Jack yavaşlamadan önce takometreye baktı. Hız limitinin elli olduğu yerde yetmiş üç ile gidiyordu ve son dört ay içerisinde dördüncü defa polis tarafından durduruluyordu. Bir insan nasıl bu kadar şansız olabilirdi? Jack arabasını sağa çekti. ‘İnşallah şu anda yanımızdan daha hızlı bir araba geçer,’ diye düşünüyordu. Polis elinde kalın bir not defterle arabadan indi. Bob? Bu polis, kiliseden tanıdığı Bob değil mi? Jack iyice arabasının koltuğuna sindi. Bu durum bir cezadan daha kötüydü. Kilisede tanıdığı bir polis, arkadaş olduğuna bakmaksızın birini durduruyordu. Hem de hızlı gidip, trafik kurallarını ihlal ettiği için. “Merhaba Bob! Bu şekilde karşılaşmamız ne kadar ilginç!” “Merhaba, Jack!” Bob gülümsemiyordu. “Beni, karımı ve çocuklarımı görmek için giderken yakaladın.” “Evet, öyle,” Bob umursamaz görünüyordu. “Son günler eve hep çok geç geldim. Çocuklarım beni uzun süredir hiç görmedi. Ayrıca Dilbana bana bu akşam patates ve biftek yiyeceğimizi söyledi. Ne demek istediğimi anlıyor musun?” “Evet, ne demek istediğini anlıyorum. Ayrıca trafik kurallarını ihlal ettiğini de biliyorum,” diye cevapladı Bob. ‘Eyvah! Bu taktik fazla işe yaramayacak gibi. Taktik değiştirmek gerekli,’ diye düşündü Jack: “Beni kaç ile giderken yakaladın?” “70! Lütfen arabana girer misin?” dedi Bob. “Ah, Bob, bekle bir dakika lütfen. Seni gördüğüm anda takometreye baktım. Sadece 65 ile gidiyordum.” “Lütfen, Jack; arabana gir!” diye üsteledi Bob. Jack canı sıkkın bir şekilde arabasına girdi, kapıyı çarparak kapattı. Bob not defterine bir şeyler yazıyordu. ‘Bob niye benim ehliyetimi ve araba ruhsatımı istemiyor ki,’ diye düşündü Jack. Ne olursa olsun, bundan sonra kilisede bu adamın yanına oturmaktansa, birkaç Pazar Jack kiliseye gitmeyecekti. Bob kapıyı tıklatıyordu. Jack arabasının penceresini açtı. Bob Jack’a bir kâğıt verdi ve gitti. “Ceza değil bu,” diye kendi kendine söylendi Jack. Bir anda sevinmişti. Bu bir yazıydı ve kâğıtta şunlar yazıyordu: “Sevgili Jack, benim bir kızım vardı. Altı yaşındayken çok hızlı araba kullanan biri tarafından öldürüldü. Bu kazadan dolayı, adam cezalandırıldı. Üç ay hapishane cezasıydı bu. Bu adam hapishaneden çıkınca kendi çocuklarına sarılıp, öpüp, onları tekrar koklayabildi. Ama ben… Ben kızımı tekrar koklayabilip, öpebilmek için cennete gidinceye kadar beklemem gerekiyor. Bin defa adamı affetmeye çalıştım. Bin kere de başardığımı zannettim. Belki başarmışımdır, ama hâlâ kızımı düşünüyorum. Lütfen benim için dua et ve dikkat et, Jack; tek bir oğlum kaldı.” Jack on beş dakika kadar bir süre yerinde kıpırdaya-madı. Daha sonra kendine gelip, yavaş yavaş evine gitti. Evine varınca, çocuklarına ve karısına sıkıca sarıldı. ÖĞRENMENiN ESASI Genç bir adam, değerli taşlara ilgi duyarmış ve mücevher ustası olmaya karar vermiş. ‘Bu mesleği yapacaksam, iyi bir mücevher ustası olmalıyım,’ diye düşünmüş ve ülkedeki en iyi mücevher ustasını aramaya başlamış. Sonunda bulmuş, yanına gitmiş. Bir süre bekledikten sonra usta tarafından kabul edilmiş. “Anlat, dinliyorum,” demiş usta. Genç adam, taşlara ilgi duyduğunu ve iyi bir mücevher ustası olmaya karar verdiğini heyecanla anlatmış. Yaşlı usta sesini çıkarmadan genç adamı dinlemiş, sözleri bitince de ona bir taş uzatmış… “Bu bir yeşim taşıdır,” dedikten sonra, genç adamın avucuna taşı bırakmış ve avucunu kapatmış. “Avucunu aynen böyle kapalı tut ve bir yıl boyunca hiç açma. Bir yıl sonra tekrar gel. Haydi şimdi güle güle,” demiş ve şaşkın genç adamı öylece bırakıp kalkmış, odadan çıkmış. Genç adam evine dönmüş, kendisini merakla bekleyen annesiyle babasına neler olduğunu anlatmış. Anlattıkça da kendisine çok anlamsız gelen bu hareketi ve soğuk konuşması nedeniyle kızdığı ustaya olan öfkesi artıyormuş. Günler geçmeye başlamış. Genç adam sürekli söyleniyor, ama avucunu hiç açmıyormuş. “Nasıl böyle budalaca bir şey yapmamı ister? Bir de ülkenin en iyi mücevher ustası olacak. Bu saçmalığa bir yıl boyunca nasıl katlanacağım, böyle bir eziyetle nasıl yaşarım? Bu ne biçim ustalık… Ustalık kaprisi yapacaksa, bari başından yapmasaydı…” Devamlı söyleniyor, her önüne gelene ustadan yakınıyor, ama avucunu hiç açmıyormuş. Avucu kapalı uyuyor, bütün işlerini diğer eliyle yapıyormuş. Ve bu duruma giderek alışmaya, diğer elini çok rahat kullanmaya başlamış. Uyurken de yanlışlıkla avucu açılıp taş düşmesin diye hep yarı uyanıkmış. Böylece bir yıl geçmiş. Her günü zorluklarla dolu, her gecesi de yarım uykuyla yaşanmış bir yılı tamamlamış. Ve o gün gelmiş. Genç adam tam bir yıl sonra, büyük ustanın karşısına çıkmış. Usta bir süre beklettikten sonra yanına gelince, genç adam ne kadar saçma bulursa bulsun, bu sınavı başarıyla tamamlamış olmanın verdiği gururla elini uzatmış, avucunu açmış: “İşte taşın,” demiş. “Bir yıl boyunca avucumda taşıdım, şimdi ne yapacağım?” Yaşlı usta sakin bir sesle cevap vermiş: “Şimdi sana bir başka taş vereceğim, onu da aynı şekilde bir yıl boyunca avucunda taşıyacaksın.” Bu söz üzerine genç adam bütün sükûnetini kaybetmiş, bağırıp çağırmaya başlamış. Yaşlı ustayı bunaklıkla, delilikle suçlamış. Mücevher ustalığını öğrenmek için gelen genç bir insana böyle eziyet ettiği için, hasta olduğunu bağıra çağıra söylemiş. Genç adam bağırıp çağırırken, yaşlı usta ona hissettirmeden bir taşı avucuna sıkıştırmış. Öfkeden yüzü kıpkırmızı genç adam, bir yandan bağırıp çağırırken avucundaki taşı hissetmiş. Durmuş, taşı biraz daha sıkmış ve heyecanla konuşmuş: “Bu taş, yeşim taşı değil usta!” NASIL BiR HAYAT Bir zamanlar bir dağın yamacında yalnız başına yaşayan bir bilge varmış. Maddi ve manevi dertleri olanlar dünyanın birçok bölgesinden bu yöreye gidip bu bilgini ziyaret ediyor, ona akıl danışıyorlarmış. Bir gün genç bir adam kafasına takılan bir soruyu sormak için buraya gelmiş. Küçük bir kulübe olarak tasarladığı bu yer adeta bir saray yavrusuymuş. İçeride birçok insan soru ve sorunları için uzun kuyruk oluşturmuş. Bu genç de sıraya girmiş. Sıra ona gelince sorusunu sormuş: “Bana yaşamı özetler misin? Nasıl bir hayat en iyi hayattır?” Bilge cevap vermiş: “Bu soruya vereceğim cevap uzun olacak, sıranın bitmesini beklemelisin ki rahat rahat konuşalım. Sen bu arada benim evimi gez. Bir de sana bir kaşık sıvı yağ veriyorum. Sakın onu dökmeyesin.” Genç elinde yağ dolu kaşıkla odaları dolaşmış. Uzun bir süre sonra tekrar bilginin karşısına çıkmış. Bilge adam sormuş: “Evimi dolaştın mı?” “Evet,” cevabını alınca devam etmiş, “Peki halılarımın desenlerine dikkat ettin mi hangi şekiller var? “Hayır dikkat etmedim.” “Peki, kitaplarım, kitaplığım nasıl duvar resimlerimi inceledin mi?” Genç karşılık vermiş: “Ama ben yağ dökülür endişesiyle onlara dikkat edemedim.” “Peki, o zaman şimdi git evimin eşyalarını iyi tanı ki beni de tanıyasın. Bu arada yağa dikkat et.” Genç, evi dolaştıktan sonra tekrar gelmiş ve evdeki bütün eşyalar hakkında ayrıntılı bilgiler vermiş. “Çok güzel gerçekten çok dikkatli incelemişin, peki ama yağ ne âlemde, yağa dikkat ettin mi?” diye bilge adam sormuş. Genç şaşkın, kaşığa bakarak: “Eyvah… Evi incelerken yağı unutmuşum, yağ dökülmüş.” Bilgin gencin ilk sorusunu gülümseyerek cevaplamış: “Anlamlı hayat şudur: Elindeki yağı dökmeden evi inceleyebilmektir.” ANTİKA Genç adam antika merakıyla Anadolu’nun en ücra köşelerini dolaşıyor ve gözüne kestirdiği malları yok pahasına satın alarak yolunu buluyordu. Kış kıyamet demeden sürdürdüğü seyahatler sırasında başına gelmeyen kalmamış gibiydi. Fakat, bu seferki hepsinden farklı görünüyordu. Yolları kapatan kar yüzünden arabasını terk etmiş ve yoğun tipi altında donmak üzereyken, bir ihtiyar tarafından bulunup onun kulübesine davet edilmişti. Yaşlı adam antikacının yürümesine yardım ederken: “Günlerdir hasta olduğumdan odun kesmek için ilk defa dışarıya çıktım,” dedi. “Meğer seni bulmak için iyileşmişim!” Diz boyuna varan karla boğuşup kulübeye geldiklerinde, antikacının göre göre donuklaşan gözleri faltaşı gibi açıldı. Odanın orta yerindeki kuzinenin etrafını saran üç-dört iskemle, onun şimdiye kadar gördüğü en güzel antikalar olmalıydı. Saatlerdir kar içinde kalan vücudu bir anda ısınmış, buzları bir türlü çözülmeyen patlıcan moru suratını ateşler kaplamıştı. Yaşlı adam, misafiri yatırmak için acele ediyordu. Ona birkaç lokma ikram edip sedirdeki yatağını hazırlarken: “Bugün soba yakamadım, evladım,” dedi. “Ama bu yorganlar seni ısıtacaktır.” Ev sahibi yıllar önce vefat eden eşiyle paylaştıkları odaya geçerken, antikacı da tiftikten örülen battaniyelerin arasına gömüldü. Ancak bütün yorgunluğuna rağmen bir türlü uyuyamıyordu. Ertesi gün gitmeden önce ne yapıp edip o iskemleleri almalı, bunun için de iyi bir senaryo uydurmalıydı. Mesela hayatını kurtarmasına karşılık ihtiyara birkaç koltuk satın alabilir ve eskimiş olduğu bahanesiyle dışarı çıkarttığı iskemleleri, çaktırmadan minibüsün arkasına atabilirdi. Hatta onları kaptığı gibi kaçmak bile mümkündü. Yürümeye dahi mecali olmayan ihtiyar, sanki onun peşinden koşabilecek miydi? Genç adam kafasındaki fikirleri olgunlaştırmaya çalışırken rüzgârın uğultusuyla da dalıp gitmişti. Sabahleyin gözlerini açtığı gibi odadaki sandalyelerin gözden kaybolduğunu fark etti: “İhtiyar kurt herhalde planımı fark etti,” diye düşündü. “Belki de rüyada sayıkladım da söylediklerimi duyup onları sakladı,” dedi. Kahvaltıda sakin görünmeye çalışarak yaşlı adama seslendi: “İliğim, kemiğim ısınmış,” dedi. “Çorbanız da harika olmuş; ama akşamki iskemleleri göremiyorum.” Yaşlı adam odanın köşesine yığdığı iskemle parçalarından sonuncusunu da sobaya atarken: “İskemle dediğin, dünyanın malı be, evladım!” dedi. “Biz misafirimizi üşütür müyüz?” ÖMÜRDEN SAYMAYIZ Bir gün dervişin biri, bir köyün mezarlığı yanından geçerken bir şey dikkatini çekmiş. Mezarlıktaki bütün mezarların üzerindeki taşlarda ‘Beş yıl yaşadı’, ‘Üç yıl yaşadı’, “Sekiz yıl yaşadı” gibi yazılar görmüş. Köye varmış. Köylüler dervişi köy odasında misafir etmiş. Yemek yenilip sohbet başlayınca derviş köyün ileri gelenlerine sormuş: “Merak ettim. Köye gelirken mezarlıktan geçtim. Mezarlıkta bir şey dikkatimi çekti. Bütün mezar taşlarında üç yıl yaşadı, beş yıl yaşadı, sekiz yıl yaşadı gibi ifadeyle yazıyor. Oysa bu mezarların çoğu yıllar boyu yaşamış, ihtiyarlamış ve vefat etmiş insanlara ait. Niçin böyle yazılmış, bunun nedenini çok merak ettim,” demiş. Köyün ileri gelenleri cevap vermişler: “Biz ömrümüzü dostlarımızla, sevgiyle ve mutlulukla bir arada geçirdiğimiz zamanla değerlendiririz. Diğer zamanları ömürden saymayız!” ÇİÇEKLERİ GÖRÜYOR MUSUNUZ? Kör sağır ve dilsiz doğdu. Fakat insanlık tarihine bir dilenci olarak değil, çok iyi bir felsefeci olarak geçti. Başlangıçta göremiyordu, konuşamıyordu, duyamıyordu. Ama bütün bunların üstesinden gelmeyi başardı. Ve bir gün şöyle dedi: “Bazen kendi kendime: ‘Dünyada herkes senede iki gün görme ve işitme duyularından mahrum kalsa, ne iyi olurdu,’ diye düşünürüm. O zaman onlar karanlıkta görme kabiliyetlerine daha çok değer vermeyi, sessizlikte seslerin verdiği zevki daha iyi duyabilmeyi öğrenebilirlerdi.” Acaba sadece birkaç günlüğüne görebilmesi mümkün olsaydı, önce neleri görmek isterdi Hellen Keller? “Birinci gün bana olan iyilikleri ve yardımlarıyla hayatıma değer veren insanları görmek isterdim. Bir kimseyi görebilmenin insanlarda ne hisler uyandırdığını bilmiyorum. Ben sadece dokunarak onların yüz hatlarını, kederli mi, neşeli mi olduklarını hissedebilirim. Fakat görenler, acaba gözlerini iyi kullanıyorlar mı? Sevdiklerinin göz renklerini, yüz hatlarını biliyorlar mı? Evet, ilk gün sevdiğim arkadaşlarımı eve çağırıp yüzlerine uzun uzun bakardım. Sonra yeni doğmuş bir bebek görmek isterdim. Sadece onun masumluğundan bir güzellik hissesi alabilmek için. Kitapları görmek isterdim ayrıca. O akşam grubun her zamankinden daha parlak ve muhteşem olması için Allah’a yalvarırdım. Ve gözlerimi hiç ama hiç kapamazdım. Ertesi günü şafak vaktini seyrederdim. Sonra insanların sanat eserlerini görmek isterdim.” Etrafınıza üç gün sonra bir daha hiç göremeyecekmiş gibi bakınız. Üç gün sonra bir daha hiç duyamayacakmış gibi dinleyiniz sesleri. Belki o zaman, her zaman bakıp da görmediğiniz, işitip de güzel bulmadığınız ne harikalarla karşılaşacaksınız.
Yasar Atesoglu – Hayatınızı Değiştirecek Bilgelik Öyküleri
PDF Kitap İndir |