” Ne var ki, o bir başka şeyden büyük bir rahatsızlık duyuyordu. O günlerin ünlü yazarları, en önde Gerhart Hauptmann ve Dehmel olmak üzere, askerler ölüme daha istekle koşsun diye türküler düzenlemeyi eski Cermen ozanları örneği ödev sayıyorlardı kendilerine. Daha da ileri gidenler, İngiliz ve Fransız kültürü diye bir şey bulunduğunu toptan inkar ediyorlardı. Çünkü 1914 savaşının ilk haftalarında, en barışsever, en kendi halinde insanlar bile kan kokusuyla sarhoştu. “Bu durumda yapılacak tek şey, ötekiler nöbetler içinde çılgınlaşırken, kabuğuna çekilip susmalıydı.” Fakat, sadece kabuğuna çekilmek de bir işe yaramıyordu. Zweig: “Eninde sonunda yazardık, söz sanatımız vardı,” der. Kafasında bu düşünceyle bir yazı hazırladı. Yazı, çok hesaplı ve ölçülü yazılmıştı ve “Yabancı dostlara!” sesleniyordu. Bu nedenle de bir sürü küfür mektubu almadı değil. Fakat, yazının Berliner Tageblatt gibi yüksek tirajlı bir Alman gazetesinde yayınlanmasından iki hafta sonra, sansürden geçmiş, İsviçre pullu bir mektup geldi. Zweig zarfın üzerindeki el yazısından hemen anlamıştı, Romain Rolland’dan geldiğini. “Hayır, dostlarımı hiçbir gün yüzüstü bırakmayacağım,” diyordu mektubunda ünlü yazar. Stefan Zweig ve Romain Rolland, o günden sonra birbirleriyle sık sık mektuplaştılar. Birincisinden daha dehşetli olan ikinci büyük savaş ülkeler arasında bütün bağları koparıncaya kadar yirmi beş yıl hep mektuplaştılar. Zweig, Rolland’la mektuplaşmakla kalmadı. Rolland’ın bütün dünya aydınlarını İsviçre’de ortak bir toplantıda buluşma çağırısını diğer Alman ve Avusturyal ı yazarlara duyurdu. İlk başvurduğu, o günlerin en ünlü Alman edebiyatçısı Gerhart Hauptmann’dı. Fakat ne Hauptmann’dan, ne bir zamanların sosyalisti Dehmel’den, ne de Jacob Wassermann’dan, Hoffmansthal’dan olumlu bir sonuç aldı. Çünkü Birinci Dünya Savaşı başlangıç sayılırdı. Milletler, savaşın korkunçluğunu gereğince tanımamışlardı. Stefan Zweig ise, savaşa karşı çalışmalarını dolaylı yollardan sürdürüyordu. Bir süre sonra Zweig’ı doğu cephesinde arşivle ilgili bir göreve yolladılar. İşgalden kurtarılmış topraklarda Rus ordusundan bildiri ve örnekleri toplamakla görevlendirilmişti. Bu iş fazla zaman almadığından, çevresini, savaşın izlerini gözden geçiriyordu: Stefan Zweig, doğu cephesi dönüşünde savaşa karşı savaş konusunda daha bilinçliydi. “Savaşa karşı savaşmak gerektiği” düşüncesi kafasında iyice yer etmişti. Zweig: “Sonsuz kurbanlarla bir zafer kazanılsa da!” değersizliğine ve gereksizliğine iyice inanmıştı. Bir oyun yazacaktı, savaşa ve baskılara karşı. Bunu o günün koşulları altında ancak dolaylı olarak yapabilirdi. İbrani tarihinden Jeramias’ı ele aldı. Jeremias dramı 1916 sonbaharında bitti. 1917 ilkbaharında kitap olarak çıktı. Zweig, kuşkulu ve kaygılıydı. Tepkilerden ve baskılardan çekiniyordu. Fakat tam tersi bir durumla karşılaştı. İlk anda yirmi bin kitap satılıverdi. “Sahneye hiç de uygun olmayan bir dramın kitabı için inanılmaz bir sayıydı” bu yüksek satış. Birçok Alman tiyatrosu yazara mektupla başvurmuş ve savaştan sonra oynama izni istemişlerdi. Bu arada, İsviçre’den, Zürih belediye tiyatrosu müdüründen de bir mektup geldi. İsviçreliler, Jeremias’ı hemen oynamak istiyorlardı. Oynadılar da, Stefan Zweig’ın da hazır bulunduğu “ilk gece”yle. Stefan Zweig, İsviçre’ye geçişinden yararlanarak, Romain Rolland’la da buluştu. Rolland o sıra isviçre’de Cenevre Kızıl Haç merkezinde çalışmaktaydı. Zweig, sağlık durumu bozulmuş sevgili dostuyla görüştükten sonra yine Zürih’e döndü ve savaş bitinceye kadar da bu kentte kaldı. Düşman ülkelerden gelmiş genç ya da ünlü sanatçılarla dostluklar kurdu. Bu arada, James Joyce, Jouvet, Frans Masarel’le tanıştı. Savaş bitince Avusturya’ya döndü. İmparatoluk parçalanmış, eski eyaletlerin çoğu yeni ve bağımsız komşu devletler olarak ortaya çıkmıştı. Her yanı budanmış küçük bir Avusturya cumhuriyeti, savaşı kazanan devletlerin zoruyla kurulmuştu. Fakat yaşayacağına, Avusturyalıların çoğu da olmak üzere pek kimse inanmıyordu. Stefan Zweig İsviçre dönüşü Salzburg’a yerleşti. Savaş sırasında Salzburg’ta bir ev almıştı. O evi savaş sonrası yıllarının bin bir güçlüğü içinde onardı. Salzburg’u seçmesinin başlıca iki nedeni vardı. Büyük şehir gürültüsünden uzak, kırlık ve yemyeşildi. Mozart’ın doğduğu kentti. Hepsinden önemlisi, Avrupa’nın belli başlı merkezlerine trenle kısa sürede ulaşılabiliyordu, Salzburg’tan. Bunun önemi büyüktü Zweig için. Çünkü savaşın yıkıcılığını, korkunçluğunu yakından görmüş olan yazar, insanların kurtuluşunu, mutluluğa kavuşmasını Avrupa kültürünün kurtarılmasına bağlıyordu. Bunun anlamı, Stefan Zweig için, liberal toplum düzeninin toparlanması, yapılan yanlışlardan sıyrılarak daha iyi bir yarına ulaşılmasıydı. Bu görüşüne büyük bir içtenlikle bağlıydı. Avrupa aydınları ve sanatçıları anlaşmalı, işbirliği yapmalıydı bu amacı gerçekleştirmek için. Bir yazısında, “generaller büyük alanlarda birer anıt olduğu gün insanlar daha özgür ve mutlu olacaktır,” görüşünü ileri sürüyordu. Bunun için de yazıyor, Avrupa’nın her yanında yaşayan her ülkeden yazar ve sanatçı dostlarıyla yazışıyor, gidip onları görüyor ya da onları kendi evinde konuk ediyor, amacına uygun konferanslar veriyordu. Stefan Zweig, bir yandan politika dışı davranışlarıyla politikacılara karşı bir düşün savaşı verirken, bir yandan da yeni yeni eserler yayınlıyordu. Adını yirminci yüzyıl dünya nuvel edebiyatı ustaları arasına geçiren ’nu o sıralarda yayımlamıştı. Toplu şiirlerini bastırmış, Hölderlin-Kleist-Nietsche’yi ele alan adlı deneme kitabı da çıkmıştı. adlı nuveli de o yıllarda yazılmıştı. Kitapları büyük ilgi görüyor, yeni baskıları yapılıyordu. Ne var ki, Almanya ve Avusturya’da ka ğıt para değerini hızla kaybediyor ve korkunç bir çöküntü başlıyordu. Mark ve Kuron saatten saate düşüyordu. Alışverişler ve ödemeler milyonla hesaplanıyordu. Sözgelişi, nuvelinin on üç binlik bir baskısı için yayınevi altı milyon Mark ödüyordu. Zweig, 1920’de evlendi. Friderike von Winternitz adlı bir kadın yazar, kocasından ayrılıp Zweig’la evlenmişti. Friderike Zweig, yeni eşine pek bağlıydı. Evin onarımından, kitaplığın düzenlenmesine, yazışmalara ve düzeltmelere kadar her işte ona yardımcı oluyordu. Stefan Zweig, evlenmeden önceki özgür erkek yaşantısını sürdürüyor, yolculuklarını gönlünce ve çoğu kez tek başına yapıyordu. Stefan Zweig’ın altmış yıllık ömründe, 1924-1933 arasının çok özel ve olağanüstü bir yanı vardır. Usta edebiyatçı ünü dünyanın dört bucağına yayılmakta, nuvelleri, tarih biyografileri, ünlü kişiler üzerine denemeleri yalnız Avrupa ve Amerika’da de ğil, Asya ve Balkan ülkelerinde de basılmaktadır. Avrupa birli ği ve Avrupa kültürü yoluyla daha iyi bir dünya amacını gerçekleştirme çabaları bu dönemde bir yandan gelişirken, öte yandan da yavaş yavaş engellerle karşılaşmaya başlar.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir