Xavier de Maistre – Sibiryalı Kız & Kafkas Tutsakları

Birinci Pol döneminin sonlanna doğru, babasının bağışlanmasını istemek için Sibirya’dan kalkıp yaya olarak Sen Petersburg’a giden bir genç kızm gözüpekliği, o zamanlar ünlü bir yazara (*) bu yaman yolcuyu bir roman kahramanı yaptıracak denli kışkırtıcı bir gürültüye yol açmıştı. Ama, bir çocuğun babasına karşı duyabileceği en temiz sevgiden başka bir tutku tanımayan ve kimseden öğüt almadan, kimseye güvenmeden, yüreğinde soylu bir işin düşüncesiyle o işi yapma gücünü bulan bu soylu ve deneyimsiz genç kıza birtakım aşk serüvenleri ve romanesk düşünceler yüklemelerine, kızı tanıyanların canları sıkılmıştı. Onun başından geçenler, bir romancının uydurma kişilerinin uyandırabileceği coşkulu ilgiyi bulamasa bile; başlı başına çekici olan ve bütün değerini gerçekliğinden alan bu öykü, sanırız az çok zevkle okunabilir. Adı Praskovi Lopulof tu. Ukrayna’nın soylu bir ailesinden olan babası, yazgının bir cilvesi annesiyle babasını Macaristan’a sürüklediği için bu ülkede dünyaya gelmiş, orada bir süre Kara Hüsarlar’da hizmet etmişti. Ama, az zaman sonra oradan da ayrılıp Rusya’ya gelmiş ve evlen- (*) Fransız yazan ve romancısı Madam Maria Coltin. 11 misti. Yurduna gelir gelmez hemen yeniden askerlik mesleğine girmiş; uzun süre Rus ordularında hizmet etmiş, Türklere karşı birçok kez savaşmıştı, ismail (*) ve Oçakof saldırılarında bulunmuş, yararlıklanyla birliğinin beğenisini ve saygısını kazanmıştı. Sibirya’ya neden sürüldüğü bilinmiyordu. Yargılanması ve hemen arkasından davanın yargıtaya gönderilmesi gizli tutulmuştu. Kimileri bir serserilik yüzünden üstünün öfkesini çekip mahkemeye verildiğini ileri sürüyorlardı. Her ne olduysa, kızı yola çıktığı sıralarda Lopulof, on dört yıldan beri Sibirya’da bulunuyordu. Tobolsk ilinin sınırlarına yakın olan işim köyünde oturmak zorunda bırakılmıştı. Bayındırlık işlerinde çalışmaya mahkum edilmeyen tutuklulara verilen günde on kapik gibi az bir parayla ailece geçiniyorlardı. Genç Praskovi, köylülerin ya da çiftçilerin çamaşırını yıkayarak, gücünün yettiğince köyün bütün işlerine katılarak ailenin geçimine yardım ediyordu. Çalışmasına karşılık eve buğday, yumurta ve sebze getiriyordu. Sibirya’ya pek küçükken geldiği için, daha iyi bir yaşam konusunda hiçbir bilgisi yoktu; kendisine epey güç gelen bu sıkıntılı işlere de bu nedenle seve seve katlanıyordu. İncecik elleri, başka türlü işler için yaratılmış gibiydi. Annesi, kendini tümüyle yokluk içinde çekip çevirdiği evinin işlerine vermiş olduğundan, bu acınacak duruma sabırla katlanıyordu; ama, ta ilk gençliğinden o canlı askerlik yaşamına alışmış olan babası bir türlü yazgısına razı olamıyor, büyük yıkımının neden olabileceğinden çok daha büyük umutsuzluk nöbetlerine kapılıyordu. (*) Osmanlı ordusunun İsmail kentinde Ruslar karşısında bozguna uğradığı çarpışma. 12 Her ne kadar içini kemiren bu üzüntüleri Praskovi’ye göstermemeye çalışıyor idiyse de, kızcağız kendi odacığıyla ana babasının odalarını ayıran bölmenin aralıklarından birkaç kez babasının ağladığını işitmiş ve bir zamandan beri de onların bu kara yazgıları üzerine düşünmeye koyulmuştu. Lopulof daha önceki başvurularını yanıtsız bırakan Sibirya valisine aylarca önce bir dilekçe göndermişti. Görevle tşim’den geçen bir subay, dilekçeyi kovalamayı üstlenmiş ve Lopulof a, isteklerini valinin yanında savunacağına söz vermişti. Karayazılı sürgün, biraz umutlanmıştı; ama öncekilere olduğu gibi, buna da bir yanıt verilmemişti. Tobolsk’tan gelen her yolcu (ki bu da pek seyrek olurdu), çektiği sıkıntılara bir de boşa çıkan umudun üzüntüsünü katıyordu. Genç kız, bu üzüntülü günlerin birinde, ekin biçmeden döndüğünde, annesini sel gibi akan gözyaşları içinde gördü; çektiği acılardan artık sabuklayan babasının sapsarı yüzünden, sıkıntılı bakışlarından pek ürktü. Babası, kızını görünce, “İşte!” diye bağırmaya başladı, “işte çektiklerimin en acısı bu! İşte hem kendi yıkımımla, hem de onun yıkımıyla iki kat acı çekeyim diye, en kaba işlerle gücü tükene tükene gözümün önünde günden güne eridiğini göreyim diye, herkes için bir mutluluk kaynağı olan babalık, benim için Tanrı’nın bir ilenci olsun diye, yazgının öfkeli bir anında bana verdiği çocuk!” Korku içinde kalan Praskovi, babasının kollarına atıldı. Ana kız kendi gözyaşlarını onunkilere kattılar; sonunda adamcağızı yatıştırmayı başardılar; ama bu olay, genç kızın üzerinde çok büyük bir etki uyandırdı. Annesiyle ba13 bası, onun yanında ilk kez umutsuz durumlarını açıktan açığa konuşmuşlardı; o da ilk kez ailesinin yıkımı konusunda bir bilgi edinebilmişti. işte o zaman, on beş yaşını sürerken, Sen Petersburg’a gidip babasının bağışlanmasını dilemek ilk kez aklına gelmişti. Kendisi anlatıyordu: Bu güzel düşünce, aklına bir gün tam duasını bitirdiği sırada bir şimşek gibi gelmiş ve ona anlatılmaz bir coşku vermişti. Praskovi bunun büyük koruyucu Tanrı’nm bir esini olduğuna her zaman inanmış ve bu sağlam inanç, sonradan en umutsuz durumlarda bile onun dayanağı olmuştu. O zamana dek özgür olma umudu yüreğine hiç gelmemişti. Bu yeni duygu, ona büyük bir sevinç verdi; hemen secdeye kapandı; ama düşünceleri öyle karmakarışıktı ki, kendi de Tann’dan ne isteyeceğini bilemedi. Ancak, içinde duyduğu ama ne olduğunu anlayamadığı bu mutluluktan onu yoksun kılmaması için Tann’ya yalvardı. Bununla birlikte, çok geçmeden Sen Petersburg’a gitme, împarator’un ayaklarına kapanıp ondan babasını bağışlamasını isteme düşüncesi kafasında gitgide gelişerek, o andan sonra beynini kaplayan tek düşünce oldu. Evin yakınlarında bir kayın ormanının kıyısında güzel bir yer seçmişti; dua etmek için çoğu kez oraya çekilirdi; o günden sonra oraya daha düzenli olarak gitmeye başladı; orada kendini tümüyle tasarladığı işe vererek, yapacağı yolculuğu kolaylaştırması, kendisine güç ve çıkar bir yol bağışlaması için yana yakıla Tann’ya yalvanyordu. Kendini bu düşüncelere öyle kaptırmıştı ki, birçok kez işlerini savsaklayacak denli ormanda dalıp kalır, bu yüzden de annesinden babasından azar işitirdi. Derin derin dü14 şündüğü bu girişim konusunda onlara açılabilinceye dek epey bir zaman geçti. Azıcık bir basan olasılığı gördüğü böyle tehlikeli bir konuşmaya başlamak için babasının yanına her gidişinde, içini yılgınlık kaplıyordu; bununla birlikte, düşüncesinin tümüyle olgunlaştığına inandığı zaman, bunu babasına söyleyeceği günü kararlaştırdı ve çekingenliğini yenmeye de iyice niyet etti. O gün Praskovi, annesiyle babasını kandırmak için gereken yürekliliği ve söz söyleme becerisini Tann’dan dilemek üzere erkenden ormana gitti. Sonra hangisini önce görürse ona söylemek karanyla hemen eve döndü. Annesinden izin almak umudu daha çok olduğu için, önce annesine raslamak istiyordu; ama eve yaklaşınca, babasını kapının yanında bir kerevetin üzerine oturmuş pipo içerken gördü. Kendi kendini yüreklendirerek onun yanına yaklaştı, tasarladıklannı anlatmaya başladı ve dili döndüğünce, Petersburg’a gitmek için izin istedi. Kızının sözünü hiç kesmeden, büyük bir ciddilikle dinleyen babası, Praskovi susunca onun elinden tuttu ve annesinin yemek hazırladığı odaya girerek, “Kancığım,” diye bağırdı, “sana iyi bir haber! Çok güçlü bir koruyucu bulduk! Bak, kızımız hemen yola çıkıp Petersburg’a gidecek, imparatorla kendisi konuşacak…” Lopulof sonra da Praskovi’nin kendisine söylediklerini alaylı alaylı anlattı. Annesi de, “Gelip size bu saçmaları söyleyeceğine, işine baksaydı daha iyi ederdi.” diye yanıt verdi. Genç kız, annesiyle babasının öfkelenmeleri olasılığına karşı önceden hazırlıklıydı, ama bütün umutlannı kökünden yıkan bu alaylı karşılık üzerine bütün gücünü yitirdi; acı acı ağlamaya başladı. Neşelendiği bu bir an için huyunu değiştiren babası, hemen ciddiliği15 ni takındı. Ağladığı için kızını azarladı. O sırada annesi yumuşamıştı; hem gülüyor, hem de Praskovi’yi sevip okşuyordu. Eline bir bez parçası vererek, “Haydi, yemek yiyeceğiz; önce şu masanın üstünü bir sil bakalım; sonra rahat rahat Petersburg’a gidersin,” dedi. Bu sahne, Praskovi’ye yılgınlık verme bakımından, kötü davranıştan, azardan çok daha etkili oldu. Bununla birlikte, küçük bir çocuk gibi davranılmaktan duyduğu küçülme duygusu çabucak geçti ve artık cesaretim kırmaz oldu. Bir kez şeytanın bacağı kırılmıştı; ondan sonra birçok kez bu konuya döndü, yalvarmaları öyle sık, öyle bunaltıcı bir durum aldı ki, artık sabrı tükenen babası onu bir temiz azarladı ve bir daha da bundan söz etmeyi kesin olarak yasakladı. Annesiyse, böylesine güç bir işi aklına getirmek için bile yaşının pek küçük olduğunu daha tatlılıkla ona anlatmaya çalıştı. O günün üstünden üç yıl geçti. Bu üç yılda, Praskovi bu konudaki ricalarını yineleyemedi. Annesinin uzun süren bir hastalığı yüzünden, tasarladığı işi daha uygun bir zamana bırakmak zorunda kaldı; bununla birlikte dualarını Tanrı ‘nın nasıl olsa bir gün kabul edeceğine inancı olduğundan, babasından izin alabilmek için de her gün ayrıca dua etmekten geri durmuyordu. Böyle güçlü bir inancın, bu dindarlık duygusunun, bu denli genç bir insanda, aldığı eğitimin gereği olmaması, büsbütün şaşırtıcı bir şeydi. Babası dinsiz değildi, ama pek dua filan da etmezdi; annesi böyle şeylere biraz daha uymakla birlikte, eğitimsiz bir kadındı. Praskovi’nin duyguları, tümüyle kendi içinden gelen duygulardı. Son üç yılda, akılca da gelişmişti; ailece toplanıp konuştukları zaman, 16 artık genç kızın sözü daha çok geçmeye başlamıştı. Bunun sonucu olarak, tasarladığı işten söz etmeye başladı; artık hiç değilse bu tasan tartışılabiliyordu. Annesiyle babası, artık bu işe çocukça bir düşünce diye bakamıyorlardı; bu yoldaki uğraşları, ona olan gereksinmeleri oranında oluyordu. Gitmesine engel olmak için ileri sürdükleri nedenler, aslında kızın yüreğini etkileyecek şeylerdi. Artık alayla ya da korkutmayla değil, gözyaşlarıyla, yalvarmayla onu kararından caydırmaya çalışıyorlardı. “Biz artık yaşlandık. Rusya’da ne servetimiz, ne de dostumuz kaldı; senden başka bir avuntumuz yok, ananla babanı bu çölün ortasında bırakıp nasıl gideceksin? Bu yolculuk, belki senin ölümüne yol açacak; bizi de özgürlüğe kavuşturacağı yerde yaşamımıza mal olacak; bu işi bütün bunlar için mi yapacaksın?” diyorlardı. Bu akla yakın sözlere, Praskovi gözyaşlanndan başka yanıt bulamıyordu; ama kararlılığı hiç sarsılmadığı gibi, günden güne de sağlamlaşıyordu. Ancak, babasının engel olmasından da önemli başka türlü bir güçlük karşısında bulunuyordu; pasaportu olmadan gidemezdi; pasaportsuz, köyden bile kımıldayamazdı. Öte yandan, şimdiye dek hiçbir mektuplarına yanıt vermemiş olan Tobolsk valisinin bu konuda onlara bir iyilikte bulunması da pek kuşkuluydu. Praskovi, yola çıkışını gene başka bir zamana ertelemek zorunda kaldı ve bütün düşüncesi, bir pasaport elde etmenin yolunu nasıl bulacağı düşüncesine odaklandı. O sıralarda köyde Neiler adında bir tutuklu vardı; bu adam bir Alman terzinin oğluydu. Bir zamanlar Moskova l Jniversitesi’nde okuyan bir öğrencinin uşağıydı; bundan dolayı da İşim’de herkes gibi düşünmeyen bir adam olarak 17 tanınmış ve bundan da yararlanmasını bilmişti. Kendisinin nihilist olduğunu ileri sürüyordu. Bu deliliği, daha yararlı olan terzilik sanatına eklenince, onu hem tutukluların, hem de yerlilerin tanımasını sağlamıştı; kimileri giysilerini onarttırıyor, kimileri de küstahça sözler söyleyerek onunla alay edip eğleniyordu. Bu eğlenenler arasında Lopulof da vardı. Neiler arasıra onu görmeye gelirdi. Genç kızın nasıl dindar olduğunu bildiği için onun sofuluğuyla alay eder, ona “Azize Praskovi” derdi. Kızcağız bu adamı olduğundan daha becerikli sanıyordu; valiye göndermek istediği rica mektubunu ona yazdırmayı düşündü. O zaman babasına da imza etmekten başka bir iş kalmayacaktı; böylece, belki daha kolaylıkla razı olurdu. Bir gün, ırmağın kıyısında çamaşır yıkamış, eve dönmeye hazırlanıyordu. Yola çıkmadan önce, her zamanki gibi, birçok kez haç çıkardıktan sonra yaş çamaşırları güçlükle sırtına aldı. Raslantıyla oradan geçen Neiler onu gördü ve alay etmeye başladı. “Bu yapmacık davranışı biraz daha yinelemiş olsaydınız, belki bir mucize yaratırdınız; çamaşırlar da eve kendi kendilerine giderlerdi.” dedi. Sonra da, kızın elindeki yükü zorla yakalayarak, “Verin,” dedi, “o denli nefret ettiğiniz dinsizlerin iyi insanlar olduklarını size göstereceğim.” Gerçekten de sepeti aldı, köye dek taşıdı. Yolda giderken, bir pasaport elde etmekten başka bir isteği olmayan Praskovi, Neiler’e dilekçeden söz etti; ondan önemli bir yardım beklediğini söyledi. Ne yazık ki, filozof yazmayı bilmiyordu. Kendini terzilik uğraşına verdiğinden beri okuyup yazmayı tümüyle unuttuğunu açıkladı; ama köyde Praskovi’nin işini görecek birinin bulunduğunu söyledi. Praskovi çok sevindi, hemen ertesi 18 günden sonra o kişiyi bulmaya karar verdi. Eve geldiklerinde babasının yanında birkaç kişi vardı; Neiler, Azize Praskovi’ye gördüğü hizmeti, onu mucize yaratmak sıkıntısından nasıl kurtardığını bağıra bağıra söyleyerek övündü ve daha bunun gibi nice kaba şakalar da yaptı. Ama genç kızın verdiği yanıttan da pek utandı. Praskovi, “Ben, Tanrı ‘nm büyüklüğüne nasıl bütün yüreğimle inanmam? Irmağın kıyısmdayken bir an ona yalvardım; çamaşırlar kendi kendilerine eve gelmediyse, ben de taşımadım ya! Dinsizin biri taşıdı. Böylece mucize yerine gelmiş oldu; ben Tanrı’dan başka bir şey istemedim ki…” dedi. Bu yanıt üzerine, orada bulunanların hepsi terziyi haksız bularak gülüşmeye başladılar; terzi de utanarak çekilip gitti. Genç kızda en zor anlarda bile eksik olmayan bu sevimli hazırcevaplığın birçok örneğini ileride göreceksiniz.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir