Stephen King – Kara Kule 2 – Uc’un Cekilisi

Üç’ün Çekilişi uzun bir destansı öykü dizisini oluşturan Kara Kule’nin ikinci kitabıdır. Kara Kule bir dereceye kadar ozan Robert Browning’in “Roland Adlı Çocuk Kara Kule’ye Geldi” adlı öykü şiirinden esinlenerek yazılmıştır. Aslında Browning’in şiirinin yazılışı da, ünlü yazar William Shakespeare’in Kral Lear adlı oyununa borçludur. Kara Kule dizisinin ilk cildinde son Silahşor Roland’ın nasıl bir insan olduğu, yaşadığı ve serüvenine başladığı dünyanın neye benzediği ve sonunda Roland’ın Karalar Giyinmiş Adam’ı (siyahlı adam) nasıl yakaladığı anlatılmaktaydı. Roland büyücülük yapan bu adamı uzun süre izlemişti. Bu sürenin ne kadar olduğunu henüz bilmiyoruz. Karalar Giyinmiş Adam, Walter adlı kişiliğe bürünmüş ve uzun yıllar önce Roland’ın babasıyla arkadaşlık ettiği yalanını öne sürmüştü. Roland’ın tek hedefi bu yarı insan olan yaratık değil, Kara Kule’ydi. Karalar Giyinmiş Adam ve onun bildiği şeyler, Roland’ın Kara Kule denilen gizemli yoldaki ilk adımıdır. Tam anlamıyla Roland kimdi? Serüvenine başladığı dünya nasıl bir yerdi? Kule neydi ve neden Roland, Kule’nin peşindeydi? Bu konularda bölük pörçük, eksik yanıtlara sahibiz: Roland bir Silahşordu, bir şövalye idi. Dünyayı sevgi ve ışık içinde tutmakla yükümlü şövalyelerden biriydi. Annesinin Marten adlı adamın metresi olduğunu öğrendiği zaman Roland’ın erken yaşta bir erkeklik deneyimi yaşadığını biliyoruz. Marten, Walter’den daha yaman bir büyücü idi. Ve Marten ile Walter arkadaştılar. Annesiyle ilişkilerini Roland’ın öğrenmesini Marten kendisi planlamış, genç yaşta onun başarısızlığa düşüp Batı‘ya gönderileceğini ummuştu.


Böyle bir sınav sonunda Roland’ın başarı kazandığını biliyoruz. Daha başka neler bilmekteyiz? Silahşor’un dünyası bütünüyle bizimkine benzememektedir. İnsan eliyle yapılmış benzin pompaları gibi bazı el ürünleri ile kimi şarkılar, kimi gelenek ve dinsel törenler günümüzün romantik Batı Amerika’sının görüntülerini anımsatmaktaydı. Ve bizim dünyamızla Roland’ın dünyasını her nasılsa birbirlerine bağlayan bir göbekbağı bulunmaktaydı. Orada uçsuz bucaksız, Tanrı‘nın bile varlığını unuttuğu bir çölün üzerindeki yolda, bir fayton arabası durağında Roland bizim dünyamızda ölmüş Jake adlı bir oğlanla karşılaşmıştı. Bu çocuk dünyamızda büyük bir kentte bir sokağın köşesinde durup karşıya geçmeyi beklerken karalar giyinmiş bir adam, her yerde hazır ve nazır bulunan bir günahkar tarafından arabaların önüne itilmişti. Çocuğun kendi dünyasından, (bizim dünyamızdan) anımsadığı son şeyler okula gitmek üzere yola çıktığı, bir elinde okul çantası, öbür elinde öğle yemeği paketini taşıdığı ve Cadillac markalı bir otomobilin altında kalarak öldüğüydü. Karalar Giyinmiş Adam yakalanmadan önce Jake bir kez daha öldü. Bu kez, Roland yaşamındaki ona en çok eziyet veren seçeneklerle yüz yüze gelmiş ve bu simgesel çocuğu feda etmek zorunda kalmıştı. Kule ile çocuk (olasılıkla lanetlenme ile kurtuluş) arasında seçim yapması istenince Roland, Kule’yi seçmişti. Jake onu bir kararsızlık cehenneminin önüne iterken, “Öyleyse git. Bundan başka dünyalar da var” demişti. Roland ile Walter’ın son kez karşı karşıya gelmeleri kemiklerin çürüdüğü toz toprak içindeki bir eza cefa çekme yeri olan Golgotha’da gerçekleşti. Orada, Karalar Giyinmiş Adam eski zamanların iskambil destesi olan Tarot kartlarını açıp Roland’ın falına bakarak onun geleceğini söyledi: Bu kartlarda Hükümlü (Mahkum) adlı bir erkeği, Gölgelerin Kadını adlı bir bayanı ve Ölüm’ü simgeleyen karaları görmüş, “Ama, bu ölüm senin için değil” demişti. Ancak bunlar ikinci cildin (Üç’ün Çekilişi) konusunu ve Roland’ın Kara Kule’ye giden uzun, güç yoldaki ikinci adımını oluşturan önbilgilerdir.

Dizinin birinci cildi Roland’ın Batı Denizi’ndeki bir kumsalda oturup güneşin batışını seyredişi ile sona eriyordu. Karalar Giyinmiş Adam ölmüştü ve Roland’ın geleceği belirsizlikler içindeydi. İşte o noktada ve yedi saat sonra Üç’ün Çekilişi başlar. GİRİŞ Silahşor tek bir görüntüyü içeren karmaşık düşünden uyandı. Düşünde, geçmiş zamanların yirmi iki kağıtlık resimli iskambil destesinin Gemici’si olan karalar giyinmiş bir adam, Silahşor’un feryat ve figanlarla dolu geleceğiyle ilgileniyor ya da ilgileniyormuş gibi görünüyordu. Karalar giyinmiş adam, Oğlan boğuluyor Silahşor! Boğuluyor diyor ve kimse cankurtarma halatı atmıyordu. Oğlan çocuğu, Jake’ti. Ancak, gördüğü bir karabasan değildi. İyi bir düştü. Çünkü boğulan yalnızca kendisiydi. Ve bunun anlamı, onun Roland değil Jake oluşuydu. O bunda bir rahatlama nedeni bulmuştu. Çünkü Jake olarak boğulmak; kendi benliği içinde soğuk düşler gören ve kendisine inanan kişilere ihanet etmiş biri olarak yaşamını sürdürmesinden daha iyiydi. Denizin kükreyişini dinleyerek, iyi, pekiyi ben boğulacağım diye düşündü. Bırakın beni boğulayım.

Oysa, duyduğu açık denizlerin sesi değil, gırtlağına dek taşlar dolu bir suyun çıkardığı şakırtılı seslerdi. O, Gemici miydi? Eğer öyleyse kara neden bu kadar yakındı? Ve gerçekte o karanın üzerinde değil miydi? Kendisini sanki karadaymış gibi duyumsadı. Buz gibi soğuk su çizmelerine doluyor, bacaklarına ve kasıklarına doğru yükseliyordu. O anda gözlerini açtı ve aklı başına geldi. Birdenbire ceviz gibi küçüldüğünü duyulmadığı hayalarıyla (!) bir düşte olmadığını anladı. Ansızın sağ tarafında gördüğü korkutucu yaratığı değil, silahlarını düşündü… Silahlarını ve daha önemlisi kurşunlarını aklına getirdi. Islanmış silah kolayca sökülebilir, kurulanır ve monte edilebilirdi. Islanmış kurşunlar, tıpkı ıslak kibritler gibi ya kullanılabilir ya da kullanılamazdı. O anda gördüğü korkutucu şey, dalga tarafından karaya vurulan sürüngen bir yaratık olmalıydı. Islak, parıldayan bedenini kumsal boyunca işgüzarca sürüklüyordu. Bir metre kadar boyunda ve sağ tarafta dört metre uzağındaydı. Bitki saplarının üzerinden soğuk bakışlarla Roland’a bakıyordu. Testere dişli uzun gaga biçimli ağzı açıktı ve insan konuşmasına benzer tuhaf, yakınan bir sesle konuşuyor ve hatta yabancı bir dilde umutsuz sorular soruyor gibiydi: “Did-e-çik? Dam-e-çam? Dade- çam? Ded-e- çek?” gibi sesler çıkarıyordu. Silahşor daha önce de ıstakozları görmüştü. Gördüğü tüm yaratıklar içinde yalnızca ıstakozları belli belirsiz anımsatmasına karşın bu yaratık bir ıstakoz değildi.

Üstelik yaratık kendisinden hiç korkmuyordu. Silahşor yaratığın tehlikeli olup olmadığının bilmiyordu. Şu anda kafasının karmakarışık oluşuna, nerede olduğunu ve buraya nasıl geldiğini geçici olarak anımsamayışına, karalar giyinmiş adam tarafından gerçekte ele geçirilip geçirilmeyişine ya da olayın bir düş olup olmayışına hiç aldırış etmiyordu. Tek bildiği, kurşunlarını ıslatmadan önce sudan uzaklaşması gerektiğiydi. Suyun şişip kabarırken ve kumlan oyarken çıkardığı sesi işitti ve bakışlarını yaratıktan kaldırıp yeni gelen dalgaya baktı. Yaratık şimdi olduğu yerde durmuş, pençelerini yukarıya doğru kaldırmıştı. Bu duruşuyla kendisini tutup havaya doğru dikmiş, susta duran bir bokser köpeğine benziyordu. Cort, bokser köpeklerine bu duruşu öğretir ve Onur Duruşu diye adlandırırdı. Silahşor, yaratık dalgayı işitiyor diye düşündü. Bu yaratık her ne ise, kulaklara ya da bir işitme organına sahipti. Adam ayağa kalkmaya çalıştı. Ama, bacakları duyularını yitirmiş gibi büküldüler. Şimdi de düş görüyorum diye düşündü. Ancak bu, kafası karışmış durumda bile gerçekten güç bir düşünceydi. Bir kez daha ayağa kalkmayı denedi.

Az daha başarıyordu. Sonra geriye doğru düştü. Dalga üzerine çatlamak üzereydi. Zaman kalmıyordu. Aynen sağ tarafındaki yaratık gibi hareket etmek zorundaydı. İki eliyle kumu eşeledi ve dalgadan uzaklaşmak üzere yere tutunup poposunu çekerek sürüdü. Dalgadan tümüyle sakınacak kadar uzaklaşmamıştı. Ama, bu amaçla epey gidebilmişti. Gelen dalga çizmelerini sular altında bıraktı. Dizlerine kadar ilerledi ve sonra geri çekildi. Silahşor, belki de ilk dalga düşündüğüm yere kadar gelemedi diye düşündü. Belki… Gökyüzünde yarım ay vardı. Zar gibi ince bir bulut ayı örtüyor ama gene de ay adamın silahlarını görmesine yeterli ışığı yayıyordu. Silahları biraz ıslanmıştı. Durumun ne denli kötü olduğunu, silahlarının namlularında, şarjörlerinde ya da kütüklüklerindeki kurşunların ıslanıp ıslanmadıklarını söylemek olanaksızdı.

bunları kontrol etmeden önce sudan uzaklaşmalıydı. “Dod-a-çok?” ses daha yakınından geldi. Silahşor suya karşı duyduğu endişe sırasında dalgaların fırlattığı yaratığı unutmuştu. Çevresine bakındı ve onu şimdi yalnızca bir metre uzağında gördü. Pençelerini, çakıllar ve deniz kabuklarını örten kuma gömmüş belki de bedenini çekerek ileri itiyordu. Etli, testere dişlisi gibi görünen bedenini kaldırdı ve bir an için akrebi andırdı. Oysa Roland, yaratığın arka uçunda sokucu organı göremedi. Bir kez daha şakırtılı ses ama daha yüksek olarak geldi. Yaratık hemen durdu ve pençelerini havaya kaldırarak tuhaf görünümlü Onur Duruşu’na geçti. Gelen daha büyük bir dalgaydı. Roland eğimli kıyı şeridinde kendisini yukarıya doğru çekmeye çalıştı. Ancak elini ileri uzatır uzatmaz yaratık daha önceki hareketlerini hiç de akla getirmeyecek bir hızla davrandı. Silahşor sağ elinde yaman bir acı dalgası duyumsadı. Ama şimdi bunu düşünecek zamanı bulunmuyordu. Islak çizmeleriyle kumu iterek, elleriyle yeri tutup çekerek dalgadan uzaklaşmayı başardı.

“Did-e-çik?” sesi çıkaran yaratık yakınır gibi soruyordu: “Bana yardımcı olacak mısın? Kötü durumda olduğumu görmüyor musun?” Roland sağ elinin ilk ve ikinci parmağının uçlarının yaratığın testereye benzer gagasında kaybolduğunu gördü. Yaratık hamle etti ve Roland kanayan sağ elini kalan iki parmağını kurtarmak üzere tam zamanında havaya kaldırdı. “Did-e-çam?” Ded-e-çek?” Silahşor ayağa kalkmak üzere çabaladı. Doğruldu. Yaratık kot pantolonunu yırtmış, demir gibi sağlam ama yumuşak deri çizmesinin bir tekinin ucunu delmiş ve Roland’ın baldırının alt kesiminden biraz et koparmıştı. Adam sağ elini kendisine doğru çekti ve daha önce öldürme işlemlerini yürüten iki parmağının gitmiş olduğunu sezinledi. Açgözlü yaratık onları çekip almıştı. Roland, “Hayır, piç kurusu!” diye bağırıp tekme attı. Ama, ayağı bir kayaya vurmuş gibi olmuş… yaratık yerinden bile kımıldamamıştı. Attığı tekme Roland’ın sağ çizmesinin ucunun kopmasına ve ayak başparmağının ortaya çıkmasına neden olmuştu. Silahşor eğildi, tabancasını eline aldı. Birden onu yere düşürdü. Tekrar uzanıp kaptı. Küfretti ve sonunda silahı tutmayı başardı. Bir zamanlar yaparken düşünmeye değer görmediği işler birdenbire kendisine hokkabazlık yapmak gibi güç geliyordu.

Yaratık, Silahşor’un çizmesinin üzerine çökmüş, anlaşılmaz sorular sorar gibi sesler çıkarırken bir yandan da çizmeyi parçalıyordu. Bir dalga daha tepesinde yarım ayın zar buluttan geçmiş ışıklarını ölgünleştirerek ve büklümlerini soldurarak plaja doğru geldi. Istakoza benzer yaratık çizme üzerindeki çalışmasını bırakıp pençelerini bokser köpeğinin susta duruşuna benzer pozisyonuna kaldırdı. Roland sol eliyle meşin tabancalığından çıkardığı silahının tetiğini üç kez çekti: Tabancadan klik, klik, klik sesleri çıktı. Şimdi Silahşor tabancasındaki kurşunların durumunu öğrenmiş bulunuyordu. Silahı sol eliyle meşin tabancalığa koydu. Sağ elindeki silahı tabancalığa yerleştirmek için önce sol elinin yardımıyla namluyu yere doğru çevirdi ve sonra silahı yerine girmek üzere bırakıverdi. Tabancanın sert ağaçtan kabzasına, meşin tabancalığa ve tabancalığın ince bir kösele şerit ile bağlandığı eski kot pantolonun üzerine kan damlaları damladı. Kan, bir zamanlar parmakların olduğu yerlerde, kesilen organ parçalarından akıyordu. Adamın etinden et kopmuş sağ bacağı şimdi de acımayacak kadar duyusuzdu. Oysa, sağ eli alevler çıkarır ve böğürür gibi acıyordu.Şu anda yaratığın bağırsaklarında sindirim sularının içinde ayrışmaya başlamış olan yetenekli ve uzun süreler eğitim görmüş parmaklarının hayaletleri şimdi de adamın elindeki yerlerinde imiş gibi yanıyorlardı. Silahşor bu acılara ilgisizmiş gibi, ilerde başıma ciddi sorunlar açılacak diye düşündü. Dalga geriye çekildi. Yaratık pençelerini indirdi ve Silahşor’un çizmesinde yeni bir delik daha açtı.

Ve sonra her nasılsa delebildiği sağlam çizmenin sahibinin derisinin çizme derisinden daha tatlı olduğuna karar verdi. “Dad-a-çam?” diye sorar gibi sesler çıkaran hayvan telaşla adama saldırdı. Silahşor varlığım güçlükle duyumsadığı bacaklarının üzerinde geri çekilirken yaratığın biraz zekası olduğunu, kendisine ihtiyatla yaklaştığını, belki de uzun zamandır aç kaldığını ve kendisini ne olup neler yapabileceğinden emin olmadığını sezinledi. Eğer üzerine su serpen ilk dalga kendisini uyandırmasıydı, yaratık derin düş görme durumundayken yüzünü parçalamış olabilirdi. Şimdi hayvan onun yalnızca tatlı bir şey değil, incinmeye hazır ve kolay bir av olduğuna karar vermişti. Yaratık yaklaşık bir metre boyu, otuz santim yüksekliği ve neredeyse otuz beş kilo gelen ağırlığıyla adamın üzerine gelir gibiydi. Silahşor’un bir zamanlar erkek çocukken sahibi olduğu David adlı şahin gibi tek saplantısının et yemek olduğu anlaşılıyordu. Kuşkusuz David de belli belirsiz sezinlenen sahibine bağlılık niteliği bu yaratıkta görülemezdi. Geri çekilen Silahşor’un sol çizmesinin topuğu kumdan çıkıntı yapan bir kaya parçasına takıldı ve adam sendeledi düşer gibi oldu ama düşmedi. “Dod-a-çok?” diye sorar gibi sesler çıkaran yaratığın meraklı olduğu, pençeleri uzanırken bir sap üzerine yerleşmiş gibi duran ve baygın bakan gözleriyle adımı süzdüğü görülüyordu… Sonra bir dalga daha geldi ve yaratığın pençeleri bir kez daha havaya kalkıp Onur Duruşu’na geçtiler. Bununla birlikte pençeleri bu kez hafif duraksar gibi olmuş ve Silahşor hayvanın dalganın çıkardığı sese tepkime gösterdiğini sezinlemişti. Ancak şimdi hiç değilse yaratık için dalga sesi hafifler gibi olmuştu. Adam, kayanın üzerinden aşıp geriye çekildi. Sonra dalga oyucu gürüldeyişiyle dağılırken öne eğildi. Şu anda yüzü yaratığın böceksi suratından santimlerle ölçülecek uzaklıktaydı.

Hayvan pençelerinden birini uzatıp kolayca adamın gözlerini yuvasından çıkarabilirdi. Oysa yaratığın titreyen pençeleri sıkılmış yumruk gibi, papağanlarınkine benzer gagasının iki yanında havaya kalkık durumda kaldılar. Silahşor ayağına takılıp neredeyse düşmesine neden olan kayaya yaklaştı. Kaya parçası oldukça büyüktü, yarı yarıya kuma gömülüydü. Adam yaralı sağ eliyle kayayı saran kumları ve çakıl taşlarını kaldırıp kanlı elini de bunlara bulayarak taşı yerinden oynattı, kaldırdı. Bu işi yaparken dudakları ileri fırlayıp dişlerinden uzaklaşır gibi olmuştu. Dalga çekilip sesi dinlerken yaratık pençelerini indiriyor ve “Dad-a-…” diye sesler çıkararak konuşmaya başlıyordu. Ve o anda Silahşor tüm gücüyle kayayı hayvanın üzerine fırlattı. Yaratığın halkalarından oluşan arka kısmı koparken sert bir ezilme sesi duyuldu. Hayvan, kayanın altında kalan ve kopmayan kesimini kaldırarak ve gümbürtülü sesler çıkararak debelendi. Soru sorar gibi çıkan sesi şimdi acılı vızlama ünlemleri şekline girmişti. Pençeleri bir şey yapmadan açıldı ve kapandı. Gagası kum ve çakılları yerlerinden söküp çıkardı

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir