12Mart2000 Hahamın korumaları eşliğinde bekleme salonuna doğru ilerlerken merakla etrafa göz gezdirmeye başladım. Büyük, oymalı bir kapıdan girdikten sonra, dar bir antreden geçip kapısı açık olan salona girdik. Korumalar biz oturduktan sonra dışarı çıktılar. Buraya gelene kadar sakindim ama salona girerken, kapının eşiğine ayağım takılınca, bütün özgüvenim yok olmuştu. Verilecek cezayı korkuyla bekleyen bir öğrenci gibiydim. Açık yeşil perdeler, pencerenin önündeki pembe sardunyalarla tam bir uyum içindeydiler. Güneş bütün ihtişamıyla salonun her tarafına yayılmıştı ama ben üşüyordum ve buna engel olamıyordum. Duvardaki antika saatin tik takları, kalbimin sesi, zangır zangır titreyeren dizlerimin birbirine vururken çıkardığı hafif ses, hep birlikte ilahi söyleyen birer klasik koro üyesi gibiydiler. Birden, gelirken havaalanında da titrediğimi anımsadım. Orada üşümem doğaldı. Vazgeçemediğim kot pantolonumun ve üzerine giydiğim minicik tişörtümün, delice esen havalandırmadan beni korumasını bekleyemezdim. Evet orada üşümem doğaldı. Peki ya şimdi? Teyzemin kızı yanımda sıcaktan mızmızlanırken bana neler oluyordu böyle? Korkuyordum. Ellerim buz gibi, kafamda ise yıllardır adlandıramadığım belirsizlikler … Ellerimi pencereden, açık perdelerin arasından güneşe tutsam ısınırlar mıydı acaba? Yüreğimin titremesi geçer miydi? Yoksa son birkaç gündür tek kurtuluşum diye düşündüğüm ve az sonra tanışacağım sevimli ihtiyarcık, kabus dolu yıllarımın biteceğini söylediğinde mi bedenim ısınabilecekti? Sevimli ihtiyarcık! Ünlü bir bilge de olsa, yüz yaşlarında birine ihtiyarcık demek yakışık alır mıydı bilmem ama sevimli olduğu kesindi. Yeryüzünde çirkin bir bebeğin, sevimsiz bir ihtiyarın olabileceğini düşünemiyordum bile. Hele hele hayatımdaki sır perdesini aralayacağını, aynen bir doktor gibi, yıllardır yaşadıklarımızın nedenini teşhis edeceğini ve tedavisi mümkün bir hastalık deyip, hayat boyu etkisi geçmeyecek dozda huzur enjekte edebileceğini düşünürsek, bu ihtiyarcık nasıl sevilmezdi ki? “Mezuzalar’ı verir misiniz?” dedi bir genç kız, yanımıza gelerek. Her Yahudi ailesinin evinin ve bütün odalarının kapısında duran Mezuzalar, insanları kötülüklerden koruyan dualardı. Ben de hahamın isteği üzerine evimdeki bütün Mezuzalar’ı çıkartıp buraya getirmiştim. Bunun neden gerekli olduğuna dair hiçbir fıkrim yoktu. Uzun yıllardır medyumlar tarafından hayatımın idare edil\nesine alışmış bir robot gibiydim. Sormadan, anlamadan, hep bir inanç üzerine, ailemin ve benim yaşadığımız doğaüstü olaylardan kurtulmak umuduyla, söylenen her söze itaat etmeye alışmıştım zaten. Bir eksik veya bir fazla ne fark ederdi ki? İçinde Mezuzalar’ın bulunduğu çantamı açtım. Yolculuk boyunca mücevher gibi korumaya çalıştığım torbayı, kim olduğunu bilmediğim genç kıza uzatırken, aceleyle alıp gitmesi dikkatimi çekmişti. Beline kadar dökülen simsiyah kıvırcık saçları, uzun boyu ve muhteşem vücuduyla tipik bir İsrailli olan bu genç kız, bir anda beni ta yıllar öncesine götürmüş, 70’li yılların başlarında burada yaşadığım günleri anımsatmıştı. Bana ayakta durmayı, yılmamayı, zorluklarla mücadele edebilmeyi, gerçek dostluğun ne demek olduğunu öğreten, kısaca beni ben yapan o bir yılı hiç unutamamıştım ki zaten … Beklemekten sıkılmaya başlamıştım. Kuzenim yanımda gazete okuyor, ben de pencereden bahçeyi seyrediyordum. Çocuklarımla vedalaştığımız an geldi aklıma. İkisi de endişeli, ikisi de yalnız gideceğim için üzgündüler. Sadece birkaç gün sürecek bu yolculuğum bile ayrılırken hüzünlü olmamıza yetmişti. Birbirimize öyle bağlıydık, öyle candık ki ayrılık hiç bize göre bir şey değildi. Ya köpeklerim Mandy ile Blacky? … Canlarım, can dostlarımdı onlar benim. Bir gece öncesinden gideceğimi hissetmişlerdi sanki. Mandy’m henüz yerleştirmekte olduğum valizin içine girip “bende seninle geleceğim” dermiş gibi isyan etmiş, Blacky’m de bacaklarıma tırmanarak kucağıma almam için bana yalvarmıştı adeta. 11 Bense son hazırlıklarımı yaparken inanılmaz bir duygu karmaşası yaşıyordum. Daha önceleri hayallerimi gerçeğe dönüştürmek için gittiğim, hafızamdaki en mutlu günlerimin şehrine, İsrail’ e bu sefer bana bir şey katması için değil, hayatımı çekilmez kılan ne varsa benden alıp götürmesi için gidiyordum. Bagajımdaki tüm sıkıntıları öyle düzenli katlayıp yerleştirmiştim ki eğer biri yanlışlıkla bavulumu açacak olsa, bir daha aynı şekilde yerleştirmek mümkün olmayacaktı. Elimde kocaman bir valiz, önümde ise kısacık bir zaman vardı. Kuzenimin evinde valizimi açtığımda, yanımda getirdiğim tüm o sıkıntılar etrafa uçuştu. Sanki ben onlardan ne kadar kurtulmak istiyorsam, onlar da benden kurtulmak için can atıyorlardı. Bana ait değildi hiçbiri; öyle hissediyordum. Bir başka hayattan gelen iki beden büyük dertlerdi bunlar! Birkaç saat önce Tel Aviv’e gelmiş, yol yorgunluğunu üzerimden atamamıştım bile. Zaten yolculuğum da oldukça kötü geçmişti. Atatürk Havalimanı’na vardığımız andan itibaren sorunlar başlamıştı. Eşim Selim arabadan valizlerimi indirirken, onlarca park etmiş araba olmasına rağmen polisin “burada park edilmez, ilerleyin lütfen” demesi eşimi kızdırmış, zaten gergin olan sinirlerimiz iyice bozulmuştu. Selim’in asla böyle haksızlıklara tahammülü yoktu ve bir kez daha onu sakinleştirmek bana düşmüştü. Uçağın kalkmasına bir saat vardı. “Valizleri bırakıp, pasaport kontrolünden geçtikten sonra kafeteryada bir şeyler içeriz,” diye düşünmemize rağmen, girmem gereken kuyruğu görünce bunun imkansız olduğunu anlamıştık. Eşimin boş yere beklemesine gerek yoktu. İşine geç kalmaması için gitmesinde ısrarcı olmuştum. Çocuk yaşlarımdan beri defalarca İsrail’e tek başıma yolculuk yaptığımdan, yalnız olmanın benim açımdan bir sakıncası da yoktu. Vedalaşırken Selim sıkı sıkı sarılıp beni öpmüş “Seninle gelebilmeyi çok isterdim canım,” demişti. “Keşke böyle bir im- · kanım olsaydı. 1 yi haberler bekliyorum senden. Beni sık sık ara ve kendine çok iyi bak.” Sonra uzaklaşmasını arkasından bakarak izlemiştim. 12 Sonu gelmeyecekmiş gibi görünen kuyrukta gergin bekleyişten sonra, bir de yetmezmiş gibi gişede yaşadığım problem! Neymiş; pasaportumun süresi dolacakmış. Beni çıldırtmak için adeta yemin etmiş olan bu adama, arkamdan gelen çığlıklar yüzünden sesimi duyuramıyor olmak beni daha çok geriyordu. Neredeyse sırtıma yapışmış gibi duran anne ve kucağında feryat figan bağıran çocuk tahammül sınırımı ölçüyorlardı adeta. Pasaportuma kafayı takmış bu adamdan başlayarak, sırayla önce anneyi sonra da çocuğu dövmek geliyordu içimden. Çocuklara düşkünlüğüm, kendimde en beğendiğim meziyetim olan sabrım, her şey ama her şey bir anda yok olmuştu sanki. Bir de aniden göz göze geldiğim o adamın bakışları. O derin bakışların altında yatan şey neydi? Neden bana öyle dik dik bakmıştı? Birine mi benzetmişti, yoksa beynimin içinde yaşadığım kaos hayal gücümün bana oyun oynamasına mı neden oluyordu? Son birkaç gündür kendimi tanımakta zorluk çekmeye başlamıştım. Hareketlerimden, tepkilerimden, kısacası kendimden korkar hale gelmiştim. Düşüncelerimi farklı yerlere taşımaya çalıştım. Peki ama ne düşünecektim? Birkaç saat sonra gideceğim hahamı mı? Yıllardır İsrail’ in sadece üst düzey kişilerine danışmanlık yapan bu haham, yaşadıklarımı öğrendiğinde, yetiştirdiği gençlerin değil de bizzat kendisinin ilgileneceğini söylediğini mi? Yoksa bunu bana güzel bir habermiş gibi söylediklerinde, durumumun bu kadar özel olduğunu bir kez daha suratıma çarpılmasının bende yarattığı etkiyi mi? İçinde Mezuzalar’ın olduğu çantama daha sıkı sarılmıştım. Onları korumam gerekiyordu. Haham bunları istediğine göre, mutlaka bir bildiği vardı. Kim bilir belki de onlar, beni ve ailemi bu kabus gibi hayattan kurtaracaktı. Boğazım kurumuştu. Bir şişe su almak için büfeye doğru yürürken, hemen yanımda tekerlekli sandalyeyle uçağa binmek için bekleyen, yirmili yaşlardaki genç kızı fark ettim. Melekler kadar güzel ve saf bir yüzü olan bu kızla, başka bir zaman olsa konuşmak, sohbet etmek isterdim. Ama bugün değil. Bacaklarındaki sakatlığa rağmen hayata gülümseyerek baktığını fark ettiğim bu kıza, olumsuz ruh halimle zarar vermek istemedim. 13 Uçağa binmek üzere çağrıldığımız çıkış kapısına doğru hızlı adımlarla yürüdüm. Defalarca büyük bir heyecan ve keyifle gittiğim lsrail’e bu defa korkulanın ve umutlarımla gidiyordum. Uçak havalandığında artık gözlerimin ağırlaştığını hissettim. Uyumak ve hiç düşünmemek … tek istediğim buydu zaten. “Çay? Kahve? Ne arzu edersiniz?” Kahve tercih ettiğimi söylerken, dalmak üzere olduğum uykumu böldüğü için hostese sinirlenmiştim. Beynimi kemirmek için sıra bekleyen binlerce düşüncenin artık bana huzur vermeyeceğini biliyordum. Düşünmek ve hiçbir çözüm bulamamaktan öyle yorgun düşmüştüm ki. izin dahi almadan, işimi kaybetmek pahasına iki gün içinde apar topar bu seyahate karar verişim, kendimden çok çocuklarım içindi. Onları korumak, yıllardır yaşadığımız esrarengiz hayatın sırrını çözmek için, artık son umudum gideceğim bu bilge kişideydi. Yıllardır, gerek Türkiye’ye geldiğinde, gerek yaptığımız uzun telefon konuşmalarıyla yaşadıklarımı bilen, beni bilgilendiren, zor anlarımda bana yardım elini uzatan İsrailli medyum Ari’nin söylediklerini anımsadım. “Her zaman kuvvetli olmalı, korkularının seni yenmesine izin vermemelisin. Bunu başaramayacağını hissettiğin an o ortamdan çık. Mekan değiştir.” Bana verdiği öğütleri her zaman can kulağıyla dinlemiş ve elimden geldiğince tatbik etmeye çalışmıştım. Şimdi ise uçaktaydım ve ne yazık ki mekan değiştirme gibi bir şansım yoktu. Artık ona danışmadan hiçbir şey yapamaz hale gelmiş olmak, kişiliğimden bir şeyler götürüyordu sanki. Her şeye rağmen bu yıllar boyunca Ari’yi tanımamış olsaydım ben ne yapardım diye düşünmekten kendimi alamıyordum. On yıldır yaşadığımız inanılmaz olaylar yüzünden, hayatımız adeta bir kabusa dönüşmüştü. Özellikle çocuklarım ve annem bu durumdan çok kötü etkilenmişlerdi. Eşim ise ilk yıllarda- ki şoku atlatmış, zaman içinde bu inanılmaz olay larla yaşamaya alışmış gibi görünüyordu. Aslında sadece eşim değil, hepimiz çaresizlik içinde bu tuhaf hay atı kabullenmeye başlamıştık; ben, ço14 cuklarım, hatta hasta olduğu için bir süredir bizimle y aşayan annem bile. Ancak, bu büyük sırrımı pay laştığım ablam ve y eğenlerim, evime gelmekten çekinir olmuşlardı. Bazen bunu ima ediyorlarsa da, yeri geldiğinde açıkça söy lemekten kaçınmıyorlardı. Onlara hak vermemem mümkün değildi. Kimsenin bu yüzden rahatsızlık duymasını istemiyordum. Hatta çocuklarımın arkadaşları evimize geldiklerinde hep aynı tedirginliği yaşıyor, onlar varken y eni bir şey olmaması için dua ediyordum. “Bir şeyler yapmalıyım, mutlaka bunun bir çaresi olmalı,” diy e düşünerek geçirdiğim uykusuz gecelerin sayısını hatırlayamıyorum bile. Beni rahatlatan tek şey, yaşadığımız bu inanılmaz olayların asla hayatımızı tehlikeye sokacak boyutlarda olmamasıydı. Ta ki annemin ve oğlumun aynı gece, aynı saatte her biri kendi odasında uyurken, yaşadıkları o korkunç olaya kadar! Annem ve oğlum Jeffrey , başlarından geçeni anlatırlarken dehşetle onları dinlemiş ve hıçkırıklar içinde Ari’ye telefon açmıştım. Her zamanki gibi yine tek umudum oydu. Anlattıklarımı dikkatle dinledikten sonra verdiği cevap, bende gerçek bir şok etkisi yaratmıştı. “Çok üzgünüm Stella. Artık ben bile size yardım edemem. Bu kadarına gücüm y etmez. Yaşanan bu son olay ne y azık ki uzun zamandır olmasından korktuğum bir şeydi. Bunun bir çözümü olmalı. Mutlaka olmalı Stella. Yoksa … ” “Yoksa ne? Yoksa ne olur Ari? Söyle! ” Ari’nin cevabıyla dengemi kaybetmiş, olduğum y ere yığılmıştım. Koca bina üstüme çökmüştü adeta. Son gayretimle bu enkazın altından kurtulmaya çalışıyordum. Sadece eşime anlatabildiğim bu gerçek kalbimi acıtıyor, çaresizlik içinde kıvranıyordum. · O geceden sonra, Ari’den lsrail’de bu konuda bana y ardım edebilecek ünlü bir hahamın olduğunu öğrenince, bir an bile düşünmeden bu yolculuğa çıkmıştım. “Haydi canım, bizi çağırıyorlar.”
Stella Molinas Trevez – Ben 44 Yaşındayım Oğlum 53
PDF Kitap İndir |