Washington Irving – Uykulu Kuytu Soylencesi

Hudson Nehri, Hollandalı eski denizcilerin Tappan Zee adını verdikleri bir yerde genişleyip yayılarak uçsuz bucaksız akar. Burada, denizciler yelkenlerini her vakit ihtiyatla indirir ve Aziz Nicholas’a onları himaye etmesi için yakarır. Doğu kıyılarını girintili çıkıntılı bir biçimde çevreleyen bu geniş koylardan birinin bağrında kimilerinin Greensburgh adını verdiği, ancak çoğunlukla Tarry Town olarak bilinen bir pazar ve liman kasabası uzanır. Anlatılana göre bu isim, evvel zamanlarda, pazarın kurulduğu günler köy meyhanelerine gelip aylaklık etme eğiliminde olan kocalarından ötürü komşu köyün karıları tarafından uydurulmuş. Her neyse, benim görevim ispat etmekten ziyade açık ve inandırıcı olmak maksadıyla olanları anlatmak. Bu köyden çok değil belki üç kilometre uzaklıkta, yüksek tepelerin arasında küçük bir vadi, daha doğrusu bir arazi bulunur. Burası dünyanın en sessiz yerlerinden birisidir. Bir çayın dinginleştirici şırıltısıyla insanı ebedi istirahatine hazırlıyormuşçasına akıp gittiği bu topraklarda alışılagelmiş sükûneti bozan neredeyse yegane ses, ara ara kulağa çalınan ağaçkakan tıkırtıları yahut bıldırcınların ıslıklı ötüşleridir. Anımsıyorum da, henüz bir delikanlıyken, ilk sincap avı serüvenim şimdilerde vadinin bir yanını gölgeleyen uzun ceviz ağaçlarının yetiştiği koruda geçmişti. Tüm tabiatın tuhaf bir sessizlik içinde olduğu bir öğle vakti orada gezinirken, kendi silahımın şabat gününün tüm sakinliğini bozup dağıtan ve öfkeli yankısı bir müddet daha devam eden gürleyişiyle yerimden sıçramıştım. Şayet bir gün, dünyadan ve onun tüm avuntularından uzaklaşıp tasalı yaşantımın artıklarından hayallere dalarak sıyrılmayı dilersem bu küçük vadiden daha uygun bir yer düşünemiyorum. Dünyadan elini eteğini çekmiş bu küçük vadi, öteden beri, uyuşuk sessizliğinden ve ilk Hollandalı göçmenlerin soyundan gelen yerlilerinin tuhaf tabiatlarından ötürü UYKULU KUYTU olarak bilinir, buranın delikanlılarına ise yöredeki köylüler tarafından Uykulu Kuytu Oğlanları denir. Vadideki durum öyledir ki; uykulu, müphem bir varlık sanki buraya çöreklenmiş de havasına sızıp işleyerek tüm vadiyi ele geçirmiştir. Bazısı, bu topraklara yerleşimin ilk zamanlarında soylu bir Alman doktor tarafından büyü yapıldığını; bazısı da kabilesinin büyücüsü yahut kahini olan ihtiyar bir Kızılderili şefinin, toprakları Efendi Hendrick Hudson tarafından keşfedilmeden önce, ayinlerini burada düzenlediğini söyler. Yine de, burası her halükarda iyi kalpli insanlarının zihinlerini etkileyerek hayatlarını daimi bir düşselliğin içine hapseden bir büyünün etkisi altındadır.


İnsanı hayretler içinde bırakan birtakım inanışlara sahip bu yerliler, daimi bir esriklik içinde bulunur, çeşitli görülere haiz olup gaipten sesler ve müzikler duyarlar. Etrafta, kuytunun kimi yerlerine hayaletlerin dadandığıyla yahut alacakaranlık vaktiyle alakalı birtakım hurafeler anlatılagelir. Yıldızlar bu vadide hiçbir yerde olmadığı kadar çok kayar, göktaşları gökyüzünü hiçbir yerde olmadığı kadar parlak bir şavkımayla ışıtır. Ve bu haliyle vadi, dokuz yoldaşıyla dörtnala giden kabusun oyunları için biçilmiş kaftandır. Gelgelelim bu efsunlu yöreyi en sık ziyaret eden, görünüşe göre havadaki tüm güçleri de etkisi altında bulunduran başat hayalet, ata binmiş başsız bir insan suretin-dedir. Kimi söylentilere göre bu, bağımsızlık savaşı sırasındaki adsız muharebelerden birinde bir top mermisiyle başı uçan ve o günden beri rüzgarın kanatlarına atlamış-çasına bir ivedilikle seğirtip gecenin karanlığına karıştığı görülen bir askerin hayaletidir. Yalnızca vadiye dadanmakla yetinmeyen bu hayalet, kimi vakitler civar yollara, bilhassa fazla uzak olmayan bir kilisenin yakınlarına da musallat olur. Bu vakalara ilişkin etrafta dönen dedikoduları derleyip düzenlemede oldukça titiz davranan birkaç güvenilir tarihçinin ileri sürdüğüne bakılırsa süvarinin bedeni kilise bahçesine gömülüdür. Hayalet, geceleri kopan kafasını bulmak için muharebenin gerçekleştiği meydana gider. İşte Kuytu’da geceyarıları esen o şiddetli rüzgar da, süvarinin kilise bahçesine şafak sökmeden bir an evvel varmak amacıyla atını süratle koşturmasından meydana gelir. Bu gölgeler içinde yitmiş yörede, insanların birbirlerine ateş başlarında anlattıkları binbir ürkütücü hikaye, Uykulu Kuytu’nun Başsız Süvarisi diye bilinen hayalet etrafında döner ki hakkındaki rivayetlerden yukarıda kısaca bahsedilmişti. Dikkat edilmesi gereken şu ki, bahsettiğim hayallere, görüntülere yönelik bu eğilim yalnızca vadinin yerlilerine özgü değildir; gayriihtiyari olarak burada bir müddet yaşamış herkesin içine işlemiştir. Zihinleri bu uykulu yöreye girene dek ne denli berrak olursa olsun, insanlar buradaki büyülü havadan aldıkları bir iki solukla kendilerini hayal alemine teslim eder ve düşlere dalıp hayaletler görmeye başlar. Huzur dolu bu yerden elimden geldiğince övgüyle bahsederim. Burası, bu hareketli toprakların ötesinde aralıksız değişimler yaratan büyük göçlerin ve reformların yaşandığı vakitler; tıpkı New York’un köşesinde bucağında saklı kalan yerler gibi küçük Hollanda vadilerinin arasında kuytuda kalmış, bu nedenle nüfusunu, yaşam biçimini ve adetlerini muhafaza etmiştir.

Yöre bu haliyle, sazların ve su kabarcıklarının dinginlikle süzüldüğü yahut birbirini takip eden hareketlerle dalgalandığı, akıntıdan uzakta, suların coşkun çağıldamasını engelleyen küçük ve durgun su birikintilerinin bir eşidir. Uykulu Kuytu’nun mahmur köşelerinde gezinmeyeli bir hayli sene olmasına karşın yine de o eski ağaçları, o ağaçların kucağında otlarla benzeşip onlar gibi yaşayan aileleri tekrar görebilecek miyim merak ediyorum. Tabiatın bu kuytuluğunda, Amerikan tarihinin uzak bir döneminde, yani nereden bakılırsa bir otuz yıl kadar önce, Ichabod Crane adlı, civardaki çocuklara öğretmenlik yapmak amacıyla Uykulu Kuytu’ya kısa bir süreliğine gelen yahut kendi deyimiyle burada “oyalanan” muhterem bir kimse yaşamaktaydı. Amerika’nın, Birlik’e gerek deha bakımından gerekse orman hususunda öncü kimseler tedarik edip her sene sınırdan bir grup ormancı ve öğretmen yolladığı Connecticut eyaletinde doğup büyümüştü. Crane 1 soyadı tam da dış görünümünü yansıtıyordu. Boylu posluydu ancak dar omuzları, uzun kol ve bacakları, giysisinin kollarından aşağı uzayıp sarkan elleri ve kürek niyetine kullanılabilecek ayaklarıyla sırık gibi bir görünüme sahipti. Bu haliyle tüm gövdesi birbirine gevşek bir biçimde tutturulmuş gibi görünüyordu. Devasa kulakları, kocaman, donuk bakışlı yeşil gözleri ve uzun ince bir gagayı andıran burnuyla (öyle ki, tüneğine kurulmuş, rüzgarın ne yönde estiğini söyleyen horoz biçimindeki rüzgar fırıldaklanna benziyordu) kafası küçücük ve tepesi de dümdüzdü. Onun rüzgarlı bir günde bir tepenin etrafında esintiden kabarıp bir oraya bir buraya uçuşan kıyafetleriyle gezindiğini gören, kıtlığın vücut bulup dünyaya üşüştüğünü yahut bir korkuluğun mısır tarlasının birinden fırlayıp kaçtığını düşünürdü. Okulu, irice kütüklerden yapılma, alçak tavanlı, genişçe bir odadan oluşuyordu. Pencerelerin bir kısmı camla, bir kısmıysa eski müsvedde defterlerinin yapraklarıyla kapatılmıştı. Kimselerin olmadığı vakitler burası, içeri kolayca giriverecek olan bir hırsız geri çıkamasın diye kapı tokmağına dolanan bir söğüt dalı ve pencere kepengine dayandırılan direklerle mahirane bir biçimde emniyet altında tutuluyordu. Bu fikir için mimar Yost Van Houten, kuvvetle muhtemel yılan balığı yakalamak üzere kurulan tuzakların gizeminden esinlenmişti. Okul, epey ıssız ancak iç açıcı bir mevkide bulunuyordu; hemen yanıbaşında akan bir çay ve çayın sonunda yükselen heybetli bir huş ağacıyla ormanlık bir tepenin tam dibinde inşa edilmişti. Mahmur bir yaz gününde öğrencilerinin ders işlerken çıkardıkları uğultu, arı vızıldanmalarına benzeşirdi; bu vızıltılar, yer yer öğretmenin ikaz eden veya buyuran sesiyle, yer yer de tembel aylakların öğretmenleriyle beraber bilginin çiçeklerle kaplı patikasında çıktığı gezi sırasında huş ağacının dehşet verici bir biçimde uğuldamasıyla bölünürdü.

Doğrusunu söylemek gerekirse Ichabod işinde özenli bir insandı ve “Oğlunu dövmeyen özünü, kızını dövmeyen dizini döver” sözünü kulağına küpe etmişti. Muhakkak ki öğrencileri ona ne özünü ne de dizini döv-dürtüyordu. Gelgelelim onu, tebaasının acı çekmesinden memnuniyet duyan merhametsiz bir otoriteymiş gibi gösteremem; zira tam tersine, görevini zayıfların sırtındaki yükü alıp güçlülerin sırtına bindirmek suretiyle şiddet uygula-maktansa, adalet ve ayrımcılıkla yerine getiriyordu. Adaleti; hafif bir sopa savrulmasından bile yüzünü acıyla buruşturarak kaçan cılız bir yavrucağa müsamaha gösterip; o küçük, domuz gibi sağlam, inatçı mı inatçı, geniş etekli Hollandalı yaramazları falakanın altına yatırıp, acıdan suratları asılana, içleri kinle dolup taşana dek zavallılara işkence ederek sağlıyordu. Tüm bunlar bu öğretmen için “ailelere karşı görevini yapmak”tı. Üstelik çocukcağızlara, olan olduktan sonra onları fevkalade rahatlatan “yaptıklarını daima hatırlayacaklarına ve bunun için kendisine ömrünün sonuna dek teşekkür edeceklerine” dair bir güvence vermeden asla dayak atmıyordu. Ders saatleri sona erdiğinde ise büyük çocuklarla arkadaşlık ediyor, onlarla oyun oynuyor ve öğle aralarında güzel kız kardeşleri yahut güzel yemekleriyle meşhur maharetli anneleri olan ufaklıkları evlerine kadar götürüyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse öğrencileriyle arasını iyi tutması da gerekiyordu. Okuldan kazandığı para her gün yediği ekmeğe bile ucu ucuna yetiyordu. Her ne kadar sıska görünse de, ağzını anakondalara eş büyüklükte açıp muazzam bir iştahla ne varsa silip süpürme kuvvetine sahipti. Fakat geçimini sağlamak için, buralarda adet olduğu üzere, çocuklarına öğretmenlik yaptığı çiftçilerin evlerinde kalıyor, onların yemeklerinden yiyordu. Böylelikle, tamamı pamuktan bir mendilin içine sığan dünyalığıyla birlikte komşuları dolaşarak sırayla her birinde birer hafta misafir oluyordu. Tüm bunlar, okul masraflarının feci bir yük olduğunu düşünen ve öğretmenleri de işe yaramaz kimseler olarak gören köylü patronlarının elini çok dara sokmasa da, lc-habod kendini işe yarar ve uyumlu gösterebilmek için türlü yöntemlere başvuruyordu. Kimi vakitler çiftliklerdeki hafif işlerin bir ucundan o da tutuyor, çiftçilerin otları güneşin altına serip saman yapmalarına yardımcı oluyor, çitleri onarıyor, atları suluyor, inekleri otlaklardan toplayıp getiriyor ve kışın yakmak için odun kesiyordu. Tüm bunları yaparken de küçük imparatorluğu olan okulunda saltanatını sürerken takındığı hükmedici vakur ifadesini bir kenara bırakıp tarifi mümkün olmayan bir biçimde yumuşak başlı ve insanların lütuflarını kazanmak için canla başla çalışan bir kimseye dönüşüyordu.

Aradığı lütfü da çocuklarına, özellikle en küçük olanlarına göz kulak olduğu annelerin gözlerinde görüyor ve kuzuyu merhametle koruyup kollayan yürekli bir aslan gibi bir dizine bir ufaklığı oturtup, bir ayağıyla da beşiği sallayarak saatler geçiriyordu. Bu marifetlerinin yanı sıra kendisi yörede şan öğretmenliği de yapmaktaydı; genç insanları ilahi okuma konusunda eğiterek ışıl ışıl şilinleri cebine dolduruyordu. Pazar günleri, kilisenin koro yerinin önüne, seçtiği şarkıcılardan oluşturduğu bir grupla kurulup kendince zafer meşalesini rahiplerin elinden almasıyla ne kadar böbür-lense azdı. Sesi topluluğun geri kalanının üzerinden çın çın ederek yükselip uzaklaşırken bile etraf hâlâ işitilen tuhaf seslerle titreşirdi. Hatta ve hatta, yükselen sesler değirmen havuzunun tam tersi yönde bir kilometre öteye kadar uzanır; sakin bir pazar sabahı, duyana Ichabod Crane’in genizinden geldiğini belli ederdi. Böylelikle, muhterem öğretmen “ama öyle ama böyle” olarak adlandırılabilecek maharetli bir vardiya yöntemiyle geçimini bir şekilde sağlıyor, fakat kafa işinden zerrece anlamayan kimseler tarafından gül gibi geçinip gittiği sanılıyordu. Taşra kadınlarınca erkek öğretmenler; kaba köylü gençlerden katbekat üstün zevklere ve hünerlere sahip, ancak rahiplerinkinden aşağıda bulunabilecek bir eğitim almış hovarda beyefendiler olarak düşünüldüğünden onların gözünde çoğunlukla büyük önem teşkil ederler. Haliyle, varlıklarının da çiftlik evlerinin çay sehpalarında kısa süreli heyecanlanmalara, fazladan kek ve şekerleme tabaklarına yahut da bir ihtimal gümüş çay takımı geçitlerine sebep olması beklenir. Bu sebepten, bizim mürekkep yalamış adamımız da köyün tüm küçük hanımlarının gülümseyen yüzleri arasında bilhassa neşelenirdi. Pazarları ayin aralarında onların içinde nasıl göründüğünü bir hayal edin! O, etraftaki ağaçlardan hanımlar için yaban üzümleri koparıp getirir, gülmeleri için çevredeki mezartaşlarının üzerinde yazanları okur yahut hemen yakındaki değirmen havuzunun kıyısında kalabalık bir topluluk halinde onlarla birlikte gezinirken; köyün çekingen hödükleri, arkalarından süklüm püklüm ilerleyip Ichabod’un seçkin zarafetini, hal ve tavırlarını kıskanırdı. Yarı gezgin hayatından ötürü ayaklı bir gazete gibiydi, çevredeki tüm dedikoduları o evden bu eve taşır, bu sayede her zaman memnuniyetle karşılanırdı. Dahası kadınlar tarafından da; birbirinden farklı kitaplar okuduğu ve aynı zamanda sıkı sıkıya inanmakta olduğu Cotton Mather’ın “İngiltere’de Cadılığın Tarihi” isimli kitabına tam anlamıyla vakıf olduğu için, bilge bir insan gibi takdir görürdü. Ichabod esasında açıkgözlülüğün ve saflığın tuhaf bir karışımıydı. Doğaüstüne olan iştahı ve bunu özümseme kuvveti eşit derecede sıradışıydı; ki iki meziyeti de bu efsunlu bölgede yaşamaya başladığından beri güçlenmişti. Onun için kocaman ağzının yutamayacağı büyüklükte ve korkunçlukta hiçbir hikaye yoktu.

Öğleden sonraları öğrenciler dağıldığında, okulunun dibinde şırıldayan derenin yambaşındaki yonca yatağına uzanır, alacakaranlık sayfaları karanlığa gömene dek Mather’ın uğursuz hikayelerini okur ve bundan çoğu defalar büyük haz duyardı. Sonrasında batalıklığın, derenin ve de huşu dolu ağaçlığın yanından geçen, o gün konaklayacağı çiftlik evine uzanan yolda ilerlerken; yamaçtan gelen çobanal-datan kuşlarının iniltisi, ağaç kurbağalarının fırtınaya alamet olan uğursuz bağırtısı, çığırtkan baykuşların kasvetli ötüşleri yahut da kuşları tünedikleri çalıların üzerinden ürkütüp kaçıran ani hışırtılardan ibaret tüm tabiat sesleri, o geceyarısı vakti, coşkulu hale gelmiş hayal gücünü adamakıllı galeyana getirirdi. Sanki sıradışı bir parıltı yol boyunca dalga dalga akarak etrafı aydınlatıyormuş gibi kapkaranlık yerlerde en canlı ışıltılarıyla yanarak uçuşan ateş böcekleri de onu zaman zaman ürkütürdü. Öyle ki, bu ahmak böceklerden biri sallana sallana uçarken ezkaza kendisine çarpacak olsa zavallı çapkın, bir cadının büyüsünün kendisine isabet ettiğini zannedip oracıkta öbür dünyayı boylardı. Ichabod böyle anlarda kafasındakileri atabilmek ve habis ruhları kovmak için çareyi ilahi söylemekte bulurdu. Uykulu Kuytu’nun iyi yürekli insanları da, akşamları kapılarının önünde otururken onun kah uzaklardaki tepeden kah karanlık yoldan süzülüp kulaklarına çalınan sesiyle “uzunca vakit hasret kaldıkları ruhu okşayan o güzelliğe kavuşmuş” 2 halde sık sık huşuyla dolarlardı. Ichabod’un keyif aldığı korku verici uğraşlarından bir diğeri de uzun kış akşamlarını Hollandalı ihtiyar kadınlarla geçirmekti. Hanımlar ateşin yanına oturmuş yün eğirir, elmalar da ocakta kızarıp çıtırdarken Ichabod onlardan hayaletlerin ve cinlerin, lanetli tarlaların ve derelerin, perili köprülerin ve evlerin, bilhassa, kuytunun fırtına süvarisi de dedikleri başsız süvarinin hayret verici hikayelerini dinlerdi. Kendisi de aynı şekilde bir zamanlar Connecticut’ta hüküm süren cadı efsaneleriyle, dehşet veren kehanetlerle ve havadaki birtakım meşum görüntü ve seslerle onları eğlendirir; kuyrukluyıldızlara ve kayan yıldızlara dair tahminleriyle onları kederlere gark ederek korkutur; ve endişelenmeleri gereken bir gerçek olarak dünyanın tamamıyla kendi etrafında döndüğünü, hatta bazen tepetaklak bile olduğunu söylerdi!

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir