Yves Bonnefoy – Olasılık Dışındaki

Nice felsefe ölüm konusuna açıklık getirmek istemiştir ama bir tek felsefe tanımıyorum ki mezarları ele almış olsun. Varlığı sorgulayıp da taşı pek az sorgulayan zihin, bu taşlara sırt çevirerek onları ikinci bir kez unutuşa terk etmiştir. Oysa Mısır’ dan Ravenna’ya ve bizlere dek büyük ölçüde kesintisiz süregelen bir gömme ilkesi vardır insanlarda. Koca uygarlıklarda bir gömme yetkinliği vardır, yetkin olan her şey de tin karşısındaki yerini hakkıyla alır. Mezar neden gözüpek geçinen ölüm felsefelerinin delemediği böylesi bir sessizlikte bırakılmıştır? Takibi sürdürmek bu kadar mantıklıyken ve kaygılarımızı karşılayabilecekken durmayı kabul eden bir düşüncenin geçerli olabileceğinden kuşkuluyum. Hic est locus patriae, der bir Romen mezar yazıtı. Sınırlarını çizen toprak olmadan bir yurt nedir ve bu toprağın hesaba katılmaması şart mıdır? Şurası kesin ki kavram, felsefemizin elindeki bu neredeyse tek araç, hangi konuyu ele alırsa alsın, ölümün kökten reddediHşidir. Hep bir kaçıştır, bence bu kesin. Bu dünyada ölündüğü için ve yazgıyı yadsımak için, insan ancak sürekli ve özdeş ilkelerin geçerli olduğu o mantık barınağını kurmuştur kavramlarla. Öyle bir barınak ki sözcüklerden yapılmış, ama bengi. Orada Sokrates çok fazla bunalmadan ölür. Heidegger yine 9 aynı sığınakta derin düşünceye dalar ve eğer onun yazılarında zamanı canlandıran, varlığı yönlendiren o kesin ölüme hayransanı da, benimki estetik ya da entelektüel bir benimsemeden öteye geçmez: her şey sonunda çözüme kavuşur çünkü orada. Gerçek nesne olmaktan çıkmış bir düşünce nesnesi, kökensel tedirginliği kuşkulu bir bilgiyle yatıştırarak, ölümü maskeleyen o en karanlık sözcük ezgisini boşunalığa mahkum eder. Yunanlılardan beri düşünüldüğü kadarıyla ölüm, tanı da hiçbir şeyin ölmediği bengi bir egemenlik içerisinde öteki idelerle suç ortaklığı yapan bir ideden başka şey değildir. Böyledir bizim hakikatimiz işte: ölümü tanımlamaya kalkışır ama sonuçta onu kaldırıp tanımlanmış olanı koymuştur yerine.


Oysa tanımlanmış olan, artık hasar getirilemeyecek bir şeydir; ölüme karşın ve kaba görünüşleri unutmamız koşuluyla, tuhaf bir ölümsüzlük temin eder. Geçici ama yeterli bir ölümsüzlük. Afyon gibi çekilir. Kavrama ne tür bir eleştiri, her şeyden önce nasıl bir ahlaksal eleştiri getirmek istediğimi bu imgeyle şimdiden kestirmeye çalışın. Kavramın bir doğruluğu vardır, onu yargılamaya da kalkışmam. Ama genel olarak kavramın bir yalanı vardır, şeylerin evini terk etmesi için düşünceye sözcüklerin engin gücünü sunan bir yalan. Bir dizgenin uyutuculuğu, aşılanması nedir biliyoruz Hegel’den beri. Tutarlı düşüncenin ötesinde, en küçük kavramın bir kaçışa neden olduğunu saptıyorum. Evet, bir düzen kuran her düşüncede idealizm galip çıkar. Dünyada tehlike altında yaşanacağına dünya baştan yapılsın daha iyi, denir burada alttan alta. Gece içinde gelen bir adımın, bir çığlığın, çalılıklar içinden bir taşın düşmesinin kavramı var mıdır? Ya boş bir evin uyandırdığı izlenimin? Hayır, yoktur; rahatımıza dokunnıayanlardan başka hiçbir şey elde tutulmamıştır gerçeklikten. Mezartaşı kavramın yüzleşmediği yasaklı şeylerden midir, kuşkuluyum yine de. Özenle kapatılmış, güneşin her türlü 10 ölüm düşüncesinden arındırdığı çıplak bir taşta tini rahatsız edebilecek ne olabilir? Mezartaşları, üstlerinde yazan ada karşın, yazıtıyla birlikte, daha şimdiden unutuşun başlangıcıdır. Hele çoğu gömütün üstüne bir örtü serilmiş gibiyse, örtü de ölümün yakınlığını daha da hafifletip çarpıtıyorsa. Mezartaşlarının üzerindeki dallar ve yapraklar gibi, fazla yüksek sesleri kendi fısıltısında boğan, varla yok arası bir örtü.

O örtüye insan Ravenna’ da dokunabilir, zamanın örttüğü en saf ölümlerin üstünde. II Ravenna’nın anıtları mezarlardır. Tarihe gömülmeye yüz tutmuş bir çağdan kalma haliyle, dünyadan bunca zamandır kopuk kalmış bu yer, artık var olmayanı içinde saklamak için kullanılabilecek her şeye hala sahip. O her türlü amaçla bağlarını koparmış, o kör kalmış yüksek yuvarlak kuleler ancak yakın gelecekteki yıkıntılarıyla anlam kazanırlar orada. Her yanda, epey büyük bir sessizliğin içinde, boş lahitler çifte ölümlerini gözler önüne serer. Galla Placidia’nın yattığı sanılan bir anıtmezar, ölümlü arzunun yaratabildiği o ağırbaşlı ve hazin kusursuzluğu dört duvarla özetler. Kiliseler ise, sanki mozaiklerinin ağırlığından bir adım geriye çekilmiş, bir tapıncın kalıntısının üstüne kapanmış gibi. Mezarın uyandırdığı dehşeti alabildiğine ifade ettiği bir yer varsa dünyada, o da Ravenna’dır, yitik krallığının sönük kılığına bürünmüş, yalnızca ölü olan Ravenna. Orada hissettiğim tek şey neşeydi ama. Lahitler karşısında içim neşe doluyordu. Ben ki bu donuk çehrelerin gerilmiş tonozlarının altında, kapalı dehlizlerde, iç avlularda, bir ölüm sezgisi anının o karanlığıyla ilk karşılaşan olmak isterdim, en yalın huzura gelir gibi geliyordum o boş bırakılmış mezarlara. Bir sur daha çok bilinçlilik olanağını dünyamızın sınırlarında saklı tutuyor olsa yeterdi belki: unutuyordum, Ravenna’nın daha başka etkileri var. Tatlı dedikleri, melankolik dedikleri, ayrıca zaman tarafından terk edilmiş dedikleri bu yarı gömülü kent ateşli ve neşelidir. 11 Ravenna lahitleri karşısında içim neşeyle doluyordu. Bu kentin neşeli olmasının nedeni, mezarların başında eğilmiş, kendi yansımasına bakması ve kendisiyle uyum içinde olmasıdır.

Ama yansımak için bir su gerekir, karanlık ve parlak bir madde gerekir önce, Ravenna’da işte ben o suyu arıyordum. Kavram tin için olanaklı bir huzurun o parıltısı olur kimi zaman, bakış onun üstüne eğilir ama umduğunu bulamaz. San Vitale yakınlarında daha parlak bir aydınlığı koruyan hangi bilinmez ilkedir? Daha bir yakın biliyordum onu kendime, daha büyüleyici, daha az aldatıcı. Bu ilke süste gösterir kendini. Çıplak taş olsa, sıkıntılı bir etki yaratırdı. Kaba bir blok, kırılmış, tahrip edilmiş bir blok olsa, hiçliği dile getirirdi. Oysa Ravenna lahitleri, ardına kadar açık duruyor olsalar bile süslüdür ve süs yatıştırır onları. Ravenna mezarlarının süsünde, hiç olmazsa örgülerinin ve iç içe giren bezemelerinin oluşturduğu ağlarda, gül ve kıvrık dal bezeklerinde ilk başta açıklanamayan bir etki vardır. Yatıştırıcılık demiştim, aynı zamanda da baş döndürücülük, gözleri mermerin oyuklarına ya da kabartılarına çağırıp orada alıkoyan: mermer üstünde titreyişten yapılma incelikli bir yaşam süren. Bir suyun saflığıyla bir süsün akıcılığının, görkemli bir durağanlıkla gizli devinimlerin birleşmesi karşısında en korkunç iç daralması açıklanamaz biçimde yatışır. Bir süs kuramının taslağını yapmıştım. Onu bırakıp bir başkasına geçtim. Bu aydınlık biçimlerdeki her şey, zavallı kanıtlama kaygısını boşa çıkarıyor. Süsü kavrama benzetiyordum. Kavram ölümü inkar edebilir çünkü ölüm kavramın soyutlamasının eline avcuna sığmayandır da.

Kavram “tutarlı” düşüncede gerçekleşir. Dizge ölüme karşı çekilen bir setin tamamlanışıdır. Süs evrenseli araştırır diye düşündüm. Kavram nesneye göre neyse, mermerden yontulan kuş da modeline göre odur: kuşun yalnızca özünü elinde tutan bir soyutlamadır, kuş daha önce bir bulunuşken yontulan kuş şimdi o bulunuşa sonsuz 12 bir elvedadır. Lahitlerin süslü yan tarafındaki sahnelere bakın – Danyal, Lazarus, Yunus. Bu yüzlere bir rüzgar vurmuştur sanki, imgelerin evreninde artık göstergelerden başka bir şey değiller işte. Evet, süs Lazarus’u kalımsız bir vücutta var olmaktan kurtarır. Bol ilmiklerinden ölümün geçip gittiği bir ağ. Süs kapalı bir dünyadır. Yapıt yaratmak eğer kendini kendinden dışarı atmaksa, süsten yapıt olamaz diye düşünüyordum sonra. Süs yalnızca bir oyunun peşinden gider. Kavram da öyle, onun bitimsiz oyunu kurulan dizgedir. Süsün dizgesi kendi binlerce biçiminin, hurma dallarının, dal kıvrımlarının … arasındaki uyumdur. Kavramın çabası doğruyu ölüm olmadan kurmaktır. Sonunda ölümün artık doğru olmamasını sağlamaktır.

Süs bizim barınağımızı ölüm olmadan kurmaya ve sonunda ölümün artık burada olmamasını sağlamaya çalışır diye düşündüm. Ama süsün kendi varlığına ait olan ve tuhaf evrensellerini duyumsal dünyanın içinde tutan taşı hesaba katmamak demekti bu. Onlar karşısında kapıldığımız bu sevinç de fazla hummalı ve fazla saftır. Ölümün bir yarı unutuluşunun verdiği cılız bir doyum, mantıksal bir tutarlılık; o sevincin neredeyse tanrısal özünü fazla üzücü kanıtlardan beklemek demektir bu. Süs bir barınaksa, bu barınak her gerçekliğin doruğundayken ona nasıl soyut denebilir? Ravenna’da oldukça yaygın bir motif vardır, belki en güzeli, hiç olmazsa en anlam yüklü olanı. İki tavuskuşu motifi. Özenle düzenlenmiş, karşı karşıya getirilmiş, hiperboller gibi bilgince ve yalın, bu kuşlar aynı çanaktan içer ya da aynı asma dalını ısırırlar. Mermerdeki örgü desenini yeniden ele alıp tamamlayan tinin bir örgüsüyle bu kuşlar ölümü ve ölümsüzlüğü temsil ederler. Ben bundan daha canlı bir kaynak görmedim. O asma hiç bitmez hiç tükenmezmiş hissine kapılıyor insan, yürek yaşamanın görkemini de ölümün eğitimini de birlikte alıyor onda, ayrımsız. Böyledir taş. Akıl sır erdirilemeyeceğini anlamadan eğilememişimdir taşın üstüne ve o doluluk deryası, bengi bir 13 ışıkla kaplı o karanlık, benim için örnek gerçektir. Var olanın temellerini atan kıvanç, duyumsal dünyanın tanı! Taşta çizili olan şey var olur, bu sözcüğün dokunaklı ve en güçlü anlamıyla. Süsler taştandır. Süs dünyasında eğer biçim varlıkların somut yaşamına sırt çevirip kendini bir göğe kaptırıyorsa bile, taş ilgisiz sözü bastırmış, arketipi aramızda tutuyordur.

Kavram en az gerçek olan şey ise, bir biçimle bir taşın, örnek olanla bir cismin bağı kadar, tehlikeye atılmış İde kadar da gerçek bir şey yoktur. Evrenselle özeli saf su saydamlığında birleştiren şeylerdendir süs. Burada bulunmak haline gelmiş İdedir ve ben doğru bir bengiliğin lezzetini onun içimde uyandırdığı o neşeden aldım. Geçenlerde Leyde müzesinde gördüğüm bir lahti anımsıyorum. O üniversite müzesinde en eski ilim irfan yuvalarına özgü o darlık ve karanlık vardır. Ve o gün sokaklar da karanlıktı. Ama birdenbire her şey aydınlandı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir