Italo Calvino – Öyküler

Kişi kendi yapıtları üzerine hiçbir şey söylememeli. Sözü onlara bırakmakla yetinmeli. Odžyküleri derleyip bir kitap oluşturmak, onlara bir düzen vermek, onları gruplandırmak, sıralanışında bir anlam aramak, başlıklar, genel tanımlar bulmak bile; yaratıcı yapıtın sesi üzerine -bu ses ister gür, ister cılız olsun- açıklayıcı türden bir ses, farklı bir niyet oturtmak, okurun özgürlüğüne müdahale etmek, kısacası, eleştirmenin uğraşının bir parçasını oluşturan, ama yazarın görevini tamamen aşan işlemlerde bulunmak demektir. Işǚ in güzel yanı şu ki, eleştiri birçok durumda, yazarın mesleğini çalmasına, kendi yapıtını, tanımlamak istemesine hiç de karşı çıkmaz; eleştirinin hemen öne atılıp başka okuma doğrultuları, başka tanımlar, yapıtlar arasında başka ilişkiler önermesi beklenir, oysa ona verilen ilk tutunma noktasını kabul eder, yazarın çizdiği yolu açımlamakla yetinir. Sözgelimi, kitabını böldüğüm dört bölümün başlığına da “zor” sıfatını koydum. Niçin? Çünkü yazdığım şeyler konusunda “kolaylık”tan, “mutluluk”tan, “mutlu kolaylık”tan, “kolay mutluluk”tan söz edildiğini duymaktan bıkmıştım. Bu nedenle, her yere “zor” sözcüğünü yazdım: O âna dek yazılanından alabildiğine uzak bulduğum bu sıfatı, yaşamın bana ulaşılmaz gibi görünen bu boyutunu, bu yönünü. Sonuç mu? Harika. Eleştirmenlerin hemen hepsi, gözlerini kırpmadan, zorluk kavramının her zaman benim anlatımın temel ve sürekli özelliği olduğuna bir ağızdan yemin ettiler. Buna sevinmem gerekirdi, ama kuşkum sürüyor: Bu başlıklarda “zor” sıfatının yerine “kolay” sıfatını kullanmış olsaydım, hiçbir şey değişmeyecek, herkes gene yüzde yüz katılacaktı. Böylece, başladığım noktaya dönmüş oldum; dünya hakkındaki ve dünyayla ilişki hakkındaki kuşkum -her şey zor mu, güç veren ya da silahsız bırakan bir zorlukta mı; yoksa her şey kolay mı, coşku veren ya da düş kırıklığına uğratan bir kolaylıkta mı? çözüme kavuşmadı, bu etik-kozmik sorgulamam yanıtsız kaldı. Çaresi yok: Inǚ sanın bu işleri tek başına halledebilmesi gerekiyor. Demek ki, insan kendi yapıtları üzerine asla hiçbir şey söylememeli: Yapıtların sayılı sözcüklerinden, hepsi de zorunlu olması gereken -öyle ki, ne bir sözcük eklenebilsin, ne çıkarılabilsin- sözcüklerinden fazla tek bir sözcük bile. Hermetizm döneminde bunlar gayet iyi biliniyordu. Montale’nin Occasioni’ye (Fırsatlar) notlarını hatırlıyor musunuz? Genç bir okur olarak, özellikle çetin ceviz bir şiiri okuduktan sonra, hemen kitabın sonundaki o küçücük notlar sayfasına bakıyordum, bir yardım, bir destek var mı diye.


Hayır, beklediğimiz şey hakkında hiçbir şey söylemeyen tutumlu, özlü, ketum notlardı bunlar, ama burada da bize doğru dersi veriyordu: Kendi başına hallet! Belki de aldığımız en iyi dersti bu. Biz şimdi farklı, daha hercai, açımlamaya, söylemler oluşturmaya, edebiyatı bir söylem olarak görmeye daha yatkın bir edebiyat dönemindeyiz. Ama edebiyatın söylemi her zaman tektir; dünyanın gerçekliği, dünyanın gizli kuralı, yaşamın amacı, ritmi üzerine söylemdir. Hiç bitmemiş olan bir söylemdir bu, dönem değiştikçe insanlar onu yeniden gündeme getirme gereğini duyarlar, çünkü gerçeklikle ilişkiye girme tarzımız sürekli olarak değişir. Okumak üzere olduğunuz kitabın tek amacı var: 1945’te yazınsal deneylerine başlayanlar arasından birisinin, nasıl o zamandan bugüne kadar, yaşamın bir çeşnisini, bir parıltısını, bir gıcırtısını, bir temposunu yakalama serabının peşinden koştuğuna tanıklık etmek. Içǚ inde yaşadığımız dönem, dünya üzerine büyük açıklamalara da, büyük romanlara da pek elverişli değil; evrenin gizini, bir karınca gözünün sayısız kesitindeki gibi, dev dinozorun bütün iskeletini yeniden kurmak için yararlandığımız omurga fosilindeki gibi yakalamaya çalıştık. Ben başladığımda, yazmak kolaydı. Sözler ile şeyler arasında, olguların gücü ile üslup arasında, nesnel dünya ile öznel dünya arasında büyük bir fark yoktu. Yaşam, çevremizde öykülerle dolup taşıyordu. Yazdığımız öykülerin birçoğu, partizan kamplarında ya da savaştan hemen sonra trenlerin üçüncü mevkilerinde dinlediğimiz tales of hearsay’di, yani “kulaktan dolma öyküler”di. Anlatmaya, aynı zamanda o anlatım tarzlarını, biçimlerini seçmeye yönelik toplu bir dürtü söz konusuydu. Artık o zamanki gibi yazmayı başaramayacağım kesin; bunun tek nedeni, o zaman daha genç olmam ve şeylerin gözüme basit görünmesi de değil. Gerçekliği yoğun bir araçlar ekonomisiyle aktarma olanağı sağlayan o gerilim, tarihsel bir gerilimdi, tek tek yazarların yazı sanatından önce, dünyaya, zamana içkindi. Çok geçmeden, bunun, çok çabuk yağmalayıp tüketeceğim geçici bir “mülk” olduğunu fark ettim. O zaman hâlâ bunun “deneyim”le özdeşleştiğine inanıyordum: Partizan döneminin deneyimini kullandıktan sonra, anlatımızı neyle besleyecektik? Amerikan diye tanımlayabileceğimiz bir öykücüler okulu vardı; bu okul, başarısı kesin bir yöntem öneriyordu: Deneyimleri çoğaltmak, yolculuk etmek, hareketli şeylerin olduğu yerlerde bulunmak.

Yazma da, bunun sonucu olarak ortaya çıkacaktı. Benim yazmaya başladığım sıralarda, bu anlayış doruk noktasındaydı. Odžyleyse, artık savaş bittiğine göre, yazmaya devam etmek istiyorsak, ne yapmalıydık? Daha o zamandan kendini göstermeye başlayan yeni çatışmaların patlak vermesini mi izlemeliydik, Sicilya’ya gidip Giuliano’nun bağımsızlık hareketine mi katılmalıydık ya da Filistin’e gidip Araplara ve Inǚ gilizlere karşı savaşmalı mıydık? Ama bizim için salt serüven olurdu bu, çünkü ne Sicilyalıydık, ne de Isǚ railli. Ve temelsiz, kozmopolit serüvenler, aradığım gerçeklik değildi. Bunu kendi başıma anlamamış olsaydım, Cesare Pavese vardı: O bize, ancak yazınsal amaçlar olmaksızın yaşananlardan şiir çıkarılabileceğini, ancak sahici köklerimizin olduğu yerde yaprak ve meyve verebileceğimizi sürekli olarak yineliyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir