Yevgeniy Ivanovic Zamyatin – Biz

Devlet Gazetesi’nde bugün yayınlanan duyuruyu kelimesi kelimesine buraya aktarmakla yetiniyorum: ENTEGRAL’in[1] yapımı bugünden itibaren 120 gün içinde tamamlanacaktır. İlk ENTEGRAL’in uzaya yükseleceği büyük, tarihi an çok yakındır. Bin yıl önce kahraman atalarımız Dünya’yı fethederek TekDevlet’in egemenliği altına soktu. Sizleriyse daha da şanlı bir görev bekliyor: Ateş soluyan, elektrikli, camdan ENTEGRAL eliyle evrenin sonsuz denklemini bütünleştirmek. Diğer gezegenlerin, muhtemelen hâlâ özgürlük adıyla bilinen ilkel aşamada yaşayan meçhul sakinlerini aklın faydalı boyunduruğuna almak sizlere düşüyor. Kendilerine matematiksel yanılmazlıktaki mutluluğu sunduğumuzu kavrayamamaları durumunda mutlu olmaları için zorlamaya mecbur kalacağız. Ama silaha başvurmadan önce sözcükleri denemeliyiz. İşbu vesileyle Velinimet adına, TekDevlet’in tüm Sayılarına duyurulur: Yapabileceğine inanan herkesten, TekDevlet’in güzelliği ve yüceliğini vurgulayan tezler, epik şiirler, manifestolar, methiyeler ve diğer eserler hazırlamaları talep edilmektedir. ENTEGRAL’in götüreceği ilk yük, budur. Yaşasın TekDevlet! Yaşasın Sayılar! Yaşasın Velinimet! Bunları yazarken yanaklarımın kızardığını hissediyorum. Evrenin muazzam denklemini tümüyle bütünleştirmek: Evet! Yabanıl eğriyi doğrultmak, teğetsellikle, sonuşmazlıkla [2] düzeltmek, şaşmaz düzlükte bir çizgiye düzlemek: Evet! Çünkü TekDevlet’in çizgisi dosdoğrudur, dümdüzdür. Büyük, ilahi, kati, bilge düz çizgi. Çizgilerin en bilgesi. Ben, ENTEGRAL’in Yapıcısı D–503, TekDevlet matematikçilerinden sadece biriyim. Sayılara alışık kalemimin gücü, benzer seslerin ve uyakların müziğini yaratmaya yetmez.


Gördüğümü, düşündüğümü, daha doğrusu bizim düşündüklerimizi (aynen öyle: biz diyorum ve bu BİZ, bu kayıtların başlığı olsun) yazmaktan ötesine kalkışmayacağım. Ama bu kayıt elbette yaşamımızın, TekDevlet’in matematiksel kusursuz yaşamının bir türevi olacaktır ve eğer durum buysa, ben ne dilersem dileyeyim sonunda ortaya zaten bir epik çıkmayacak mı? Çıkacak; inanıyorum ve biliyorum. Bunları yazarken yanaklarımın alev aldığını hissediyorum. Bir kadının, mini minnacık ve gözleri henüz açılmamış yeni bir insanoğlunun kalp atışlarını içinde ilk duyduğunda hissettiği muhtemelen buna benziyordur. “Bu benim ve aynı zamanda ben değilim.” Ve kadın onu gelecek uzun aylar boyunca kendi özüyle, kendi kanıyla besleyecektir. Ve sonra içinden acılar içinde koparacak ve TekDevlet’in önüne bırakacaktır. Ama ben, hazırım. Hepimiz gibi veya neredeyse hepimiz gibi. Hazırım. Kayıt 2 Bale-Katı-Uyum-X Bahar. Rüzgâr, Yeşil Duvar’ın ötesinden, gözden ırak yaban ovalardan bir çiçeğin ballı sarı polenlerini getiriyor. Bu tatlı polen dudakları kurutuyor –dudaklarınızı yalayıp duruyorsunuz– ve karşılaştığınız her kadının (ve tabii, her erkeğin de) dudakları böyle tatlı olsa gerek. Bu durum, mantıksal düşünceyi biraz karıştırıyor. Ve bir de, ne gökyüzü ama! Masmavi, bir tek bulutla bile lekelenmemiş (şairleri bu saçma, düzensiz, aptalca birbirlerine toslayıp duran buhar kümelerinden esinlendiklerine göre eskilerin zevkleri feci ilkeldi herhalde).

Ben sadece bugünkü gibi arınık ve masum gökleri severim ki burada biz severiz desem, eminim yanılmam. Böyle günlerde tüm dünya tıpkı Yeşil Duvar gibi, tıpkı tüm yapılarımız gibi sabit ve ebedi camdan yapılmış görünür. Böyle günlerde nesnelerin koyu mavi derinliklerini, o ana dek kuşkulanılmamış, afallatıcı denklemlerini görebilirsiniz. En sıradan, en gündelik nesnelerde bile. Mesela burası. Daha bu sabah ENTEGRAL’in yapıldığı hangardaydım ve birden gözüm donanıma takıldı: akım düzenleyici küreler, gözleri kapalı, kayıtsızca dönüyor, dirsekli manivelalar parıldıyor, sağa ve sola eğiliyor, kirişlerin omuzları gururla kabarıyor, freze tezgâhının matkap ucu duyulmaz bir müziğin ritmine uymuş, tüm dinçliğiyle işini görüyordu. Birden sevgili mavi gözlü güneşin ışıklarına boğulmuş bu debdebeli mekanik balenin bütün güzelliğini gördüm. Ama neden –düşüncelerim devam etti– neden güzeldi? Dans neden güzeldi? Yanıt: çünkü dans, özgürlüksüz bir harekettir. Çünkü dansın temel anlamı tümüyle estetik bağımlılığında, ideal özgürlüksüzlüğünde yatar. Ve eğer atalarımızın yaşamlarının en esinli anlarında (dinsel, askeri) kendilerini dansa verdikleri doğruysa bu, ancak tek anlama gelebilir: özgürlüksüzlük içgüdüsünün en eski zamanlardan beri insanoğlunun içinde bulunduğu ve bizim, bugünkü yaşamımızda sadece bilerek… Ara vermem gerek: İç iletişim ekranı sinyal verdi. Elbette O–90. Yarım dakika sonra burada; yürüyüşümüz için beni almaya geliyor. Sevgili O! Hep adı gibi göründüğünü düşünmüşümdür: Analık Ölçütü’nden on santim kadar kısa, haliyle her yanıyla yuvarlanmış gibidir ve ağzının pembe O’su, söyleyeceğim her sözü kutlamaya hazırdır. Ve bir de bileğindeki, çocuklara has, tombik boğum… Geldiğinde mantıksal volanım içimde hâlâ vınlıyordu ve eylemsizlik beni, az evvel çıkardığım formül üzerinde –biz, makineler ve dansı içeren formül– konuşmaya itti. “Harika, değil mi?” diye sordum.

“Evet, harika.” Neşeyle gülümsedi O–90. “Bahar.” İşte. Buyurun bakalım. Bahar. Baharmış. Kadınlar. Sustum. Aşağıya indik. Cadde tıklım tıklımdı. Böyle havalarda, öğle yemeğinden sonraki Kişisel Saat’te genellikle fazladan yürüyüşler yaparız. Müzik fabrikasının borazanları, her zamanki gibi TekDevlet Marşı’nı çalıyordu. Sayılar, göğüslerindeki altın rozetlerde devlet numaralarını taşıyan gök mavisi ünileri[3] içinde yüzlerce, binlerce Sayı, dörtlü sıra düzeninde, marşa uygun adım yürüyordu. Ve ben, daha doğrusu biz, dördümüz, bu muazzam seldeki sayısız dalgadan biriydik.

O–90 (bunları, bin yıl ötedeki saçı sakalına karışmış kıllı atalarımdan biri yazsaydı herhalde O-90’ın yanına şu komik iyelik ekini, benim sözcüğünü karşılayan eki koyardı) solumdaydı; sağımdaysa tanımadığım iki Sayı vardı: bir kadın ve bir erkek. Kutsanmışçasına mavi gökyüzü, her rozette bir minik güneş, düşünce gibi çılgınca şeylerle ışığı kaçmamış yüzler, parıltılar… Her şey düzenli, bir örnek, ışıltılı, gülümseyen maddeden… Ve bakır çalgıların ritmi: Tra-ta-ta. Tra-ta-ta. Güneşte parıldayan bakır adımlar. Ve her adımla yükseğe, daha yükseğe, baş döndürücü maviye çıkmak… Derken, tıpkı bu sabah hangardaki gibi, yine sanki yaşamımda ilk defa, her şeyi gördüm: değiştirilemez dosdoğrulukta sokaklar, kaldırımların parıldayan camları, saydam küp-konutların ilahi yüzeyleri, gri-mavi sıralarımızın katı uyumu. Eski Tanrı’yı ve eski yaşamı fethettiğimi –nesiller dolusu insan değil, ben– tüm bunları bizzat yarattığımı hissettim: bir kule gibiydim, duvarları, kubbeleri, makineleri paramparça ederim korkusuyla kolumu kıpırdatmaya çekiniyordum… Sonra bir an, +’dan –’ye asırlardan bir sıçrama geldi. Birden müzedeki resimlerden birini hatırladım (karşıtlıkla çağrışım herhalde): o zamanlardan, yirmi asır sonrasından kalma, afallatıcı ölçüde cafcaflı, insanlarla, arabalarla, hayvanlarla, afişlerle, ağaçlarla, renklerle, kuşlarla dolu bir cadde… Ve sahiden böyleydi demişlerdi. Böyle olabilirmiş. O denli aptalca gelmişti ki kendimi tutamayıp kahkahayı basmıştım. Birden sağdan bir yankılanma, bir kahkaha geldi. Döndüm. Karşımda beyaz, sıradışı ölçüde beyaz ve keskin dişler ve tanımadığım bir kadın yüzü vardı. “Özür dilerim,” dedi. “Ama etrafınıza, her şeye, sanki yaratılışın yedinci günündeki mitolojik bir tanrıymışsınız gibi öylesine huşuyla bakıyordunuz ki… Herhalde beni de kendinizin, sadece kendinizin yarattığına inanıyordunuz. Pek onur duydum.

” Tüm bunları söylerken hiç gülmedi. Hatta biraz saygılıydı bile diyebilirim (belki ENTEGRAL’i yaptığımı biliyordu). Ama bilmiyorum, gözlerinde veya kaşlarında tuhaf, çıkaramadığım, sayılarla ifade edemediğim rahatsız edici bir X vardı. Her nasılsa bu durum beni utandırdı ve biraz şaşırttı; neden güldüğüme dair mantıklı açıklamalar uydurmaya başladım. O zamanlarla bugün arasındaki bu zıtlık, bu aşılmaz uçurum gayet açık… “Aşılamaz mı? Neden?” (Ne beyaz dişler!) “Uçurumdan karşıya köprü yapılabilir. Bir düşünün: trampetler, taburlar, sıralar; hepsi onlarda da vardı. Yani sonuçta…” “E, evet, doğru!” diye bağırdım. (Zihinsel kesişmenin muazzam bir örneğiydi bu: yürüyüşe çıkmadan önce yazdığım kelimelerin neredeyse aynılarıyla konuşuyordu.) “Görüyor musunuz? Düşünceler bile. Çünkü hiç kimse tek değil, herkes bir. Hepimiz aynıyız…” “Emin misiniz?” Kaldırdığında kaşlarının şakaklarıyla çizdiği keskin açıyı gördüm: Bir X’in sivri uçları gibiydi ve her nasılsa, bir daha kafam karıştı. Sağa baktım, sola baktım… Ve… Sağımdaydı. İnce yapılı, zeki, sıkı ve bir kırbaç kadar enerjik: I–330 (numarasını görmüştüm artık). Bileğindeki çocuksu boğumuyla ondan tümüyle farklı, toparlak O, solumdaydı. Ve dörtlümüzün ucunda tanımadığım bir erkek Sayı.

S harfi gibi duruyordu. Hepimiz farklı… Sağımdaki, I–330, şaşkın bakışlarımı fark etmişti anlaşılan. “Evet,” dedi iç çekerek. “Ne fena.” “Ne fena” tam yerindeydi, ona kuşku yok. Ama gene yüzünde veya sesinde bir şey vardı… Bana fazlasıyla ters bir sertlikle, “Hiçbir şey için ne fena denemez,” dedim. “Bilim ilerliyor ve hemen bugün değilse bile elli veya yüz yıl içinde…” “Burunlar bile…” “Evet, burunlar bile!” Resmen bağırıyordum. “Bir zamanlar… Gıptanın nedenleri önemli değil. Bir zamanlar burnum hokkaydı ve başkasınınki…” “Eh, mesele buysa, sizin burnunuz, eskilerin deyişiyle fazlasıyla klasik. Ama elleriniz… A, haydi ama ellerinizi gösterin bakayım!” Ellerime bakılmasına dayanamam. Kıllıdırlar, kabadırlar. Aptalca bir soyaçekim. Uzattım ve becerebildiğimce sesimi titretmeden, “Maymun elleri,” dedim. Önce ellerime, ardından yüzüme baktı. “Evet, olağanüstü ilginç bir uyum söz konusu.

” Sanki gözleriyle beni bir teraziye yerleştirmiş gibi tarttı ve kaşları bir kez daha boynuzlar gibi göründü. O–90, neşeyle gülümseyerek, “O, bana kayıtlı,” dedi. Hiçbir şey demese daha iyiydi elbette; tümüyle yersizdi söylediği. Sevgili O… dili, nasıl demeli, doğru hıza ayarlanmamıştı. Dilin sbd’si (saniye başına devinim) daima düşüncenin sbd’sinden azıcık yavaş kalmalı ve aksi durum asla olmamalıdır. Caddenin sonundaki akımtoplar kulesinin saati 17.00’ı vuruyordu. Kişisel Saat bitmişti. I–300, S şekilli erkek Sayı’yla uzaklaşıyordu. Adamın yüzü saygı uyandıran cinstendi ve şimdi tanıdık geldiğini fark ediyordum. Bir yerlerde rastlamıştım, şu an için hatırlayamıyordum. I–330 ayrılırken aynı X görüntüsüyle gülümsedi ve “Yarından sonraki gün dinleme salonu 112’da beni izlemeye gelin,” dedi. Omuz silkerek, “Emir alırsam,” dedim. “Bahsettiğiniz dinleme salonu…” Neden kendinden bu derece emindi, anlayamıyordum ya, “Alacaksınız,” dedi. Gözümde denkleme kazara süzülüvermiş ve çarpanlarına ayrılamayan irrasyonel bir terim kadar huzur bozucuydu bu kadın.

Uzun süreliğine değilse bile, o an için sevgili O’mla yalnız kaldığıma memnundum. Dört şeritli caddenin karşısına el ele geçtik. Köşede sağa dönecekti, ben sola gidecektim. O, “Bugün sana gelip perdeleri kapamayı çok isterim. Bugün, hemen şimdi,” dedi ve kafasını kaldırıp yuvarlak, masmavi gözleriyle utangaçça yüzüme baktı. Komik kız. Ama ne diyebilirdim? Daha dün benimleydi ve bir sonraki Seks Günümüz yarından sonraki gündü; benim kadar iyi biliyordu bunu. Dili yine motorda erken çakan, kimi zaman zarara yol açan kıvılcımlar misali, düşüncelerinden önde gidiyordu. Ayrılırken en ufak bulutla dahi hiç lekelenmemiş güzelim mavi gözlerinden iki, hayır, doğruyu söylemeliyim, üç defa öptüm.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir