Stephen King – Kara Kule #3 Çorak Topraklar

Susannah üçüncü kez gerçek kurşun kullanıyordu… Silahıysa Roland’ın onun için hazırladığı mahfazadan ilk defa çekiyordu. Bol kurşunları vardı. Roland, Eddie’yle Susannah Dean’in ‘çekildikleri’ zamana kadar yaşadıkları dünyadan üç yüzden fazla kurşun getirmişti. Ancak bol kurşunun olması boşa harcanabileceği anlamına gelmiyordu. Aslında tersine. Tanrılar, müsriflere kızarlardı. Roland’ı önce babası, sonra da en büyük öğretmeni olan Cort, bu inanca göre yetiştirmişlerdi. Ve o hâlâ buna inanıyordu. O tanrılar insanı hemen cezalandırmayabilirlerdi. Ama eninde sonunda kefaretin ödenmesi gerekirdi… Ne kadar beklenirse, bedel de o kadar ağır olurdu. Zaten başlangıçta gerçek kurşuna gerek yoktu. Roland tekerlekli sandalyedeki esmer tenli, güzel kadının inanabileceğinden çok daha uzun yıllardır silah kullanıyordu. Silahşor önceleri kadının kurduğu hedeflere nişan alarak tetiği çekmesini seyretmiş ve yanlışlarını düzeltmişti. Sonunda Susannah ve Eddie ateş etmeyi çabucak öğrenmişti. Roland’ın da tahmin ettiği gibi doğuştan silahşordu onlar.


Roland’la Susannah bugün, neredeyse iki aydan beri oturdukları korudaki kamptan bir kilometre kadar ötede bile olmayan açıklığa gelmişlerdi. Günlerse tatlı bir benzerlik içinde geçmişti. Şövalye’nin vücudu kendi kendini iyileştirirken, Eddie’yle Susannah da onun kendilerine öğretmesi gereken şeyleri öğrenmişlerdi. Ateş etmek, avlanmak. Avlanan hayvanın içini boşaltarak temizlemek. Deriyi önce germek sonra da tuzlayıp tabaklamak. Hayvanın mümkün olduğunca her yerinden yararlanmak ve hiçbir şeyi ziyan etmemek. Kuzeyi Eski Yıldız ve güneyi de Yaşlı Anaya bakarak bulmak. Kendilerini buldukları Batı Denizinin doksan kilometre kadar kuzeydoğusundaki bu ormanda etrafı dinlemek… Eddie’nin bugün kampta kalması Silahşor’u sıkmıyordu. O insanın en çok kendi kendine öğrendiği şeyleri hatırladığını bilirdi. Ancak en önemli ders hâlâ çok önemliydi. Ateş etmek! Her seferinde de hedefi vurmak ve öldürmek! Bu açıklığın etrafını, düzensizce bir yarım daire oluşturan güzel kokulu, koyu renk köknarlar çevreliyordu. Güney tarafında zemin dikleşiyor, çatlamış kayalar ve ufalanan şist çıkıntılarından oluşan basamaklarla doksan metre iniyordu. Burası bir devin merdiveniydi sanki. Berrak bir dere ağaçların arasından çıkıp açıklığın ortasından geçiyordu.

Önce sünger gibi toprak ve ufalanan taşların arasındaki derin yatakta köpük köpük akıyor, sonra da çatlak kayalardan oluşan zeminden, yara doğru iniyordu. Su, basamakları küçük çağlayanlar halinde iniyor ve sürüyle güzel, titrek gökkuşağı oluşturuyordu. Yarın ötesinde harika, derin bir vadi uzanıyordu. Burası yine köknarlar ve bu kalabalıkta ölmeyi kabul etmeyen birkaç yaşlı, dev karaağaçla doluydu. Karağaçlar yemyeşil, gür ve yüksektiler. Silahşor vadide bir yangın izi göremiyorsa da arada sırada oralara yıldırım düştüğünü anlıyordu. Ve tek tehlike yıldırım da değildi. Uzak bir geçmişte bu ormanda insanların yaşadığını Roland son haftalarda birkaç kez onların izlerine rastlayarak anlamıştı. Çoğu ilkel şeylerdi. Bu kanıtların çömlek parçaları da vardı. Ateşte pişirilmiş olabilirlerdi. Ve ateş, kendisini yaratan ellerden kaçmaktan hoşlanan kötü bir şeydi. Resimli kitaplara yakışacak bu manzaranın yukarısında masmavi gökyüzü büyük bir kavis çizmekteydi. Birkaç kilometre ötede kargalar uçarak daireler çiziyor, yaşlı insanlarınkine benzeyen hışırtılı sesleriyle ötüyorlardı. Sanki fırtına yaklaşıyormuş gibi huzursuzdular.

Gerçi Roland havayı koklamış ve burnuna yağmur kokusu da gelmemişti. Silahşor derenin solundaki büyük bir kayanın üzerine altı taş yerleştirmişti. Hepsinde de mika parçacıkları vardı. Öğleden sonraya özgü sıcak güneşte mercek gibi ışıldıyorlardı. Silahşor, “Son fırsat,” dedi. “Eğer kılıf seni çok az da olsa rahatsız ediyorsa bunu bana hemen söylemelisin. Buraya kurşun ziyan etmeye gelmedik.” Susannah ona yan yan, alayla baktı. Silahşor bir an Detta Walker’ı görür gibi oldu. Bu tıpkı puslu güneş ışınlarının bir çelik çubuktan yansımasına benziyordu. “Rahatsız olsaydım ve sana söylemeseydim ne yapardın? Şu küçücük şeylerin altısı da hedefe vurmasaydı? O eski öğretmeninin yaptığı gibi beni tepeüstü sarkıtır mıydın? Onun gibi tokat mı atardın?” Silahşor gülümsedi. Şu son beş hafta, daha önceki beş yılda yapmadığı kadar gülümsemişti. “Böyle yapamayacağımı sen de biliyorsun. Bir kere o zamanlar çocuktuk… yani henüz erkeklik sınavlarını vermemiş çocuklardık. Bir küçüğü terbiye etmek için tokatlayabilirsin ama…” Susannah alayla, “Benim dünyamda da daha kibar insanlar çocukların dövülmelerinden hoşlanmazlar,” dedi.

Roland omzunu silkti. Öyle bir dünyayı hayal etmek onun için zordu. Büyük Kitapta, “Çocuğu şımartmamak için huş dalını bolca kullan,” denilmiyor muydu? Ancak yine de Susannah’nın yalan söylediğini sanmıyordu. “Senin dünyan ‘ilerleyip’ kaybolmadı. Orada pek çok şey farklı. Öyle olduğunu ben kendi gözlerimle görmedim mi?” “Gördün sanırım.” “Zaten sen de, Eddie de çocuk değilsiniz. Size öyleymişsiniz gibi davranmam yanlış olur. Eğer sınav gerekiyorsa, hepsini geçtiniz.” Roland söylememesine rağmen kumsaldaki olayın nasıl sona erdiğini düşünüyordu. Hantal Istanavarlar onu ve Eddie’yi kesip biçerek birer iskelete dönüştürmeden önce Susannah onlardan üçünü cehenneme yollamıştı. Şövalye, kadının da ona bir gülümseyişle karşılık verdiğini görünce onun da aynı şeyi hatırladığını düşündü. “Ben doğru dürüst ateş edemezsem ne yaparsın?” “Sadece bakarım. Bence yeterli olur.” Kadın bu sözleri düşündü, sonra da başını salladı.

“Olabilir.” Tekrar silah kayışını yokladı. Bu koltukaltına takılan kılıflarınkine benzeyen biçimde göğsünün üzerinden geçiyordu. (Roland bunu, ‘dok işçisi tutuşu,’ diye nitelendiriyordu.) Kayış önce basitmiş gibi görünüyordu ama bunu uygun biçime sokmak için uzun haftalar boyunca denemeler ve epeyce de düzeltmeler yapmıştı. Kayış ve sandal ağacından yapılma aşınmış kabzası çıkan tabanca, bir zamanlar Silahşor’ündü. Eski, yağlanmış kılıfı sağ kalçasının üzerine bağlardı. Roland son beş haftalık sürede kılıfın artık bir daha oradan sarkmayacağını yavaş yavaş anlamıştı. İstanavarlar yüzünden artık silahı sol eliyle kullanıyordu. Roland tekrar, “Kayış nasıl?” diye sordu. Susannah bu kez ona bakarak güldü. “Roland, bu eski kayış bundan daha fazla rahat olamaz. Şimdi ateş etmemi istiyor musun? Yoksa burada oturup şuradan gelen karga müziğini mi dinleyeceğiz?” Silahşor gerilimi hissetti. Sanki derisinin altında kıvıl kıvıl solucanlar oynaşıyordu. Herhalde Cort da bütün o sert ve öfkeli tavırlarına rağmen, böyle durumlarda aynı şeyleri hissediyordu diye düşündü.

Susannah’nın başarılı olmasını istiyordu. Buna ihtiyacı vardı. Ama bunu ne kadar çok istediğini ve ihtiyaç duyduğunu belli etmek bir felakete neden olabilirdi. “Bana dersini tekrarla, Susannah.” Kadın yapay bir öfkeyle içini çekti… Ama konuşmaya başlarken gülümsemesi silinmişti. Güzel, siyah yüzünde ciddi bir ifade belirdi. Ardından Roland, Susannah’nın dudaklarından o eski cevapların döküldüğünü duydu. Ama genç kadın onları yenileştiriyordu. Silahşor o sözleri günün birinde bir kadından duyacağını hayal bile etmemişti. Ne kadar da doğal geliyordu insana bu… Ama ayrıca çok garip ve tehlikeliydi de… “Elimle nişan almıyorum. Eliyle nişan alan biri babasının suratını unutmuş demektir. “Gözümle nişan alıyorum. “Elimle ateş etmiyorum. Eliyle ateş eden biri babasının suratını unutmuş demektir. “Ben kafamla ateş ediyorum.

“Silahımla öldürmüyorum…” Susannah duraklayarak kayanın üzerindeki mikalar yüzünden ışıldayan taşlan işaret etti. “Ben zaten kimseyi öldürecek değilim. Onlar küçücük taşlar.” Yüzündeki biraz gururlu ve biraz da yaramazca ifadeden Roland’ın kendisine sinirlenmesini, hatta öfkelenmesini beklediği anlaşılıyordu. Ancak Silahşor, genç kadını izlediği yoldan çoktan geçmişti. Silahşor yamaklarının kavgacı ve neşeli, sinirli ve huysuz olduklarını, en olmayacak anda dişlerini göstermeye kalkıştıklarını hiç unutmamıştı… Hem beklenmedik bir yeteneği olduğunu da fark etmişti. Öğretebiliyordu. Dahası, öğretmekten hoşlanıyordu. Arada sırada Cort için de aynı şeyin söylenip söylenemeyeceğini düşündü. Galiba Cort da aynı şeyleri hissetmişti. Şimdi başka kargalar da çığlıklar atmaya başlamışlardı. Bu sesler arkalarındaki ormandan geliyordu. Roland’ın kafasının bir yanı kargaların seslerinin artık huysuz değil, telaşlı olduğunu fark etti. Kuşlar ürkmüş ve beslendikleri şey neyse ondan uzaklaştırılmışlardı. Ancak Silahşor’un ürken bir grup kargadan daha önemli şeyleri düşünmesi gerekiyordu.

O yüzden bu bilgiyi kafasının bir yanına yerleştirdi ve dikkatini tekrar Susannah’ya verdi. Bir yamak konusunda başka türlü davranmak onu dişlerini tekrar göstermeye ve bu kez hiç de şakacı olmayan bir tavırla kendisini ısırmaya davet etmek olurdu. O zaman kim suçlanırdı? Öğretmenden başka kim? Sonuçta Silahşor, Susannah’yı ısırması için eğitmiyor muydu? İkisini ısırabilmeleri için eğitmiyor muydu? Silahşor bu değil miydi zaten? Törenin birkaç Öfkeli satırını attığınız, soru ve cevabın birkaç sert notasını susturduğunuz zaman geride bu kalmıyor muydu? O, emir üzerine ısırmak için eğitilmiş bir şahin-insan değil miydi? Roland, “Hayır,” dedi. “Onlar taş değil.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir