Vassilis K. Fouskas – Balkanlar Ortadoğu Kafkasya

Zbigniew Brzezinski, Büyük Satranç Tahtası’nın (The Grand Chessboard) girişinde “yaklaşık beş yüz yıl önce, kıtalar arasındaki politik etkileşimin başlamasından bu yana, Avrasya’nın dünya gücünün merkezi olduğunu” yazıyordu.1 Rusya, Avusturya-Macaristan, Fransa, Osmanlı İmparatorluğu, İngiltere ve Almanya hep Fransa’nın Atlantik kıyılarından Basra Körfezi’ne, Çin anakarasından Orta Asya, Karadeniz, Türk Boğazları ve Süveyş’e kadar uzanan bu muazzam coğrafyaya hakim olmak istemişlerdi. Brzezinski geçmişte Avrasya’da hakimiyet iddiasında bulunan tüm güçlerin, o coğrafyanın parçası olduğunu, oysa şimdi “tarihte ilk kez, Avrasyalı olmayan bir gücün, sadece Avrasya güç ilişkilerinin baş hakemi olarak değil, dünyanın en büyük gücü olarak da ortaya çıkmış olduğunu” yazıyordu. ‘Reel sosyalizm’in çöküşünden sonra, Amerika gerçekten de dünyanın tek süper gücüdür ve engin Avrasya kıtasının ekonomik ve politik kaynaklarının büyük bir bölümünü sıkı bir biçimde denetlemektedir. NATO ve AB’nin geleceğiyle ilgili büyük tartışmaların ortasında, diğer birçok Anglo-Sakson analist gibi Brzezinski de 9 Amerika’nın Avrasya’daki üstünlüğünü ortadan kaldırabilecek başka bir rakibin ortaya çıkışını olanaksız kılmak amacıyla Amerika adına kapsamlı bir strateji geliştirme çabasındadır. “Avrasya, küresel üstünlük savaşımının hala sürdürüldüğü bir satranç tahtasıdır ve bu strateji, jeostratejiyi yani jeopolitik çıkarların yönetilmesini de içine alır” derken tamamen haklıdır.2 Başka bir deyişle Amerika, Avrasya’daki belli başlı oyuncuları kendi ulusal çıkarlarına göre şekillendirecek bir stratejiden yoksun kaldığı takdirde Avrasya’yı kaybedecek ve Amerika’nın dünya siyasetindeki ağırlığı azalacaktır. Brzezinski’nin değerlendirmesi net, kapsamlı ve öğreticidir. Kitabının genel mesajı üstünkörü bir okumayla bile algılanabilir. Küreselleşmenin, ABD’nin kendi ulusal çıkarlarını tüm küreye dayattığı ‘yasa dışı’ bir yöntem olmadığını anlatma çabasındadır. Üstelik, bu çıkarlara en iyi hizmet eden şey, ABD’nin dev askeri gücünün yanında, NATO ve IMF gibi bazı Soğuk Savaş kuramlarının gücünün gerçekçi jeopolitik kullanımıdır. Brzezinski, SSCB’nin sahneden çekilmesinden sonra Amerikan gücünün azalmayıp aksine, yayıldığını belirtir. Daha özgün olan ikinci mesaj ilkinin doğrudan sonucudur: ‘Etik dış politika’ ya da ahlaki ve ‘insan haklarına’ dayalı güç politikası diye bir şey yoktur. Diana Johnstone’un aktardığı gibi “1998’de, kitabının Fransızca baskısının tanıtımı için Paris’teyken… Başkan Jimmy Carter’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı olduğu sırada ‘insan hakları savunucusu’ olmasına rağmen, kitabının reelpolitike batmış” olduğu şeklindeki yoruma cevaben Brzezinski “ortada hiçbir paradoks yok” der ve devam eder: “O doktrini Başkan Carter ile anlaşarak geliştirmiştim, çünkü Sovyetler Birliği’ni istikrarsızlaştırmanın en iyi yolu oydu. İşe de yaradı.


”3 Sorunun özü işte burada saklı. İçinde yaşadığımız dünya hala devletler, ulusal çıkarlar, jeopolitik ve güç politikasının ege- men olduğu bir dünya. Egemen gücün, yani ABD’nin pençeleri altında ne denli küreselleşir ve tek taraflılaşırsa, çatışma, terörist faaliyetler, etnik ve dinsel savaşların çoğalma olasılığı o kadar fazla.4 Çatışma bölgeleri ve çatışan bölgesel mikro çıkarlar çoğalırken, bir yandan da dünyayı yönetme politikasının zorlukları ve çelişkileri dayanılmaz ölçüde büyüyor. SSCB’nin çöküşü, ABD’nin hegemonyacı müdahalesine yeni çevresel koridorlar ve alanlar açtı ama ABD müdahalesinin de sorunsuz olmadığı ortaya çıktı. Her şeyden önce, ABD’nin stratejik ve olasılık planlaması dünyada olup biten her şeyi önceden kestiremez. ABD’nin müdahale politikaları zaman zaman önleyici olmaktan çok, tepkiseldir. Bunun nedeni kısmen kamuoyu, etnik lobiler, yasama kuramları, dışişleri bakanlığına bağlı daireler ve diğer örgütlü sınıf ve şirket çıkarları gibi iç politik etkenlerin baskısıdır. ABD’nin dünyaya egemen olma politikasının bir dizi iniş çıkışı barındıran genel eğrisi, Brzezinski ve ABD’nin siyasetini oluşturan başkalarının cevaplamakta yetersiz kaldığı bir konudur. Burada ilk amacım, SSCB’nin ve uydu devletlerinin çöküşünden beri, ABD’nin Batı Avrasya’yı hangi yollarla etkisi altına almaya çalıştığını göstermektir.5 ABD politikasının bazı iniş çıkışları, bu politikanın oluşum ve yürütme sürecindeki içsel çelişkilerin ifadesi olarak ortaya çıkıyor. Diğerleriyse, ABD’nin müdahale ederek, kendi ulusal çıkarlarına hizmet edecek bir yöne çekmek istediği çevre devletler ve bölgelerin farklı ve ABD’ninkilerle her zaman uyuşmayan çıkarlarıyla ilgilidir. Barış ve güvenlikten ziyade çatışma ve savaşlara yol açan, küreselleşme ve dünya egemenliği politikalarına içkin olan bu çelişkiler yumağının oluşturduğu patlayıcı malzemedir. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana önemli bir ekonomik zenginlik ve politik güvenliğe kavuşmuş olan AB, zor bir ikilemle karşı karşıyadır. Küresel sorunlar karşısında ABD ile birlikte ya da ABD’siz, 11 ABD ile birlikte ya da ABD’ye karşı çıkarak tutum alacak ya da pasifist ve demokratik bir tutum benimseyerek, böyle bir tutumun dünya çapında yaygınlaşmasını sağlayacaktır.

Her halükarda Avrupa tutarlı bir federal birlik oluşturarak, dünya politikasında bağımsız bir oyuncu haline gelmek durumundadır. Brzezinski buna katılmamaktadır. AB’nin doğuya doğru genişlemesini istiyor ama politik bütünleşmesini derinleştirmesine karşı, çünkü Ortadoğu’da Amerikan üstünlüğüne rakip olabileceğini düşünüyor: “Avrupa’nın genişlemesi, ABD’nin etki alanını genişletecek ayrıca yeni Orta Avrupalı üyelerin katılmasıyla Avrupa konseylerinde Amerikan yanlısı devletlerin artması Amerika’nın nüfuzunu artıracaktır. Genişleme, Avrupa’nın özellikle Ortadoğu’da büyük önem taşıyan jeopolitik konularda ABD’ye meydan okuyabilecek ölçüde politik bütünleşmesine yol açmayacaktır.” 6 Şimdi bu kitabın ikinci amacına, AB’nin dünya çapında bağımsız bir politik oyuncu haline gelme potansiyelinin araştırılmasına geldik. Bu potansiyel sınırlı, çünkü ABD’nin AB’nin politikası üzerindeki hegemonyası Soğuk Savaş sırasında kuruldu ve dolayısıyla çok köklü bir geçmişe sahip. Yine de elimizdeki kanıtlar, güçlü bir AB’nin gelişmesinin olanaksız olmadığını gösteriyor. Sovyet tehdidinin ortadan kalkmasının ardından 1990’larda Avrupa’nın ekonomik ve politik çıkarları doğrultusunda hareket alanı genişledi, Almanya’nın birleşmesi bu eğilimi daha da güçlendirdi. Avrupa’nın ekonomik bütünleşme sürecinin tamamlanması ve euronun yaratılması, AB’nin ABD’den bağımsızlaşma eğrisini destekleyen diğer göstergelerdir. KıbrısAB ilişkileri bağlamında, Almanya ve Fransa tarafından yönlendirilen bağımsız bir AB dış politikasının gelişme potansiyeline özellikle dikkat çekmek istiyorum. 1990’larda AB’nin, 1974’den beri de facto olarak bölünmüş bir cumhuriyetle, Kıbrıs ile katılım görüşmelerini başlatma kararı almasını, dış politikasını ABD ve Türkiye’nin taleplerine teslim etmeyi reddettiğini gösteren, ileri bir adım olarak görüyorum. Batı Avrasya’da Almanya ve Türkiye’nin ABD için kilit rollerini karşılaştırarak ilkinin diğerinden çok daha önemli bir oyuncu olduğu sonucuna varıyorum. Brzezinski’nin stratejik değerlendirmesinin önemli bir sorunu, Almanya ve Türkiye’nin Batı Avrasya kuşağındaki konumlarını karşılaştırmaktaki hatası, yani bu ülkelerin ABD politikalarının oluşturulmasında taşıdıkları jeopolitik önemi yanlış tespit etmesidir. ABD dış politikasının genel hatları ve küresel egemenlik stratejileri üretmek amacıyla kurulan kurumlan İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde, Soğuk Savaş esnasında ortaya çıktı. ABDAB karşıtlığı Soğuk Savaş döneminde başladı.

Bu nedenle, ABD politikasının Balkanlar ve Ortadoğu’daki sıkıntılarını anlamak için, çoğu kez tarihsel bir bakış açısına başvurmak gereklidir. ABD ve müttefiklerinin bugün karşı karşıya geldiği önemli bazı sorunların kökleri Soğuk Savaş yıllarına uzanmaktadır. Aynı şey Kıbrıs ve Ortadoğu örnekleri için de geçerlidir. ABD’nin Kıbrıs sorunuyla ilgilenmeye başlaması 1960’ların başlarına uzanır. Bu tarihlerde, İngiltere adadaki rolünü, 1959- 60 Zürih-Londra anayasal düzenlemelerinin garantisi altındaki iki üssünü elinde tutmakla sınırlandırma kararı almıştır. 1960’larda ve 1970’lerin başlarında ABD, her iki NATO müttefikini de tatmin edecek şekilde Kıbrıs’ı Yunanistan ve Türkiye arasında bölmek ve böylece sorunu büyük bir Soğuk Savaş kamplaşmasına dönüştürmekten kaçınmak isterken, AB soruna çok farklı bir şekilde yaklaşmıştır. 1974’de ortaya çıkan duruma teslim olmayı reddetmiş ve aynı zamanda adada iki bağımsız egemen devlet olmasını savunan Türk görüşünü reddetmiştir. 13 AB kendi önceliğinin birleşik ve bağımsız bir Kıbrıs Cumhuriyeti’ni saflarına almak olduğunu ilan etmiştir. Ayrıca AB, o tarihe kadar çözüm bulunup bulunmamasına bakmadan Rum yönetimindeki Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB’ye katılmasına karar vermiştir. Bu AB’nin Doğu Akdeniz ve Ortadoğu sorunlarında nüfuzunu artıran önemli bir dış politika inisiyatifidir. Bu inisiyatif AB’nin Avrasya’nın bu iki alt bölgesindeki politikasını ABD’ninkinden belirgin bir biçimde farklılaştırmıştır. Kitabın Yapısı Metin seçicidir ve zaman zaman konular arasında geçiş yapmaktadır. Burada ABD’nin Balkanlar ya da Ortadoğu’daki her devlete ilişkin dış politikasını ayrıntılarıyla tartışmak olanaksızdır, böyle bir hedef herhangi bir bireyin gerçek ve ideal kapasitesini aşardı. Başlangıç bölümü tartışmanın genel zeminini kuruyor. ABD’nin 1990’lardaki Avrasya politikasının niteliğini enerji faktörü üzerinde odaklanarak açıklıyorum.

SSCB’nin çöküşünden beri ABD ve Avrasya’daki diğer aktörler yeni bir jeopolitik uyguluyorlar. Bu yeni jeopolitik, Asya ve Avrupa kuşaklarını birbirine bağlayan petrol ve doğal gaz boru hatlarına ayrılmaz bir biçimde bağlıdır. ABD’nin Orta Asya’dan Balkanlara, buradan da Avrupa pazarlarına gelen petrol ve doğal gazın üretim ve nakliyesini hangi yollarla kontrol etmeye çalıştığım araştırıyorum. Aynı zamanda, Balkanların jeostratejik ve jeopolitik olarak Kafkas bölgesi ve Ortadoğu ile nasıl bir ilişki içinde olduğunu inceliyorum. Ortaya koyduğum kanıtlar, ABD politikalarında 1989’den ya da dolayısıyla 11 Eylül 2001’den sonra önemli bir değişiklik olmadığını gösteriyor. ABD daha ziyade, önceden var olan Soğuk Savaş politikasını küresel egemenlik doğrultusunda genişletmiş, çünkü Soğuk Savaş’ın ardından daha az politik direnişle karşılaşmıştır. Rusya ve ABD arasında 2002’de varılan 14 anlaşma üzerindeki yanıltıcı yorumları eleyerek, Soğuk Savaş’ın aslında son bulmamış olduğunu savunan bir tezin parametrelerini ortaya koyuyorum. Soğuk Savaş’ın farklı jeopolitik ve jeoekonomik çıkarlar peşindeki bütün büyük oyuncuları hala yerinde durmaktadır. Tek fark Avrupa’da Almanya’nın, Asya’da Çin’in ekonomik bakımdan daha güçlü olması, Rusya’nın tükenmiş olmamakla beraber zayıflamış durumu ve ABD’nin küresel çapta askeri-politik bakımdan saldırgan muzaffer güç olmasıdır. NATO ve ABD’ye, Yugoslavya’daki gelişmeleri Bosna ve Kosova krizleri aracılığıyla zor kullanarak yönetmek, böylece Balkanlar’ı Alman ve Rus etkisinden arındırıp, denetim altına almak için yaşamsal bir neden sunan enerji faktörünün altını bu bölümde bir kere daha çiziyorum. Ancak ister iç ister dış politika olsun, politika sadece ekonomiye ya da tek başına enerji faktörüne indirgenemez. Dış politika, derin politik ve diplomatik kökleri olan; güvenlik, savunma ve önleyicilik boyutlarına sahip çok yönlü bir stratejik eylemdir. Bu durum beni Yugoslavya örneğini inceleyerek, eylemlerini insan hakları ihlalleri’ doktrini ile meşrulaştırdıkları bir dönemde NATO ve ABD politikalarının çelişkilerini ortaya çıkarmaya yönlendirdi. Kosova savaşının amacının, Kosovalı Arnavutları Milosevic’in zalim pençesinden kurtarmak olmadığını iddia ediyorum. Bu, daha çok NATO’nun doğuya doğru genişlemesini ve ABD’nin enerji alanındaki çıkarlarını güvenceye alan ve aynı zamanda Balkanlar’daki Alman ve Avrupa etkisine son veren, önleyici bir savaştı.

Öte yandan bu savaş Balkanlar’da büyük Arnavutluk emellerini uyandırmış, çokuluslu Makedonya Cumhuriyeti’nin istikrarını tehdit ederek, Avrupa’nın güvenliğini tehlikeye düşürmüştür. Bu nedenle yeri gelmişken, AB ve NATO’nun doğuya doğru genişleme süreçlerini karşılaştırıp, AB’nin Yugoslavya çatışmasını çözüme kavuşturmak için kapsamlı bir politik gündem öne sürmekte nasıl yetersiz kaldığını vurguluyorum. Balkanlar ve Yakındoğu’da Yunanistan ve Türkiye’nin rollerini de inceliyorum. 1990’larda NATO’nun reform ve genişleme süreçlerini eleştirel bir biçimde gözden geçirerek, örgütün bir savunma paktından, liberal demokratik ilkeleri savunan ve bunları seçici bir biçimde uygulayan bir politik örgütlenmeye dönüşmesinin, ittifakı gelecek yıllarda ciddi bir politik çıkmaza sürükleyebileceğini öne sürüyorum. Soğuk Savaş sırasında ABD’nin Avrasya’nın kimi bölgelerindeki küresel liderliği, sadece Batı Avrupa’daki liderliğine değil, aynı zamanda Yakındoğu cephesindeki gelişmeleri kontrol etmesine de bağlıydı. 1947 tarihli Truman Doktrini ve kontrol altında tutma politikası, Batı Avrupa’nın savunulması ile Yakın/Ortadoğu’nun, Sovyet tehdidi karşısında politik-askeri savaşımın cephe hattını oluşturan Yunanistan, Türkiye, İran ve Afganistan’ın birlikte savunulması arasında bağ kurmuştu. Bu bağı çözümlüyor, 1950’ler ve 1960’lardaki Kıbrıs sorununu da bir bağlama oturtuyorum. Burada Yunanistan, Türkiye ve Kıbrıs’a yönelik İngiliz/ABD politikalarının temelde başarısız kaldığını, bunun nedeninin de önemli ölçüde Kıbrıs sorununa kalıcı ve sürekli bir çözüm bulamamaları olduğunu öne sürüyorum. Özellikle İngiltere’nin 1950’lerdeki ‘böl ve yönet’ politikası Yunanistan ile Türkiye arasında ve Kıbrıslı Rumlarla Türkler arasında daha büyük bir düşmanlığa yol açtı. ABD bu politik başarısızlığı 1960’larda İngiltere’den miras aldı, ancak 15 Temmuz 1974 tarihli Yunan cuntasının Kıbrıs darbesini ve beş gün sonra Türklerin birinci çıkarmasını önleyememesi, iki NATO müttefikini savaşın eşiğine getirdi. Öte yandan Ekim 1973 Yom Kippur savaşının deneyiminden sonra, ABD’nin stratejik olarak İsrail’i savunma ihtiyacı ile Temmuz ve Ağustos 1974’de Türklerin Kıbrıs’a saldırıları arasında bir ilişki görüyorum. Yunanistan, Türkiye ve İran’ı olası Sovyet saldırıları karşısında savunmanın taşıdığı anlamı, İsrail’in ABD için taşıdığı önemle ilişkilendire16 rek Arap-İsrail çatışması üzerinde duruyorum. Bu bölüm daha tarihsel bir bakış açısıyla yapılandırılmıştır. Bunu, Türkiye’nin iç ve dış politikasının bir çözümlemesi izliyor. ABD Soğuk Savaş sırasında olduğu gibi bugün de, özellikle de 1979’da İran’ı yitirdiğinden beri, Ortadoğu ve Orta Asya’daki stratejisini Türkiye’nin Güneybatı Avrasya’daki jeostratejik önemine bağlamıştır.

‘Türk ekseni’nin çözümlenmesi, Türkiye’nin NATO ve AB’deki ağırlığını Almanya, Fransa, Yunanistan ve Kıbrıs Cumhuriyeti’ninkiyle dengelememize olanak tanıyacaktır. Bu sorunlar, izleyen bölümdeki tartışmanın başlıca konusunu oluşturmakla birlikte, benim deneme niteliğindeki ön tezim, ABD’nin Almanya ve Fransa ile stratejik ortaklığına, Türkiye’ninkinden daha çok değer verdiğidir. Başka bir biçimde söylersek Batı Avrasya bölgesinde, yani Baltık devletlerinden, güneyde Hazar Denizi ve Basra Körfezi’ne dek uzanan kuşakta, Almanya ABD için Türkiye’den daha önemlidir. ABD, AB’nin doğuya doğru genişlemesinde başı çeken Avrupalı bir Almanya ile Türkiye arasında bir seçim yapmaya zorlansaydı, tercihini Almanya’dan yana yapardı. Hiçbir zaman resmen telaffuz edilmemiş olsa da, Yunanistan’ın 1990’larda, Kıbrıs’ın AB’ye katılımının kabul edilmemesi halinde, AB’nin doğuya doğru genişlemesini engelleyebileceğini öne sürerek oynadığı kumarın, tamamen bu stratejik değerlendirmeye dayandığına inanma eğilimindeyim.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir