Çieko, ihtiyar akçaağacın gövdesinde menekşelerin açtığını gördü. Bu yıl da çiçekler açıyor diye düşündü ve o zaman sevgili ilkbaharı selâmladı. Evlerin karmakarışık yığını, ortasında maman daracık bahçedeki bu akçaağaç bir dev gibi yükselmekteydi. Gövdesi genç kızın vücudundan daha kalındı, ama yer yer kuruyarak dökülmüş, yosunlarla kaplı sert kabuğu Çieko’nun genç vücuduyla pek tabii karşılaştırılamazdı. Akçaağaç Çieko’nun kalçası hizasında haϐifçe eğilmiş ve sağyana doğru kızın başını aşan bir kemer meydana getirmişti. Bu kemerin üzerinde dallar her yöne kol atıyor ve bahçeyi egemenlikleri altına alıyordu. Uzun dalların uçları kendi ağırlığının altında yere doğru sarkmıştı. Eğrildiği yerin biraz aşağısında gövde iki kere yarılmıştı. Menekşeler işte bu iki yarığa yerleşmişlerdi ve her baharda çiçek açıyorlardı. Çieko kendini bildi bileli bu menekşe salkımları orada durmaktaydı. Birbirlerinden aşağı yukarı bir ayak boyu uzaklıktaydılar. Çieko gelinlik çağa gelince bazı kez şöyle düşünmüştü: menekşeler birbirlerine kavuşabilecekler mi acaba? Acaba tanışıyorlar mı birbirleriyle? «Birbirine kavuşmanın» ve «birbiriyle tanışmanın» menekşeler için ne anlamı olabilirdi? Ağacın gövdesindeki küçük oyuklarda her bahar yapraklar yeşerir ve sonra da çiçek açardı, çoğu kez bunlar üç, en çok da beş tane olurdu. Çieko, balkondan ağacı gözler ve zamanı gelip de hayat ağacın üstündeki menekşelere değince bir yalnızlık duygusu yüreğini kaplardı. «Burada doğmuşlar, burada yaşıyorlar ve yaşamalarını burada sürdürecekler…» Mağazaya gelen müşteriler, gösterişli akçaağaca hayran olurlardı, ama hiç biri üzerinde açan menekşeleri farkedemezdi. Tepesine kadar yosunla kaplanmış kalın gövde, şişiklerinde kocamışlığın gücüyle hâlâ heybetli, hâlâ hoş görünüşlüydü. Oraya yerleşmiş kendi halinde menekşeler ise göze çarpmıyorlardı. Fakat kelebekler onları öğrenmişlerdi. Çieko menekşelerin yeniden çiçek açtığını keşfettiği sırada, yerde uçuşan küçük beyaz kelebeklerden birkaç tanesi akçaağacın üstüne doğru yükselip menekşelerin çevresinde kanat çırpmaya başladılar. Kırmızı yaprakçıklarını sürmeye başlamış olan ağaç, kelebeklerin danseden beyazlığında parıldamaktaydı. Çiçek açmış küçük menekşe kümelerinin incecik gövdeleri, gövdenin tatlı yeşil, taze yosunları üzerine düşüyordu. Buram buram tüten yumuşak bir bahar günüydü. *** Beyaz kelebekler bahçenin içinde dört dönüyorlardı. Çieko balkonda oturup kaldı ve menekşeleri seyre koyuldu. Benim için bu yıl da böylesine güzel çiçek açmaları beni sevdiklerinden, diye fısıldamak istiyordu onlara. Ağacın kökünün hemen yanında, menekşelere doğru yükselen eski bir taş fener vardı. Fenerin alt tarafında bir kabartma bulunuyordu. Babasının bir zamanlar anlattığına göre, kabartma Hazreti Isǚ a’yı tasvir ediyordu. Çieko o zaman, «Meryem Ana olmasın?» diye sormuştu. «Kitano’daki Tenyin tapınağı yakınlarında buna benzeyen daha büyük Meryem Ana resmi görmüştüm.» Babası, «Bu Hazreti İsa’dır» diye kestirip atmıştı. «Baksana kucağında çocuk taşımıyor.» «Ah öyle ya..» Çieko başını eğerek bu sözüdoğrulamış, sonra da, «Bizim atalarımız arasında Hıristiyan var mıydı?» diye sormuştu. «Elbette yok. Bu fener bir bahçıvan, ya da bir taş oyucu tarafından getirilip buraya konulmuş olmalı, öyle görülmemiş bir şey değil.» Bu Hıristiyan feneri belki de Hıristiyanlığın henüz yasak olduğu zamanlardan kalmaydı. ( 1 ) Taş kabaca yontulmuş ve yer yer çatlamıştı. Rüzgârların ve yağmurların etkisiyle dökülmeye başlamış kabartmanın üstünde baş, gövde ve ayaklar güçlükle seçilebiliyordu. Belki de aslında derinliği fazla olmayan bir kabartmaydı. Figürün kollarının geniş yeni, elbisenin eteğindeki saçaklara kadar uzanıyordu. Görünüşe göre ellerini kavuşturarak göğsüne doğru kaldırmıştı. Ama şekil tam olarak seçilemiyordu. Her haliyle basit bir çalışma olan bu figür, Buda’nın, ya da Cizo’nun ( 2 ) taştan yapılmış tasvirlerinden çok daha başka, bir etki uyandırıyordu. Mağazanın bahçesindeki Hıristiyan feneri şimdi akçaağacın yanıbaşında öylece durmaktaydı. Bir inancın eski tanığı olarak etkilemek gücünü yitirmiş, sadece yaşlı ve saygıdeğer bir görünüş içindeydi. Bir müşterinin dikkatini çekince, babası keyiϐli bir edayla, «Bir Isǚ a resmi!» derdi. Taşı kararmış bu fener bir kimsenin ilgisini de pek seyrek çekerdi; ona kimse aldırış etmiyorsa, bu bir ya da iki bahçe fenerinin her yerde her zaman görülen şeylerden oluşundandı. Çieko’nun bakışları menekşelerden aşağıya Isǚ a ϐigürüne doğru indi. Genç kız misyoner okullarına gitmiş değildi. Sırf Inǚ giliz diline olan sevgisinden küçük Hıristiyan kiliselerine girmiş çıkmış ve Inǚ cil’i de okumuştu. Ama dökülmeye başlamış bu eski fenerin önünde çiçekler kurban etmek, ya da mum yakmak zıddına gidiyordu. Taşın üstünde hiç bir yere de haç işareti yapılmış değildi. Çieko fenerden tekrar menekşelere döndü. Çiçekler ona Meryem Ana’nın yüreği gibi görünüyorlardı. Birden aklına eski Tamba seramiğinden bir kutuda yetiştirdiği cırcır böcekleri geldi. Çok zaman önce, ihtiyar akçaağaçta menekşeleri daha yeni keşfettiği sırada, cırcır böcekleri toplamaya başlamıştı. Dört ya da beş yıl oluyordu. Ortaokuldan bir kız arkadaşının odasında cırcır böceklerinin aralıksız ötüşünü dinlemiş ve bunlardan birkaçını alıp eve getirmişti. O zaman, «Hayvancıkları bir kutu içinde beslemek doğrusu feci bir şey» demişti. Ama arkadaşı açık bir kafese koyup, ölüp gitmelerine seyirci kalmaktansa böylesi daha iyi cevabını vermişti. Hatta bunların yığınla yetiştirildiği manastırlar bile vardı, çünkü bu hayvancıklar aranılan yaratıklardı… Çieko’nun cırcır böcekleri de çoğalmışlar ve onları eski Tamba seramiğinden iki kutuya bölüştürmesi gerekmişti. Her yıl haziran başında yumurtalarından çıkıyorlar ve ağustos ortasında da ötmeye başlıyorlardı. Karanlık daracık kutunun içinde doğuyorlar, şarkılarını söylüyorlar, yumurtluyorlar ve ölüyorlardı. Böylece soylarını sürdürüyorlardı. Bir neslin bile açık kafeste kısa ömürlüde olsa yaşaması ne kadar iyi olacaktı. Ama bütün bir hayatı kutu içinde geçirmek!. Bütün evrenlerinin bir kutu oluşu! Çieko, «kutu içinde evren»in çok eski Çin’in dağkeşişlerine ait bir efsane olduğunu biliyordu. Bu kutunun içinde, tadları eşsiz şaraplar ve neϐis yemeklerle dolu saraylar varmış, bu dünyanın ötesinde sihirli bir ülkeymiş orası. Cırcır böcekleri kutunun içinde besbelli sıkılmıyorlar, her canlı gibi ölümlü dünyadan korkuyorlardı; belki de bir kutunun içine kapatılmış olduklarından hiç haberleri yoktu. Ama yaşıyorlar ve yaşamalarını sürdürüyorlardı. Çieko’yu en çok şaşırtan şey, bir seferinde yeni erkek böcek koymadığı kutuda yumurtadan çıkan yavruların minik ve güçsüz kalmaları oldu. Suç kardeş hayvanların çiftleşmesindendi. Bunu önlemek için cırcır böceği besleyenler aralarında erkek hayvancıklar değiş tokuş ederler. Şimdi ilkbahardı, cırcır böceklerinin mevsimi olan güz değildi, ama akçaağacın gövdesindeki menekşelerle bunların Çieko’ya cırcır böceklerini hatırlatması arasında besbelli bir ilinti olmalıydı. Cır cır böceklerini kutuya Çieko koymuştu, iyi ama menekşeler o daracık yerlerine nasıl gelmişlerdi? Menekşeler nasıl çiçek açtıysa, aynı şekilde cırcır böcekleri de bu yıl yumurtalarından çıkacak ve öteceklerdi. Hayat böyle mi sürüyordu? Çieko haϐif bahar rüzgârının oynaştığı saçlarını kulaklarının arkasına attı. Menekşeleri ve cırcır böceklerini düşündü, sonra da arıları kendisiyle karşılaştırdı. Ya ben? Bu bahar gününde, tabiatta hayatın uyandığı ve nabızlarının atmaya başladığı bu günde Çieko sadece minnacık menekşelere bakıyordu. Mağazada öğle paydosu başlamıştı ve Çieko çiçekleri seyretmeye gitmek için söz vermiş olduğunu, bunun için de hazırlanması gerektiğini hatırladı. *** Bir gün önce, Misuki Şiniçi, Çieko’ya telefon etmiş ve Haian tapınağında ( 3 ) çiçeklerin açmasını seyretmeye gitmek üzere davet etmişti. Tapınağın bahçe kapısında birkaç haftalığına bilet kontrol işine girmiş bulunan fakülteden bir arkadaşı Şiniçi’ye çiçeklenmenin şu sırada en güzel dönemine girmiş olduğunu haber vermişti. Şiniçi, «Ben onu kendime özel muhafız olarak atadım, onun için her şey yolunda» demiş, hafifçe gülmüştü. Ve onun bu hafifçe gülmesi güzeldi. Çieko, «Bizi de kollar mı?» diye sormuştu. «Oğlan kapı kontrolüdedim ya, dilediğini bırakır içeri.» Şiniçi tekrar haϐifçe gülmüştü. «Ama Çieko’nun daha hoşuna gidecekse, ayrı ayrı içeri girelim, sonra da bahçede çiçeklerin ortasında buluşalım. O zaman insan bir süre çiçekleri yalnız başına seyretmek zorunda kalır, bunun da bir zararı yoktur. Öylesine güzel ki onlar, seyretmeye bir türlü doyulmuyor.» «O halde belki de Şiniçi’nin yalnız başına gitmek daha çok hoşuna gidecek.» «Ah hayır! Ama bu gece yağmur yağar ve çiçekleri kırarsa, o zaman elden ne gelir?» «O zaman da kırılmış çiçeklerin güzelliğini seyrederiz.» «Yağmurdan ezilmiş, çamur içinde oraya buraya saçılmış çiçek yapraklarına sen güzel mi diyorsun? Yere düşmüş çiçekler, şey..» «Sen kötüsün.» «Hangimiz kötü?» Çieko göze çarpıcı olmayan bir kimono seçti ve dışarı çıktı. Haian tapınağı geçmiş zamanları değerlendiren şenlikleriyle de tanınmıştır. Tapınak binası bin yıldan fazla bir zaman önce başkenti Kiyoto’ya nakleden Imǚ parator Mammu’nun hatırasına kurulmuştu. 1895’ten kalma bir yapıydı. Yani pek o kadar eski sayılmazdı. Ama Tanrılar kapısı ile dıştaki ayin salonu eski Haian —imparatorluk sarayının büyük salonu— daygok’u ve büyük kapısı örnek alınarak yapılmış, oradaki gibi buraya da sağlı sollu kiraz ve portakal ağaçları merdivenli çıkış yolunun iki tarafına dikilmişti. Imǚ paratorluk sarayının Tokyo’ya nakledilmesinden önce hükümdarlık etmiş olan Imǚ parator Komay 1938’de burada Tanrılar arasına kabul edilmişti. Bu tapınakta sık sık evlenme törenleri yapılmaktaydı. Kiraz ağaçları erguvan rengi çiçekleri ve alabildiğine aşağıya sarkmış dallarıyla tapınak bahçesinin en güzel süsüolarak, göze çarpmaktaydı. Ağaçlar sanki tapınağa kendi damgalarını basmış gibiydiler. Eski imparatorluk şehrinin baharını bu kiraz çiçeklerinden daha iyi ne ifade edebilirdi? Tepeden tırnağa çiçek açmış kirazların kızıl rengi Çieko’nun gönlünü dolduruyordu. Ah, bu yıl da Kiyoto’nun baharıyla karşılaştım diye düşündü, olduğu yerde durdu. Bakışlarını başka yana çeviremiyordu. Şiniçi daha önce gelmiş miydi acaba? Kendisini nerde bekliyordu? Odžnce onu aramak sonra seyre koyulmak istedi. Çiçeklerin arasından aşağıya doğru yürüdü. Aşağılarda bir çayırlığın üzerinde onu buldu; gözlerini yummuş, ellerini ensesinde kavuşturmuştu. Şiniçi’yi uzanmış bir halde bulacağını Çieko hiç beklemiyordu; yakışık almaz bir davranıştı bu. Hem bir genç kızı beklemek, hem de böyle sere serpe uzanmak! Kendisini incitse ve nazik olmayan davranışta bulunsa genç kıza onun bu yakışıksız uzanışından daha az dokunacaktı. Çieko çevresinde erkekleri yatmış görmeye alışmamıştı. Delikanlı ise Udžniversite bahçesinde çamların üzerine sırtüstü uzanıp başını kollarına dayamaktan ve arkadaşlarıyla öz değeri olan sohbetlere girişmekten zevk alırdı. Sadece bir alışkanlık işte. Şiniçi’nin yakınında dört beş tane yaşlı kadın kahvaltı paketlerini açmışlar, ateşli ateşli çene çalmaktaydılar. Acaba Şiniçi yaşlı kadınları sevimli bulup yanlarına oturmuş, sonra da uykuya mı dalmıştı? O zaman içinde delikanlıdan gülümseyerek özür dilemek arzusu uyandı, birden yanakları kızardı. Şiniçi’ye seslenmek elinden gelmiyor, kararsız bir halde orda duruyordu. Sonunda uzaklaştı ordan. Genç adamı şimdiye kadar uyurken hiç görmemişti. Udžniversiteli üniformasını derli toplu şekilde giymişti, zaçları özenle taranmıştı. Uzun kirpikleri bir erkek çocuğunun kirpikleri gibi görünüyordu. Ama Çieko bakışını onun yüzünden başka yana çevirdi. Şiniçi, «Çieko! » diye bağırarak yerinden fırladı. Çieko birden öfkelenmişti. «Burda böyle yatman çok çirkin. Önünden gelip geçenler seni seyrediyor.» «Uyumuyordum. Gelirken seni gördüm.» «Ne kötüsün.» «Ben seslenmeseydim Çieko ne yapacaktı?» «Buraya geldiğimden beri hep uyur gibi mi yapıyordun?» «Şu gelen genç bayan ne kadar mutlu görünüyor diye düşündüm. Ve bir parça da efkârlandım. Üstelik başım da ağrıyordu.» «Ben mi? Ben mi mutluymuşum?» «………………» «Baş ağrın nasıl?» «Yok, geçti artık.» «Rengin solmuş.» «Yok, yok bir şeyim.» «Yüzün parıldayan bir kılıç gibi aydınlık.» Parıldayan bir kılıç gibi sözünü Şiniçi’nin yüzü için sık sık söylerlerdi Ama Çieko’nun ağzından ilk kez duyuyordu. Içǚ inde sıcak bir şeyler alevlenir gibi oldu, ama sonra gülerek, «Bu kılıç seni acıtmaz» dedi, «hem bak artık her yanımız çiçeklerle donanmış.» *** Çieko yamaç yukarı biraz yürüyüp batı korusunun giriş yerine yöneldi. Şiniçi ardından geliyordu. Genç kız, «Bütün çiçekleri görmek istiyorum» dedi. Batı korusunun girişinde dalları yere değen erguvan rengi kirazların meydana getirdiği çiçek duvarının görüntüsü soluk kesiciydi. «Bahar işte burda! » Aşağıya sarkan incecik dalların uçlarına kadar sekiz katlı erguvan çiçekler birbirleriyle kucak kucağaydı. Bunlar çiçek açmış ağaçlar değildi artık, ortada dallar tarafından taşınan çiçekler yardı sadece. Çieko, «En çok burdaki çiçekleri seviyorum» diyerek Şiniçi’yi korunun dönemeç yaptığı ve kiraz ağaçlarından, özellikle birinin alabildiğine yayıldığı yere doğru götürdü. Delikanlı, «Onlarda kadınımsı bir şeyler var» dedi, «ilk bakışta görülüyor. Aşağı sarkan narin dallar, yumuşak çiçekler, içleri dolu şeyler.» Sekiz katlı çiçeklerin erguvanında donuk kızıl bir parıltı vardı. Şiniçi, «Onların renginde ve çekiciliğinde» dedi, «şimdiye kadar hiç böylesine dişilik hissetmemiştim.» Kiraz ağacının yanından ayrılıp göle doğru yollarına devam ettiler. Yolun daraldığı yerde, bir dinlenme peykesi vardı. ( 4 ) Udžzerinde erguvan renkli bir çiçek halısı asılıydı. Ziyaretçiler buraya oturup çay içerlerdi. «Çieko.. Çieko!» diye birisi seslendi. Ikǚ i tarafı ağaçlıklı loş yoldaki «Saf Gönüllerin Yuvası» adlı küçük çayhaneden ( 5 ) uzun kollu kimonosuyla Masako çıktı. «Biraz benim yerime geçebilir misin Çieko? Oldukça yoruldum, öğretmenimizin çay davetine yardım ediyorum da» Çieko, «Bu kılıkla» dedi, «ancak mutfakta yardımcı olabilirim.» «Zararı yok, mutfakta da olabilir. Ben konuklara fincanları götürüyorum.» «Yanımda birisi var ama.» Masako delikanlıyı görünce, fısıldayarak «Nişanlın mı?» diye sordu. Çieko hayır dercesine başını hafifçe salladı. «Sevdalın mı?» Genç kız tekrar hayır işareti yaptı. Şiniçi yürümesine devam etmişti. «Onunla içeri girmek istemez miydin? Yer var..» diye Masako davet ettiyse de Çieko reddetti ve Şiniçi’nin arkasından koştu. «Çay derslerinden arkadaşım» dedi. «Güzel değil mi?» «Öyle çarpıcı bir tarafı yok.» «Yavaş konuş. Ya işitirse.» Çieko, hâlâ olduğu yerde durup arkalarından bakan Masako’ya başını eğerek selâm verdi. *** Çayhanenin yanından uzanan patikada yürüyerek göle geldiler. Kıyısında taze eğir otları fışkırmıştı. Durgun parlak yüzeyinde ise beyaz su zambakları yüzüyordu. Burada hiç kiraz ağacı yoktu. Çieko’yla Şiniçi gölün çevresini ağır ağır dolaşıp loş bir patikaya saptılar. Havada taze yaprak ve ıslak toprak kokusu vardı. Ağaçların gölgelendirdiği dar yoldan, daha büyük gölü olan aydınlık ve geniş bahçeye gidiliyordu. Salkım salkım kirazların erguvan çiçekleri parıldayarak gölün sularına yansımaktaydı. Ziyaretçiler arasında yabancı turistler de vardı, kiraz çiçeklerinin resimlerini çekiyorlardı. Odžteki kıyıdaki yolda beyaz çiçekli katmerli zakkumlar diziliydi. Çieko, Nara’yı düşündü. Zakkumların arasında birçok da çam vardı. Boylu değillerdi ama çok güzel biçimlendirilmişlerdi. Kirazlar artık çiçek aşmasa yeşil çamların gözleri sevinçle parıldayacaktı, fakat şimdi yeşilin en safı ve gölün suyu, salkım saçak kirazların erguvan rengi çiçekten duvarını çok daha canlı olarak ortaya çıkarmış bulunuyordu. Şiniçi gölün içine uzanan, atlama taşlarının üstüne basa basa yürümeye başladı. Bataklık Köprüsü denilen bu yuvarlak taşlar, tapınak kapılarındaki sütunlardan kesilip yan yana konulmuş gibiydiler. Bazı taşlara basarken Çieko eteklerini bir parça yukarı kaldırmak zorunda kalıyordu. Şiniçi dönüp baktı. «Çieko’yu sırtıma alıp taşımak isterdim.» «Haydi denesene! Herkesi şaşırtacak bir şey olurdu bu.» Taşlar, üzerinden yaşlı kadınların bile kendi kendilerine geçebilecekleri şekilde düzenlenmişti. Taşların kenarlarında su zambaklarının yaprakları oynaşmaktaydı. Odžbür kıyıya gelirlerken taze çamların, atlama taşlarını çevreleyen suya nasıl yansımakta olduğunu seyrettiler. Şiniçi, «Atlama taşlarının bu yan yana oluşu» dedi, «bir soyutlama mı acaba?» «Japon bahçelerinde her şey soyut değil midir? Ama, Daygo tapınağının ( 6 ) bahçesinde sedir ağacı yosunlarında olduğu gibi, soyutlamanın böyle ikide bir bozulup, sonra tekrar soyutlama yapılması hoşuma gitmiyor benim.» «Olabilir. Fakat o sedir yosunları açıkça soyuttur. Daygo tapınağındaki beş katlı pagoda baştanbaşa yeniden kuruldu ve yakında kutsama töreniyle açılacak. Orayı da görelim mi?» «Yeni Altın Köşk ( 7 ) kadar güzel oldu mu bari?» «Elbette, sanki hiç yanmamışçasına, taptaze, bir haşmet içinde yeniden yapıldı. Sen de biliyorsun ya, yapıyı baştanbaşa söktüler, sonra da yeni baştan kurdular. Şimdi de her şeyin çiçek açtığı zaman yapılacak kutsama töreninde orası insanla dolup taşacaktır.» «Ah, ben bu bahçenin salkım salkım kirazlarının erguvan çiçeklerinden başka çiçek görmek istemiyorum.» *** Arkalarında uzanan Bataklık Köprüsü’nü geçmişlerdi. Taşlardan atlayıp vardıkları kıyıda küme küme çamlar vardı. Az sonra bir köprü köşküne geldiler. Buranın adı Huzur Sarayı idi. Oysa daha çok saray biçiminde bir köprü izlenimini uyandırıyordu. Köprünün her iki tarafında arkalıklı alçak sıralar duruyordu. Ziyaretçiler bunların üstünde mola verirler, yanlarında getirdikleri şeyleri yer içerlerdi. Buradan gölün öte yakasındaki bahçelerin, daha çok da baş süsü göl olan bahçenin görüntüsü seyredilirdi. Köprünün altında çocuklar oraya buraya koşuşmaktaydılar. «Şiniçi.. Şiniçi, buraya!» Çieko önden koşmuş bir yer bulmuş, Şiniçi’nin oturması için de elini sıranın üstünde yanı başındaki yere koymuştu. Şiniçi, «Ben ayakta dursam da olur» dedi, «ya da Çieko’nun ayaklarının dibine yatarım.» «Aşkolsun!» Çieko hemen ayağa kalktı. Şiniçi’ye yerini verdi. «Ben sazan balıkları için yem alacağım» Geriye dönünce ekmek ufaklarını göle atmaya başladı. Sürüyle Çoporina sazanlarını önüne topladı. Balıkların itişmesinden etrafa dalgalar yayılıyor ve kiraz ağaçlarıyla çamların sulardaki yansımaları titreşiyordu. Çieko, «Sana da biraz vereyim mi?» diye sordu. Ve arta kalan yemi delikanlıya uzattı. Ama Şiniçi susuyordu. «Hâlâ başın mı ağrıyor?» «Hayır.» Uzun bir süre orada oturdular. Şiniçi dalgın bakışlarla suya bakıyordu. Çieko, «Neler düşünüyorsun?» diye sordu. «Evet, neler ha? Kimi zaman insan düşünmeden de mutlu oluyor!» «Ama çiçeklerin açtığı böyle bir günde…» «Fakat hayır.. Mutlu bir genç bayanın yanında.. sizin mutluluğunuz bir gençlik ve sıcaklık rüzgârıymış gibi üzerime doğru esiyor.» «Mutlu muyum ki ben?» diye Çieko bir kez daha sordu. Ansızın gözlerinden tasa dolu bir gölge kaymıştı. Bakışlarını yere indirdi. Ve gölün suları gözlerinin içinde yansıdı. Sonra ayağa kalktı. «En sevdiğim kiraz ağacı köprünün öte yakasında» dedi. «Buradan da görülüyor, değil mi?» Bu kiraz ağacı erguvan rengi çiçekleri ve aşağıya sarkmış dallarıyla olağanüstüihtişamdaydı ve pek ünlüydü. Salkım söğütler gibi dalları aşağıya sarkmış ve çevresine alabildiğine yayılmıştı. Aşağıya inerlerken haϐif bir esinti çiçek yapraklarını Çieko’nun ayaklarının önüne ve omuzlarına doğru savurdu. Bazıları ağaçların altındaki toprağın üstüne serpilip kaldı; birkaç tanesi suya düştü, ancak bunlar yedi sekiz taneden fazla değildi. Aşağıya sarkmış dallar bambu sırıklarla desteklenmişti. Bazı dalların narin uçlarının yere kadar uzandığı görülüyordu. Bu kızıl çiçek perdesinin arasından gölün öte yakası, doğu kıyısındaki ağaçların üzerinden de yeni yeşillenmiş dağlar görünmekteydi. Şiniçi, «Higoşiyama dağlarının devamı değil mi?» dedi. Çieko, «Orası Daymonci dağı» diye karşılık verdi. «Sahi, Daymonci mi? Ama daha yüksekmiş gibi görünmüyor mu?» «Belki, çiçeklerin arasından bakıyoruz da ondan öyle görünüyor.» Bunu söyleyerek Çieko da çiçeklerin arasına dalmıştı. Yürümekte ikisi de güçlük çekiyordu. Kiraz ağaçlarının dört bir yanında sert, beyaz kumdan bir halı seriliydi. Bunların sağında çam ağaçlarından güzel bir küme durmaktaydı. Tam bu bahçeye göre bir yükseklikteydiler. Tapınak bölgesinden çıkış kapısı da ordaydı. Stenon kapısından dışarı çıkınca Çieko, «Kyomizu tapınağına gitmesini çok severim» dedi. «Kiyomizu tapınağına mı?» Şiniçi, canı sıkılmışçasına bir parça yüzünü astı. «Akşam olmasını Kiyomizu’dan ( 8 ) seyretmek istiyorum. Bir de Mişiyama’nın arkasında güneş batarken gökyüzünü görmeyi.» Çieko bu isteğini iki defa söyleyince Şiniçi de ona uydu. «Pekâlâ, gidelim öyleyse.» «Ama yürüyerek, kabul mü?» Yol bir hayli sürüyordu. Tramvay caddesinden gitmeyip, kısmen Nanzenci manastırına gidilen yoldan geçerek genişçe bir yay çizdiler. Şiyon tapınağının arkasından saparak Maruyama parkının aşağı bölümünden geçen daracık eski bir patikadan yürüyüp Kiyomizu tapınağına ulaştılar. İlkbahar akşamının koyu sisi nerdeyse çökmek üzereydi. Kiyomizu tapınağının önündeki açık alanda pek az ziyaretçi kalmıştı. Akşamın alaca karanlığında yüzleri belli belirsiz seçilen birkaç üniversiteli kız vardı. Vakit hayli geç olduğu halde burada bulunmak Çieko’nun hoşuna gidiyordu. Karanlık olan büyük salonda kutsal mumlar yanmaktaydı. Çieko sadece bu yüksek alanda durup kalmadı, üstelik hayli ötede bulunan küçük tapınağa da gitti. Burada da düz bir alan yapılmıştı. Dik bir kaya duvarın üzerinde uzanıyordu. Küçük tapınağın haϐif çatısı selvi ağacı kabuklarıyla örtülmüştü. Düz alan küçük ve esintiliydi. Burası hem şehrin, hem de Nişiyama’nın seyredildiği en yüksek yerdi. Akşamın alaca karanlığında şehrin donuklaşmış ışıkları görülüyordu. Çieko korkuluğa yaklaştı ve batıya doğru baktı. Yanında bulunan Şiniçi’yi unutmuş gibiydi. Delikanlı ise hemen arkasında duruyordu. Genç kız birden, «Şiniçi» dedi, «ben terkedilmiş bir çocuğum.» ( 9 ). «Terkedilmiş çocuk mu?» Şiniçi terkedilmiş çocuk sözünün sembolik bir anlamı olup olmadığını düşündü. Şiniçi, «Terkedilmiş çocuk m:ı dedin?» diye mırıldandı. «Sen kendini terkedilmiş bir çocuk olarak mı kabul ediyorsun? Terkedilmiş çocuksun, manevi anlamda ben de öyleyim. Belki de biz insanlar hepimiz terkedilmiş çocuklarız. Doğmuş olmanın anlamı, Tanrı tarafından dünyaya fırlatılıp atılmak değil midir?» Şiniçi genç kıza yandan bakıyordu. Proϐili akşam göğüne doğru yükselmekteydi. Bu ilkbahar akşamında onu bunaltan şey neydi? «Yine de Tanrının sevgili çocuğu denilir insanlara. Tanrı kurtarmak için insanı ortaya bırakmıştır.» Şiniçi bilmediği bir acıyla altüst olmuş bir halde elini kızın omuzuna koymak istedi, ama Çieko kendini çekti. «Bırak beni… terkedilmiş bir çocuğa el sürülmez.» «Tanrının terkettiği insanlara çocuk deniliyorsa…» Şiniçi dokunaklı bir sesle konuşuyordu. «Ah öyle karışık bir iş değil bu. Beni terkeden annemle babam, Tanrı değil. Ben sokağa bırakılmış bir çocuğum, bizim mağazanın parmaklıklarının önüne bırakmışlar.» «Neler söylüyorsun sen?» «Gerçeği. Gerçi neye yarar, ama bunu Şiniçi’ye söylemek zorundayım… ve.. … ve şimdi burada Kiyomizu tapınağından, aşağıda uzanan şehrin akşam kızıllığını seyretmekteyim, gerçekten Kiyoto’da doğduğumu bile bilmiyorum.» «Ne diyorsun? Şüphen mi var bundan?» «Ne diye yalan söyleyeyim?» «Sen büyük bir tüccarın nazlı büyütülmüş biricik kızı değil misin? Ailelerin böyle tek kızları kendilerini kolayca kuruntulara kaptırırlar.» «Nazlı büyütülmüş olmak.. evet, terkedilmiş çocuk olmana bunun hiç bir yararı yok artık.» «Bunun için bir kanıtın var mı?» «Kanıt mı? Mağazanın parmaklıkları işte. Eski parmaklıklar biliyor bunu.» Çieko’nun sesi gittikçe güzelleşiyordu. «Sanırsam daha ilkokula gidiyordum. Bir gün annem beni yanına çağırdı ve benim kendisinden doğmamış olduğumu söyledi. Tatlı bir süt bebeği iken beni çalmış ve hemen arabaya koyup ordan uzaklaşmış. Ama annem bebeği nerde çalmış, bu konuda babamla annem samimi olarak çeşitli şeyler söylediler. Acaba Giyon’un kiraz ağaçlarının altından mı, yoksa Kamo ırmağının yatağından mı… mağazanın önünde bulunmuş çocuk derlerse, benim üzüleceğimi düşünmüş olmalılar.» «Peki, sahici annenle baban kayıp mı olmuşlar?» «Şimdiki annemle babam beni seviyorlar. Onun için ötekileri artık araştırmak istemiyorum. Beni dünyaya getiren annemle babam belki şimdi Adaşino mezarlığında, kimsenin onlar için dua etmediği ölüler arasında bulunuyorlar. Ordaki mezar taşlarının hepsi de öyle eski ki.» Bahar akşamının yumuşak renkleri, gül rengi bir duman gibi Nişiyama’dan Kiyoto’nun üzerindeki gökyüzünün nerdeyse ortasına kadar yayılmıştı. *** Şiniçi, Çieko’nun sözlerine, onun terkedilmiş bir çocuk, çalınmış bir çocuk olduğuna bir türlü inanamıyordu. Komşulara şöyle bir sorması yeterdi, o zaman işin aslını öğrenebilirdi. Ama şu anda bunu aklına bile getirmiyordu. Onu şaşırtan ve öğrenirse sevineceği şey başkaydı: kız bu itirafı özellikle niçin bu yerde yapmıştı? Belki de itirafını yapmak için onu ta buralara, Kiyomizu’ya kadar sürüklemişti. Belki de bu itiraftan dolayı sesi az önce böyle harikulade berrak ve saf olmuştu. Bu sesin derinliğinden çınlayan ciddilik ve sebattı. Yoksa yüreğini yerinden mi oynatmaktı niyeti? Hayır bu olamazdı. Çieko, Şiniçi’nin kendisini sevdiğini elbette farketmişti. Bu itirafıyla, aslının ne olduğunu kendisini seven erkek öğrensin mi istemişti? Böyle olduğunu da sanmıyordu. Yoksa aşkını önceden reddetmek mi istiyordu? Gerçekten bulunmuş bir çocuk muydu, yoksa bu bir bahane miydi? Delikanlı, belki de Haiah tapınağında kendisine mutlu dediğim ve bunu üç defa tekrarladığım için beni bozmak istiyor, diye düşündü. Sonra, «Bulunmuş çocuk olduğunu öğrenince içinde bir yalnızlık duydun mu?» diye sordu. «Hüzünlü müydün?» «Hayır, yalnızlık duymadım. Hüzünlenmedim de.» …………………….. «Udžniversiteye gitmek isteyince, gelecekteki vârisimiz için böyle bir eğitim bizi sadece kaygılandırır dediler. Mağazada bir işler yaparsam daha iyi olurmuş. Babam böyle konuştuğu zaman bir parça… bir parça şey olmuştum.» «Geçen yıl oldu bu değil mi?» «Evet, geçen yıl.» «Ailene kayıtsız şartsız boyun eğer misin?» «Pek tabii.» «Bu bir evlenmeyle ilgili olsa da mı?» Genç kız duraksamadan, «O zaman da» diye cevap verdi. «Şimdiye kadar hep böyle oldu.» Şiniçi, «Peki ama benlik denilen, kişilik duygusu denilen şey yok mu sende?» diye sordu. «Var, çok var. Ama ne yapmam gerektiğini ben kendim kestiremem.» «Bu duyguyu yenemez misin? Söküp atamaz mısın içinden?» «Hayır, içimden atmam.» Şiniçi, «Ah bilmece gibi konuşuyorsun» dedi. Sesi koyverdiği haϐif gülüşünün içinde titreşti. Parmaklığa dayanıp sorar gözlerle Çieko’nun yüzüne baktı. «Bulunmuş esrarlı çocuğun yüzünü görmek istiyorum.» «Karanlık oldu artık, değil mi?» diyerek Çieko ilk kez Şiniçi’ye döndü. Gözleri çakmak çakmaktı. «Korkuyorum» dedi ve bakışlarını büyük avlunun çatısına kaldırdı. Kalın sedir ağacından yapılmış çatı karanlık ve heybetli kütlesiyle genç kızın üzerine eğiliyor gibiydi.
Yasunari Kawabata – Kiyoto
PDF Kitap İndir |