Şikâyet ediyor değilim ama bir daha bir arkadaşın arkadaşına iyilik yapmadan önce biraz düşünmeye kararlıyım. Hiç bu kadar sıkıntı yüklendiğimi hatırlamıyorum. Ve başlangıçta her şey o kadar masum görünüyordu ki. Yemin ederim ki neler olacağını bilmem imkânsızdı. Ölüme öylesine yaklaşmıştım ve daha da kötüsü (çünkü dişçiden ölesiye korkarım) ön iki dişim neredeyse kırılmak üzereydi. Şu anda kafamda yumruğum kadar bir şiş var. Ve bütün bunlar para bile almadığım bir iş için! Konuya beni bulaştıran yıllardır yarı yarıya âşık olduğumu herkesin bildiği evsahibim Henry Pitts olmuştu. Adamın seksen beş yaşında olması (benden yalnızca elli yaş büyük yani) gerçeği çekiciliğinin o temel etkisini değiştirmiş değildi. Dünya tatlısı bir insandır ve benden çok seyrek olarak bir şey ister. O nedenle onu nasıl reddedebilirdim ki? Hele isteği o kadar masumken ve başıma geleceklerden hiçbir iz taşımıyorken. Yirmi bir Kasım, perşembeydi. Şükran Günü’nden bir hafta önce ve düğün eğlenceleri ancak başlıyordu. Henry’nin ağabeyi William bizim mahalledeki küçük lokantayı işleten arkadaşım Rosie ile evlenecekti. Rosie’nin lokantası Şükran Günü’nde kapalıdır ve kendisi de işten bir kaybı olmadan evleneceği için pek memnundu. Nikâh töreni ve davet lokantada yapılacağı için kiliseye gitmek gerekliliği de ortadan kalkmıştı. Rosie nikâhı kıyacak bir yargıç bulmuştu ve adamın bu hizmeti bedavaya yapacağından emindi. Henry Rosie’yi yargıca mütevazı bir şey vermesi için teşvik etmeye çalışmışsa da, Rosie ona Đngilizce’yi iyi anlamazmış gibi boş bir ifadeyle bakmıştı. Rosie Macar’dır ve işine geldiğinde belleği aniden geçici bir kayba uğrayıverir. William ile neredeyse bir yıla yakın nişanlıydılar ve büyük adımı atma zamanı artık gelmişti. Rosie’nin gerçek yaşını asla öğrenemedim ama yetmişine merdiven dayamış olmalıydı. William da seksen sekizine yaklaştığına göre “ölüm bizi ayırana kadar” deyimi onlar için, istatistiki olarak başkaları için olacağından daha gerçeğe yakındı. Üstlendiğim işi anlatmaya geçmeden kendim hakkında birkaç şey söylemem gerekir sanırım. Adım Kinsey Millhone. Ruhsatlı özel detektifim, kadınım, iki kere evlenip boşandım, çocuğum ya da başka başbelası yakınım yok. Altı yıl boyunca California Fidelity Sigortacılıkla yazılı olmayan bir anlaşmam vardı: Bir büro odası karşılığında onların yangın ve doğal olmayan ölüm vakalarını araştırırdım. O anlaşmanın sona erdiği bir yıldan bu yana Santa Teresa’da bir avukatlık şirketi olan Kingman ve Ives’dan kiraladığım bir bürom var. Düğün nedeniyle kendime bir hafta izin vermiştim ve Henry’ye düğün hazırlıkları için yardım etmediğim zamanlar şöyle keyifle ayaklarımı uzatıp dinleneceğim için çok mutluydum. Fırıncılık işinden çoktan emekli olan Henry düğün pastasını hazırlıyordu ve ayrıca ikram işlerini düzenleyecekti. Düğün partisinde sekiz kişiydik. Rosie’nin tekerlekli sandalyeden kalkamayan kızkardeşi Klotilde nedime olacaktı. Henry sağdıç, ağabeyleri Lewis ve Charlie teşrifatçıydılar. Henry, William, Lewis ve Charlie’nin (aynı zamanda hep birden “çocuklar” diye anılırlar) yaşlan seksen beşten (Henry) doksan üçe (Charlie) kadar uzanırdı. Tek ablaları doksan besindeki Nell ikinci nedime olacaktı, nedimelerden biri de bendim. Rosie düğün için beyaz bir organze kıyafet giyecek ve garip bir kırmızıya boyadığı saçlarının üstüne küçücük bir taç konduracaktı. Ucuzluktan parlak yeşil zemin üstünde pembe ve leylak rengi güllerle bezenmiş bir top keten kumaş bulmuştu. Kumaş topu Nell’in yaşadığı Michigan’daki Flint’e gönderilmiş ve Nell de biz üçümüze üç tane bir örnek havai tarzı dikmişti. Benimkini bir an önce denemek için can atıyordum. Üçümüzün de giyinip bir araya geldiğimizde ayaklı yatak odası perdelerine benzeyeceğimizden hiç kuşkum yoktu. Otuz beş yaşında, en yaşlı canlı çiçek kız olmayı ummuştum ama o rolü Rosie’nin kendi üstlenmişti. Bu, son on yılın düğünü olacaktı ve dünyanın parasını verseler asla kaçırmak istemezdim. Eh, bu da bizi suç dünyasında “ön olaylar” dediğimiz şeye getirir. O Perşembe sabahı evimden saat dokuzda çıkarken Henry’yle karşılaştım. Henry’nin evine üstü kapalı bir geçitle bağlı olan, eve dönüştürülmüş garajda otururum. Önümdeki tatil günlerim için yiyecek stoklamak üzere süpermarkete gidiyordum. Kapımı açtığımda Henry elinde bir parça kâğıt ve bir yapışkan bantla eşiğimde durmaktaydı. Üzerinde her zamanki kısa pantolon ve tişört yerine uzun pantolon ve kollan sıvanmış mavi bir gömlek vardı. “Çok esaslı görünüyorsun” dedim. Henry’nin saçları bembeyazdır ve yana doğru fırçalar. Bugün saçlarını iyice ıslatmıştı ve tıraş losyonunun o sıcacık limon kokusunu duyabiliyordum. Güneş yanığı yüzünde mavi gözleri alev alevdi. Uzun boylu, iyi huylu, nazik, zeki bir insandı. Büyükbabam yaşında olmasaydı bir an bile düşünmeden kapardım onu. Beni görünce gülümsedi. “Hah, buradasın demek. Sana bir not bırakacaktım. Evde olduğunu sanmıyordum. Ben Nell ile çocukları almak üzere havaalanına gidiyorum. Senden bir ricam olacak. Bir dakikan var mı?” “Elbette. Ben de markete gidiyordum, acelesi yok. Ne oldu?” “Yaşlı Bay Lee’yi hatırladın mı? Buralarda Johnny derler ona. Bay Caddesi’nin köşesinde oturan beyefendi. Bakımsız bahçe içinde beyaz ev. Doğrusunu söylemek gerekirse Johnny garajda, torunu Bucky ile karısı evde oturuyorlar.” Günlük koşularım sırasında önünden geçtiğim sözkonusu bungalov, yabani otlar arasında gömülmüş gibi duran köhne bir yerdi. Takozlar üzerinde duran bir otomobile bahçe süsü gözüyle bakmazsanız bunlar pek varlıklı insanlar değillerdi. Komşular yıllardır otomobilden şikâyet etmişlerse de bir işe yaramamıştı. “Evi biliyorum ama adından kim olduğunu çıkaramadım” dedim. “Rosie’nin yerinde görmüşsündür. Bucky iyi bir oğlana benziyor ama karısı bir garip. Adı Babe. Kısa boylu ve tombul, pek insanın gözüne bakmaz. Johnny yersiz yurtsuz gibi görünürdü ama aslında hali vakti fena değildi.” Sözünü ettiği üçlüyü hatırlamaya başlamıştım: Yıpranmış ceketli yaşlı adam, evlenmek için çok küçük görünen çift. Elimi kulağıma götürdüm. “Geçmiş zaman kullanıyorsun. Adam öldü mü yoksa?” “Ne yazık ki, öldü. Zavallı bir kalp krizi geçirdi ve dört beş ay önce öldü. Temmuz’da falandı sanırım. Garip bir durum falan yoktu. Daha yetmişindeydi ama sağlığı hiç iyi olmamıştı. Her neyse, bir süre önce Bucky’ye rastladım, bana danıştığı bir sorunu var. Âcil değil. Ama rahatsız edici bir şey olduğundan belki yardım edebilirsin diye düşünmüştüm.” Bir banka kasasının, üzerinde bir işaret olmayan anahtarını, kayıp mirasçıları, kayıp varlıkları, vasiyetnamedeki bir belirsizliği düşündüm: yaşayanların yeni ölenlerden miras aldıkları o çözümlenmemiş konulardan birini. “Elbette. Olay nedir?” “Kısa mı olsun, uzun mu?” “Uzun olsun ama çabuk anlat. Böylece belki soru sormaktan kurtulurum.” Henry saatine baktı. “Uçağı kaçırmak istemiyorum ama sana özetleyeyim. Yaşlı adam cenaze töreni istememiş, cesedinin yakılmasını vasiyet etmişti. O da hemen yapıldı. Bucky külleri babasının yaşadığı Ohio, Columbus’a götürmeyi düşündü ama büyükbabasının da askeri bir törene hakkı olduğunu düşündü. Johnny ikinci Dünya Savaşı’nda pilottu ve Claire Chennault komutasındaki Amerikan Gönüllü Grubu’nda hizmet görmüştü. Bu konuda pek konuşmaz ama arada sırada Birmanya’dan Rangoon üzerindeki hava savaşlarından falan söz ederdi. Her neyse, Bucky üzerinde adının yazıldığı beyaz mermerden bir mezartaşının falan hoş olacağını düşündü. Babasıyla konuştu, Chester de fikirden hoşlanınca yerel Emekli Askerler bürosuna başvurup bir istek formu doldurdu. Đstenilen bilgilerin tümüne sahip değildi ama elinden geleni yapmıştı. Üç ay geçip de bir yanıt gelmeyince kaygılanmaya başladı. Sonunda “Tespit Edilemedi” yanıtı geldi. John Lee gibi bir adı olan biri için bu fazla şaşırtıcı değildi. Bucky, Emekli Askerler Derneği’ne telefon etti, doldurması için yeni bir form gönderdiler. Bu kere askerlik kayıtlarını istiyorlardı. Aradan üç hafta geçince form yine aynı damgayla geri döndü. Bucky aptal değil ama yirmi üç yaşında ve bürokrasi ile fazla bir deneyimi olmamıştır. Babasına telefon edip olanları anlattı. Chester, Hava Kuvvetleri’nin personel dosyalarının bulunduğu Texas’taki Randolph Hava Kuvvetleri Karargâhı’nı aradı. Kaç kişiyle konuştuğunu bilmiyorum ama sonunda John Lee’nin kayıtları bulunmadı. Ya da bulunduysa konuşmak istemediler. Chester atlatıldığından emin ama ne yapabilir ki? Ve konu bugün bu durumda. Bucky şaşkın, babası suya düşmüş bir tavuk kadar öfkeli. Johnny’nin hakkı olanı elde etmesinde kararlılar. Onlara senin ne yapabileceklerini bilebileceğini söylemiştim.” “Gerçekten askerlik yaptığından eminler mi?” “Bilebildiğim kadarıyla.” Yüzümde kuşkulu bir ifadenin dolaştığını hissettim, “istersen Bucky’yle konuşurum ama aslında bu konularda fazla bir şey bilmem. Eğer yanlış anlamadıysam Hava Kuvvetleri kaydı olmadığını söylemiyor. Yalnızca Bucky’nin gönderdiği bilgiden tespit edemediklerini söylüyorlar.” “Doğru” dedi Henry. “Dosyasını bulmadan isteği yerine getirmeleri imkânsız.” Sorunu bir sicimin üzerindeki düğümmüş gibi kurcalamaya başlamıştım. “O günlerde Ordu Hava Kuvvetleri denilmez miydi? “Ne farkeder ki?” “Hizmet dosyası başka bir yerde saklanıyor olabilir. Belki de Kara Kuvvetleri’ndedir.” “Bunu Bucky’ye sorman gerekecek. O yolu da denediğini tahmin ederim.” “Basit bir şey olabilir. Yanlış bir göbek adı baş harfi ya da yanlış doğum tarihi.” “Ben de öyle dedim. Bir şeye uzun bir süre bakarsan sonunda onu görmezsin. Senin on beş-yirmi dakikandan fazlasını alacağını sanmam ama yardımına sevineceklerini biliyorum. Chester babasının miras işi için Ohio’dan geldi. Senin adına söz vermek istemezdim ama hayırlı bir iş olduğu için yardım edeceğini düşündüm.” “Elimden geleni yaparım. Hemen şimdi gideyim mi? Eğer Bucky evdeyse benim zamanım var.” “Olması gerek. Bir saat önce evdeydi. Çok teşekkür ederim, Kinsey. Johnny yakın arkadaşım değildi ama bu mahallede benim kadar eskiydi. Hakkını almasını isterim.” “Bir denerim ama tekrar edeyim, bu iş benim yetki alanıma girmez.” “Anlıyorum, eğer sıkıntılı olacaksa bırakırsın.” Omuzlarımı silktim. “Parasız çalışmanın yararlarından biri de budur. Đstediğin zaman işi terk ediverirsin.” “Öyle” dedi. Henry garaja giderken kapımı kilitledim, sonra da otomobilini geri geri çıkarmasını bekledim. Henry özel durumlarda özgün sarı renkli 1932 model Chevrolet’sini kullanır. Bugün üç yolcu ve sayısız miktarda bavul taşıyacağı için steyşınıyla gidiyordu havaalanına. Onun deyimiyle “çocuklar” iki hafta kalacakları için her türlü âcil durum önlemini almış olarak gelirlerdi. Otomobili durdurup camını indirdi. “Akşama yemeğe bizde olduğunu unutma.” “Unutmadım. Bugün Lewis’in doğumgünü, değil mi? Ona bir armağan bile aldım.” “Çok şekersin ama buna hiç gerek yoktu.” “Haklısın, Lewis herkese armağan istemediğini söyler ama almazsan da suratını asar. Kutlama kaçta?” “Rosie altıya çeyrek kala gelecek. Sen istediğin zaman gelebilirsin. William’ı bilirsin, saatinde yemezsek hemen kan şekeri düşer.” “O seninle havaalanına gitmiyor mu?” “Smokin provası var. Lewis, Charlie ve ben de bu öğleden sonra prova yaptıracağız.” “Ne kadar hoş” dedim. “Neyse, görüşürüz.” Henry uzaklaşırken arkasından el salladım, sonra da sokağa çıktım. Lee’lere gidiş otuz saniye sürdü, altı ev aşağıya, sonra da köşeyi dön. Evin stilini söylemek güçtü, solmuş kırmızı kiremitli çatısı ve dökülen boyalarıyla eski bir California kır evi. Dar beton yolun sonunda, ahşap kapıları kırık bir garaj göze çarpıyordu. Arka bahçe şimdi paslanmış karoserli ve yarısı sökülmüş bir Ford Fairlane’in yuvası olmuştu. Omuz boyu otlar arasından evin cephesi güçlükle görünüyordu. Verandaya varmak için kollarımı havaya kaldırarak otların arasına daldım. Zili çaldım ve eğilip çoraplarıma takılmış olan dikenleri temizledim. Mikroskobik polenlerin bir sivrisinek sürüsü gibi boğazımdan aşağı indiğini hissediyordum, beynimin arkasında ilkel bir aksırık oluşmaya başlamıştı. Başka bir şey düşünmeye çalıştım, içeri girmeden bile, gözümün önüne birbirlerinden alçı kemerlerle ayrılan alçak tavanlı küçük odalar getirdim. Boşuna zaman kaybı olduğunu düşünerek zili bir daha çaldım. Az sonra kapı tanıdığım delikanlı tarafından açıldı. Bucky yirmi iki yirmi üç yaşında vardı. Benden beş altı santim daha uzun, yani bir yetmiş falandı. Şişman değil ama tombuldu. Ortadan ayrılmış uzun saçları kızıldı ve ensesinde toplanmıştı. Mavi gözlüydü, kırmızı lekeli teni dört günlük sakalın ardında kaybolmuştu. Üzerinde blucin ve etekleri sarkan mavi, uzun kollu kadife bir gömlek vardı. Geçimini neyle sağladığı pek belli olmuyordu. Bankada altı rakamlı bir hesabı olan bir rock yıldızı bile olabilirdi ama doğrusu bunu hiç sanmıyordum. “Siz Bucky misiniz?” “Evet.” Elimi uzattım. “Adım Kinsey Millhone. Henry Pitts’in arkadaşıyım. Emekli Askerler Derneği’yle bazı sorunlarınız olduğunu söyledi.” Bucky elimi sıktı ama bana öyle bir bakıyordu ki, kafasını tıklatıp evde kimse var mı diye sormak geçti içimden. “Belki de size yardımcı olabileceğimi söyledi” diye devam ettim, “içeri girebilir miyim?” “Özür dilerim. Şimdi anladım. Siz özel detektifsiniz. Sizi EA’den gelen biri sanmıştım. Adınız ne demiştiniz?” “Kinsey Millhone. Henry’nin kiracısıyım. Beni Rosie’de görmüş olabilirsiniz. Haftanın üç dört gecesi oradayım.” Sonunda gözlerinde bir tanıma parıltısı belirdi. “Arka bölmede oturan kadınsınız.” “Doğru.” “Hatırladım şimdi. Buyrun.” Bucky gerileyince yıllardır cilalanan parke döşeli hole girdim. Evin arkasındaki mutfak görünüyordu. “Babam evde değil, Babe de duşta sanırım. Ona geldiğinizi haber vermeliyim. Hey, Babe?” Yanıt yoktu. Başını yana eğerek içeri kulak verdi. “Hey, Babe!” Odadan odaya seslenmelerle aram iyi değildir. “Ben bekleyebilirim” dedim. “Ben gidip bir bakayım, hemen dönerim. Oturun.” Altı sert ayakkabılarıyla gürültülü adımlarla yürüdü. Sağdaki bir kapıyı açıp başını uzattı. Duvardan boğuk bir boru gürültüsü geldi, duşun suyu kapanırken tesisat titredi. Bir basamak inip üç metreye dört metre bir halıdan biraz büyük olan oturma odasına girdim. Odanın bir ucunda küçük bir tuğla şömine beyaza boyanmıştı. Şöminenin iki yanında gömme dolaplarda kâğıtlar ve dergiler istif edilmişti. Üzeri kahverengi-sarı bir battaniyeyle örtülü koltuğa oturdum. Burnuma küf ya da köpek çişi kokusu geliyordu. Sehpanın üstünde boş fast-food kapları vardı. Bütün oturacak yerler eski bir televizyona çevriliydi. Bucky döndü. ” ‘Siz konuşun’ diyor. Az sonra bir yere gideceğimiz için giyiniyor. Babam da şimdi gelir. Perdido’ya elektrik tesisatına bakmaya gitti. Büyükbabamın dairesini kiralamak için hazırlıyoruz da.” Kapıda durdu, odayı benim gözümle görür gibiydi. “Çöplüğe benziyor ama büyükbabamın eli sıkıydı doğrusu.” “Ne kadardır burada oturuyorsunuz?” “Đki yıl oluyor, evlendiğimizden bu yana. Büyükbabam kirada indirim yapar diye düşünmüştüm ama kendisi ucuz yaşamayı bir bilime dönüştürmüş bir insandı.” Aynı şey bende de olduğundan merak etmiştim. Belki bir iki şey öğrenirdim. “Ne gibi?” diye sordum. Bucky’nin ağzı aşağıya kıvrıldı. “Bilmem. Örneğin çöp toplama parası vermekten hoşlanmazdı, o yüzden çöpün alınacağı günler erkenden çıkıp çöpü komşuların tenekesine atardı. Bir kere biri kendisine su, elektrik gibi şeylerin parasını öderken tasarruf etmenin yolunu öğretmişti. Gönderenin adresi yerini boş bırakıp zarfa bir sentlik pul yapıştırarak uzaktaki bir posta kutusuna atarsanız. Belediye parasını ille de almak istediği için posta idaresi zarfı teslim etmezlik etmez ve siz de posta parasından kurtulmuş olursunuz.” “Bu iyi işte” dedim. “Böyle yapmakla yılda ne kazanacaksın, on dolar mı? Esaslı bir tipmiş anlaşılan.” “Onunla hiç tanışmadınız mı?” “Rosie’de görürdüm ama tanıştığımızı sanmıyorum.” Bucky şömineye doğru başını salladı. “Orada işte. Sağdaki.” Bir fotoğraf göreceğimi sanarak bakışını izledim. Şöminenin üstünde üç kavanoz ve orta boy metal bir kutu duruyordu. Bucky, “Yeşil mermer kavanoz babaannem” dedi. “Yanındaki amcam Duane. Çocukken ölmüş. Sekiz yaşında falan galiba. Demiryolu üzerinde oynarken tren altında kalmış. Siyah kavanozda da Maple halam var.” Doğrusunu söylemek gerekirse verecek nazik bir yanıt bulamadım. Yıllar geçtikçe aile serveti de suyunu çekmiş olmalıydı ki, her ölüme bir öncekinden daha az para harcandığı anlaşılıyordu. John Lee’ye yalnızca krematoryumun verdiği kutu kalmıştı. Bundan sonra “göçecek” olan herhalde bir kundura kutusuna konacak ve krematoryum dönüşünde otomobilin camından dışarı fırlatılacaktı. Bucky elini sallayarak konuyu değiştirdi. “Her neyse, bunu bırakalım. Sohbet etmek için uğramadığınızı biliyorum. Kâğıtlar burada.” Raflara gidip aralarına ödenmemiş faturalar ve diğer önemli kâğıtlar sıkıştırılmış dergileri karıştırmaya başladı. “Sözkonusu olan büyükbabam için harcadığımız üç yüz dolar” dedi. “Babe ile krematoryuma üç yüz dolar ödedik, şimdi bunu istiyoruz. Sanırım devlet gömülme için bir yüz elli dolar daha veriyor. Fazla bir para değil belki ama bizim ona bile ihtiyacımız var. Henry size ne söyledi bilemiyorum ama yapacağınız işe karşılık size de bir şey ödeyemeyeceğiz.” “O kadarını anlamıştım. Zaten yapabileceğim fazla bir şey olmayacak sanırım. Şu anda siz EA talepleri konusunda benden çok şey biliyor olmalısınız.” Bucky bir tomar kâğıt çıkardı, şöyle bir baktıktan sonra bana uzattı. Kıstırgaçla tutturulmuş kâğıtları ayırarak John Lee’nin ölüm belgesine, krematoryum kâğıdına, nüfus ve Sosyal Sigortalar kâğıtlarına, Emekli Askerler Đdaresi formlarına baktım. Birinci form ölüm yardımı talepnamesiydi, ikincisinde askeri sicili isteniyordu. Sonuncusuna hizmet dalı yazılıydı ama künye numarası, rütbesi ve tarihler eksikti. Đdare’nin kaydını bulmamasına şaşmamak gerekirdi. “Burada epey bilgi eksik” dedim. “Herhalde künye numarasını ya da hangi birlikte bulunduğunu bilmiyorsunuz.” “Bilmiyoruz, sorun da bu zaten. Olay giderek saçma bir hal alıyor. Yeterli bilgimiz olmadığı için kaydını alamıyoruz ama bu bilgiye sahip olsaydık zaten talepte bulunmayacaktık.” “Buna iyi yönetim denir. Ödenmeyen haklardan tasarruf edilen parayı bir düşünün.” “Biz büyükbabamın hakkı olmayan bir şeyi istemiyoruz ki. Büyükbabam vatanına hizmet etmiş biri, devletten fazla bir şey istemiyoruz ki. Üç yüz dolar. Devlet milyarları boşuna harcıyor.” Formun arkasını çevirip yazılanları okudum. “Cenaze Masraflarına Hak Kazanmak” başlığı altında ölenin “askerlikten şerefsizce atılmamış olması, emekli aylığı alıyor olması ya da emekli aylığı almak için yeniden başvurmuş olması isteniyordu. “Eh, bu bir çözüm olabilir işte” dedim. “Askerden emekli aylığı alıyor muydu?” “Eğer alıyor idiyse bize hiç söylemedi.” Bucky’ye baktım. “Neyle geçiniyordu?” “Sosyal Sigorta aylığı vardı. Babam da yardım ediyordu sanırım. Babe ile ben kira ödüyorduk. Ayda altı yüz dolar. Evin ipoteği falan yoktu. Kiradan aldığı parayla geçiniyordu herhalde. “Arkada mı oturuyordu?” “Evet. Garajın üstünde. Đki küçük odadır ama gayet güzeldir. Hazır olur olmaz taşınmak isteyen biri var. Büyükbabamın eski bir arkadaşı. Eğer ilk ayın kirasında biraz indirim yaparsak içerdeki eski eşyaları atabileceğini söyledi. Çoğu işe yaramaz şeyler ama neyin önemli olduğuna karar verene kadar hiçbirini atmak istemedik. Büyükbabamın eşyalarının yarısı şu anda karton kolilerde, geri kalanı da olduğu gibi duruyor.” Askeri sicil talepnamesini bir daha okudum. “Terhis kâğıdı ne zaman verilmiş? Burası boş bırakılmış.” “Bakayım.” Başını yana eğip gösterdiğim kutuya baktı. “Onu işaretlemeyi unutmuşum. Babam 1944’ün 17 Ağustos’unda olduğunu söyledi. Babasının, kendisinin dört yaşına bastığı gün döndüğünü hatırlıyor, iki yıl askerlik yaptığına göre 1942’de gitmiş olmalı.” “Ordudan atılmış olabilir mi? Burada o durumda hak kazanmayacağı yazılı.” “Hayır, efendim” dedi Bucky
Sue Grafton – Lanetli’nin ‘I’si
PDF Kitap İndir |