Bu küçük kitabın kalbinde hakkında hayaller kurmaktan hoşlandığım iki konu var: Tarihin esrarlı yüzü ve çocukluk ve öğrencilik yıllarının hatıraları. Romanlarımda, düzyazılarımda bu iki kaynağa hep geri döndüm. Her seferinde de iki konunun kafamda iç içe geçtiğini hissettim. Yani: Tarihin çocuksu yanı ile çocukluğun tarihsel yanı. Tarihin çocuksu yanından kastettiğim: Tarihte şimdi yaşadığımızdan çok daha yalın, temel ve güçlü hayaller bulabilmektir. En azından böyle bir inanca kapılmaktır. Eski olaylar, şeyler, ilişkiler bizler için gölgeler içindedirler belki, ama şimdi yaşadığımızdan çok daha basit bir dünyaya da aittiler. Böylesine basit bir dünyayı sürekli özlemesek bile, sürekli düşlüyoruz. Bir ağacı konuşturmak, bir celladı anlamak, âşık bir padişahın kıskançlığını görmek daha kolaydı eskiden. Bu kolaylık yazıya bir güç, okura da anlama ve hayal etme zevki verir. Bu kitapta şimdiye kadar yazdığım sayfalardan en kolay anlaşılabilir ve en güçlü olanları seçmeye çalıştım. Kolay anlaşılmak ve güçlü söz her zaman yan yana gelmez. Bir de çocukluğun tarihsel ve toplumsal yanı var. Hepimiz çocukluğumuzun güzel yönlerini şiirsellikle hatırlamaktan hoşlanırız. Çocukluk hatıralarımız bu yüzden hafızamızın en itibarlı köşesinde durur. Buna çocukluğumuzun şiirsel yanı diyelim. Ama çocukluğumuzun bir de toplumsal yanı vardır. Aile hatıraları, anne-baba kavgaları, ayrılıklar, yediğimiz dayaklar, okulda yaşadıklarımız, okula olan sevgimiz ve nefretimiz yaşadığımız toplumun ve ülkenin yapısı hakkında da en ince ipuçlarını verir bize. Bütün çabama rağmen uzun bir zamandır bir türlü bitiremediğim Kafamda Bir Tuhaflık adlı romanımdan bir parçayı (Mevlut’un Ortaokul Yılları) bu toplumsal dürtüyle yayımlıyorum. Dört yıldır birlikte yaşadığım sokak satıcısı kahramanım Mevlut da böylece ilk defa okur önüne çıkıyor. İkimiz de çok heyecanlıyız. “Mevlut’un Ortaokul Yılları” ve diğer parçaları bu kitaba alırken, metinlere dokundum. Eski yazılarımı değiştirdim. Cümleler, paragraflar ekledim, kısaltmalar yaptım, başlıklar koydum. Hem bu kitabın bir bütün olmasını istediğim için, hem de –itiraf edeyim– çok sevdiğim bu parçalarla oynamaktan hâlâ zevk aldığım için. Evet, işte bunlar, benim neredeyse kırk yılı bulan yazarlık hayatımın (bana göre) her biri tek başına okunabilecek en güzel sayfalarıdır. Bu kitabın fikrini dostum Raşit Çavaş ve genç editör Darmin Hadzibegovic’le bir akşam yemeğinde birlikte geliştirdik. Onlara ve yeni yazarlarını dostlukla karşılayan bütün YKY takımına teşekkür ederim. Temmuz 2013, Büyükada Okura Not: Kim Anlatıyor? Roman ve hatıralarımdan bu bağımsız parçaları seçer, onları bu kitaba yerleştirirken temel bir soruyla karşılaştım. Aslında her dikkatli roman okurunun ve her dikkatli romancının bir hikâyenin içindeyken sürekli sorması ve düşünmesi gereken temel sorudur bu: Burada olayları kim görüyor, kim anlatıyor? Bu hikâyede konuşan, anlatan ses kimin? Romancılık, insanın kendi hayatından başka birinin hayatı gibi, başkalarının hayatından da kendi hayatıymış gibi söz edebilme hüneridir. Böyle olduğu için de kimin konuştuğunu tam anlamak zordur. Ben çocukluk ve gençliğimde ressam olmak istedim. Çok resim yaptım (bu kitabın kapağındaki ağacı da). Bu tecrübemi, Benim Adım Kırmızı’da 1590’ların İstanbul’undaki ressamları anlatabilmek için kullandım. Ya da 1960’larda Ankara’da bir devlet ilkokulunda okurken ve 1970’lerin sonunda İstanbul’da Baltalimanı’ndaki bir lisede geçici İngilizce öğretmenliği yaparken gördüklerimi satıcı kahramanım Mevlut’un hikâyesine koydum. Ya da başkalarından dinlediğim, hayal ettiğim hikâyeleri bana benzer bir roman kahramanına mal ettim. Ya da birinci tekil şahısla romanlarımda “ben” diye konuşurken, aslında kendimden başka bir kişinin kimliğine büründüm. Bu başka kişi de, mesela Kara Kitap’taki köşe yazarı Celâl Salik gibi, romanda bir başka kişinin sesiyle bir hikâye anlatmaya da başladı… Bütün bu sesleri, kimlik değiştirmeleri açıklamak için bölümlerin başlarına kimin konuştuğunu gösteren notlar koydum. Gözyaşları içindeki bir erkek niye telâşlandırır bizi? Ağlayan bir kadını, günlük hayatımızın sıradışı, ama duygulu ve acıklı bir parçası olarak görebilir, içtenlik ve sevgiyle benimseriz onu. Ağlayan bir erkek ise bir çaresizlik duygusuyla doldurur içimizi. Ya dünyanın sonuna gelir gibi yapılabilecek şeylerin sonuna gelmiştir bu adam – mesela bir sevdiğinin ölümünde olduğu gibi. Ya da dünyasında bizimkiyle uyuşmayan bir yan vardır; huzursuz edici, hatta dehşet verici bir yan. Yüz ya da surat dediğimiz ve tanıdığımızı sandığımız haritada hiç tanımadığımız bir ülkeye rastgelmenin şaşkınlığını ve dehşetini hepimiz biliriz. Bu konuda, Naima’nın Tarih’inin VI. cildinde ve Mehmet Halife’nin Tarihi Gılmani’sinde anlatılan bir hikâyeye, Edirneli Kadri’nin Cellatlar Tarihi’nde de rastgeldim. Aşağıdaki gerçek hikâye en çok Cellatlar Tarihi’nde anlatılanlara yakındır. (Ayrıca bu eski el yazmasının yeni yazıya çevrilip teknik açıdan son derece eğitici resimleriyle yayımlanmasını Milli Eğitim Bakanlığımızdan bekliyoruz.) Çok değil, üç yüzyıl önce bir bahar gecesi, dönemin en namlı celladı Kara Ömer, atıyla Erzurum Kalesi’ne yaklaşıyordu. On iki gün önce padişah kararı ve Bostancıbaşı’nın görevlendirmesiyle eline tutuşturulan bir fermanla Erzurum Kalesi’ne hükmeden Abdi Paşa’yı idam etmeye yollanmıştı. O mevsimde sıradan bir yolcunun bir ayda alacağı İstanbul-Erzurum yolunu on iki günde aldığı için memnundu; bahar gecesinin serinliği içinde yorgunluğunu unutmuştu, ama gene de görev öncesi hissetmediği bir durgunluk vardı üzerinde: Sanki işini hakkıyla ve yüzakıyla yapmasını engelleyecek bir lanetin gölgesini ya da bir kararsızlığın kuşkusunu hissediyordu. İşi zordu zor olmasına: Hiç tanımadığı ve görmediği bir Paşa’nın adamlarıyla dolu konağına tek başına girecek, fermanı verecek, kendi sarsılmaz varlığı ve güveniyle Abdi Paşa’ya ve çevresine Padişah’ın kararına karşı çıkmanın boşluğunu hissettirecek, küçük bir ihtimal ama, Paşa bu boşluğu hissetmekte gecikirse, hiç vakit geçirmeden ve çevresindekiler suça niyet etmeden onu hemen öldürecekti. Bu işte öylesine deneyimliydi ki, hissettiği kararsızlık bu yüzden olamazdı hiç: Otuz yıllık meslek hayatında yirmiye yakın şehzade, iki sadrazam, altı vezir, yirmi üç paşa, hırlı hırsız, suçlu suçsuz, kadın, erkek, çocuk, ihtiyar, Hıristiyan, Müslüman altı yüzün üzerinde kişiyi idam etmiş, çıraklığından başlayarak bugüne kadar binlerce kişiyi işkenceden geçirmişti. Bahar sabahı, cellat şehre girmeden önce bir su kıyısında atından indi ve kuşların neşeli cıvıltıları arasında abdest aldı, namaz kıldı. İşlerinin yolunda gitmesini Allah’tan dilemek, dua etmek pek seyrek yaptığı bir işti. Ama her seferinde olduğu gibi Tanrı bu çalışkan kulunun duasını kabul etti. Böylece her şey yolunda gitti. Kuşağında yağlı kemendiyle ve usturayla kazılı kafasında kızıl keçeden külahıyla celladı görür görmez tanıyan Abdi Paşa, başına gelecekleri hemen anladı, ama kuraldışı denebilecek hiçbir zorluk çıkarmadı. Belki de suçunu bildiği için kaderine kendini çoktan hazırlamıştı. Önce, fermanı, en azından on kere ve her seferinde aynı dikkatle okudu. (Kurallara bağlı olan devlet adamları ve paşalarda görülen bir özellik.) Okuduğu fermanı gösterişli bir edayla öpüp başına koydu. (Hâlâ çevresinde etki bırakmayı düşünebilenlerde görülen ve Kara Ömer’in budalaca bulduğu bir tepki.) Kuran okumak, namaz kılmak istediğini söyledi. (Vakit kazanmak isteyenlerde ve gerçekten inananlarda görülen bir istek.) Namazını kıldıktan sonra, üzerindeki kıymetli taşları, takıları, yüzükleri celladına kalmasın diye, “Beni hatırlarsınız,” diyerek çevresindeki adamlarına dağıttı. (Dünyaya sıkı sıkı bağlı olanlar ve celladına kin duyabilecek kadar yüzeysel olanlarda görülen bir tepki.) Ve bu tepkilerin bir ya da birkaçını değil, ama hepsini gösterenlerin çoğu gibi, boynuna kement geçirilmeden önce, küfürler ederek boğuşmaya da kalktı. Ama çenesinin kenarına sıkı bir yumruk yedikten sonra çöktü ve ölümü beklemeye başladı. Ağlıyordu. Ağlamak da böyle durumlarda kurbanların gösterdiği sıradan tepkilerden biriydi, ama Abdi Paşa’nın ağlayan yüzünde öyle bir şey gördü ki cellat, otuz yıllık meslek hayatında ilk defa bir kararsızlık geçirdi. Böylece, hiç yapmadığı bir şeyi yaptı: Boğmadan önce kurbanının yüzüne bir kumaş örttü. Başka meslektaşlarında gördüğü zaman eleştirdiği bir davranıştı bu; çünkü işini duraksamadan ve kusursuz yapabilmek için bir celladın kurbanının gözlerine sonuna kadar bakabilmesi gerektiğine inanırdı. Öldüğüne emin olduktan sonra, hiç vakit kaybetmeden ölünün başını gövdesinden ‘şifre’ denilen özel usturayla ayırdı ve yanında getirdiği içi balla dolu kıldan bir torbanın içine sıcağı sıcağına daldırdı. Görevini başarıyla yaptığını Padişah’a kanıtlayabilmesi için, İstanbul’da onu teşhis edeceklere kurbanının kellesini hiç bozulmadan götürmeliydi. Çünkü idam edilmiş ünlü bir paşanın kesik başı sergilenip topluma gösterilmezse, yandaşları aslında paşanın sağ olduğunu iddia eder, yerine bir benzerini geçirip isyan edebilirlerdi. Cellat, kesik başı içi balla dolu kıldan torbaya dikkatlice yerleştirirken, Paşa’nın yüzündeki o ağlayan bakışı, o anlaşılmaz ve dehşet verici ifadeyi bir daha, hayretle gördü ve ömrünün pek de uzak olmayan sonuna kadar hiç unutamadı. Hemen atına binip şehirden çıktı. Kurbanının gövdesi gözyaşlarıyla ve iç bayıltacak kadar acıklı bir cenaze töreniyle gömülürken, cellat atının terkisindeki kelleyle, olay yerinden en azından iki günlük uzaklıkta olmayı isterdi hep. Böylece, bir buçuk gün süren sürekli bir yolculuktan sonra, Kemah Kalesi’ne vardı. Kervansarayda karnını doyurdu, torbasıyla hücresine çekildi ve uzun bir uykuya yattı. Yarım gün süren deliksiz bir uykudan uyanırken, rüyasında çocukluğunun Edirne’sinde görüyordu kendini: Annesinin, kaynata kaynata yalnız bütün evi ve bahçeyi değil, bütün mahalleyi mayhoş bir incir kokusuyla kokutarak yaptığı incir reçeliyle dolu koskoca bir kavanoza yaklaştığı zaman, incir diye gördüğü o küçük yeşil yuvarlakların ağlayan bir kellenin gözleri olduğunu anlıyordu önce; sonra yasak bir şey yapmaktan çok ağlayan yüzdeki o anlaşılmaz dehşete tanık olmanın suçluluk duygusuyla kavanozun kapağını açıyor ve içinden ağlayan yetişkin bir erkeğin hıçkırıkları gelmeye başlayınca, elini kolunu bağlayan bir çaresizlikle donuyordu. Ertesi gece, bir başka kervansarayda bir başka yataktaki uykusunun orta yerinde kendini ilkgençliğinin akşamüstlerinden birinde buldu: Hava kararmadan az önce, Edirne’nin içinde, ara sokakların birindeydi. Kim olduğunu çıkaramadığı bir arkadaşının uyarısı üzerine, göğün bir ucunda batan güneşi, öbür ucunda yükselen soluk dolunayın beyaz yüzünü görüyordu. Daha sonra, güneş battıkça ve hava karardıkça ayın yusyuvarlak yüzü aydınlanarak belirginleşiyor ve çok da geçmeden ışıl ışıl parlayan bu yüzün bir insan yüzü, ağlayan bir yüz olduğu anlaşılıyordu. Hayır, Edirne sokaklarını başka bir kentin huzursuzluk verici, anlaşılmaz sokaklarına dönüştüren şey, ayın yüzünün ağlayan bir yüze dönüşmesindeki acıklı yan değil, anlaşılmaz yandı.
Orhan Pamuk – Ben Bir Ağacım – Seçme Parçalar
PDF Kitap İndir |