Orhan Pamuk – Cevdet Bey ve Oğulları

“Geceliğin kolu da, sırtım da… Bütün sınıf da… Çarşaflar da… Of, of, of, bütün yatak da sırılsıklam! Evet, her şey sırılsıklam ve ben uyandım!” diye mırıldandı Cevdet Bey. Her şey az önce gördüğü rüyadaki gibi sırılsıklamdı. Yatağında homurdanarak döndü, rüyayı hatırladı ve korktu. Rüyada, Kula’daki sübyan mektebinde hocanın karşısında oturuyordu. Başını ıslak yastıktan kaldırıp doğruldu. “Evet, hocanın karşısında oturuyorduk. Bütün okul diz boyu suya gömülmüştü,” diye söylendi. “Niye gömülmüştü?” Çünkü okulun tavanı akıyordu. Tavandan akan tuzlu sular benim alnımdan ve göğsümden dökülüyor, bütün odaya yayılıyordu. Hoca da değneği ile bütün sınıfa beni gösteriyor, “Hep bu Cevdet’in yüzünden,” diyordu. Hocanın değneğiyle kendisini nasıl gösterdiğini, bütün arkadaşlarının dönüp suçlayarak ve küçümseyerek kendisine nasıl baktıklarını, kendisinden iki yaş büyük ağbisinin de herkesten çok kendisini küçümsediğini gözünün önünde canlandırınca ürperdi. Ama gözünü kırpmadan bütün sınıfı bir solukta falakadan geçiren, bir tokatla bir oğlanı bayıltan hoca, bir türlü gelip tavandan akan sular için kendisini cezalandırmıyordu. Cevdet Bey, “Herkesten başkaydım, yalnızdım, beni küçümsüyorlardı,” diye düşündü. “Ama hiçbiri gelip bana dokunmaya cesaret edemiyor, sular da bütün okulu döktürüyordu!” Korkunç rüya bir anda neşeli ve hoş bir anı oluverdi: “Ben başkaydım, yalnızdım, ama beni cezalandıramıyorlardı.” Bir kere okulun damına çıkıp, kiremitleri kırdığını hatırlayarak ayağa kalktı.


“Kiremitleri kırmıştım. Kaç yaşındaydım? Yedi yaşındaydım. Şimdi otuz yediyim, nişanlandım, yakında evleneceğim.” Nişanlısını hatırlayınca heyecanlandı. “Evet, yakında evleneceğim, sonra… Aman hâlâ oyalanıyorum! Geç kaldım!” Vakti anlamak için önce pencereye koştu, perdelerin arasından dışarıya baktı. Dışarıda tuhaf bir ışık ve sis vardı. Güneşin doğduğunu anladı. Sonra bu eski alışkanlığına kızarak dönüp, saatine baktı: Alaturka yarım. “Aman, aman geç kalmayayım!” diye söylenerek helaya koştu. Yıkanıp temizlenince neşesi daha da arttı. Tıraş olurken gene rüyayı düşündü. Sonra Şükrü Paşa’nın konağına gideceğini hatırlayıp, o yeni ve temiz pantolonla ceketi, yakası kolalı kartonlaşmış gömleği ve zarif bulduğu kravatı taktı. Başına nişan töreninden önce kalıplattığı fesini oturttu. Küçük masa aynasında kendini seyretti ve istediği gibi olduğuna karar verdi, ama gene de içinde bir hüzün uyandı. Bütün bu şık kıyafette, nişanlısının konağına gideceği için telâşlanmasında gülünç birşeyler olmalıydı.

Bu küçük ve zararsız hüzünle perdeleri açtı. Sis Şehzadebaşı Camii’nin minarelerini örtmüş, ama kubbeyi gizleyememişti. Yan bahçedeki çardak her zamankinden daha yeşildi. “Sıcak bir gün olacak!” diye düşündü. Çardağın altında bir kedi ağır ağır yalanıyordu. Cevdet Bey bir şey hatırlayarak pencereden uzandı ve gördü: Kupa arabası da gelmiş kahvaltısının hazır olduğunu söyledi. Cevdet Bey somurtmaya çalışarak: “Vaktim yok Zeliha Hanımcığım,” dedi. “Hemen çıkıyorum!” Yaşlı kadın üzüntüyle: “Bir şey yemeden hiç olur mu?” dedi. Cevdet Bey’in yüzündeki kararlı anlatımı görünce mutfağa koştu. Cevdet Bey kadının arkasından sıkıntıyla baktı, ama dışarı çıkamadı. Evlendikten sonra ondan nasıl kurtulacağını düşündü. Çok uzak bir akraba olan bu kadınla, burada, ana-oğul gibiydiler. Dokuz yıl önce, bu evi satın aldığında, Haseki’de ondan çok daha yakın akrabaları olmasına rağmen, hayatına daha az karışacağını düşünerek bu kadını yanına almıştı. Kimsesiz ve yoksul olan kadın ev işlerini görmek, yemekleri hazırlayıp etrafa çekidüzen vermenin karşılığında dört odalı küçük ahşap evin ilk katında kalıyordu. Cevdet Bey, kadının iyice yayılıp yerleştiği bu kata durduğu yerden bakarken, “Yanımdan ayrılmaya onu nasıl razı edeceğim?” diye düşündü.

Onu evlendikten sonra yanına alamazdı, çünkü tasarladığı evlilik hayatında böyle bir kadının yeri yoktu. Tasarladığı evlilik hayatı, ev işlerini gören insanlarla ilişkisinin, efendi-hizmetçi ilişkisi olması gerektiğini hissettiriyor, buradaki ana-oğul ilişkisinin bu hayata uymayacağını seziyordu. Galiba, Zeliha Hanım da bunu bildiği, Cevdet Bey’in yakında evlenip Haliç’in öte yakasına taşınacağını, bu evin satılacağını öğrendiği için, son zamanlarda daha titiz ve daha gayretkeş olmuştu. Mutfaktan elinde bir tabakla çıkıp koşarak geldi. “Bir kahve yapsaydım sana, oğlum. Şimdi hemen…” “Hiç vaktim yok, hiç vaktim yok!” dedi Cevdet Bey. Tabaktaki, şu başlayan gün kadar neşeli, vişneli ekmeği gülümseyerek aldı. Kadına teşekkür ederek bir kere daha gülümsedi. Kapıdan çıkarken, kadına sevgiyle değil, onu bırakmak zorunda kaldığı için acıyarak gülümsediğini anladı ve rahatsız oldu. Bir şey söylemiş olmak için döndü: “Akşamüzeri belki geç kalırım,” dedi, ama vicdanındaki yükü hafifletemedi. Arabaya doğru yürürken rüyasını hatırladı: “Ben başkayım, böyleyim, ama kimse beni cezalandırmıyor!” Biraz rahatladı. Ama arabacıyı görünce bir an keyfi kaçar gibi oldu. Çünkü arabacı, müşterilerinin özel hayatını iyi bilen bütün arabacılar gibi, “Ah seni gidi seni, senin bütün gün nerelere gittiğini, neler yaptığını, içinden neler geçirdiğini biliyorum!” diyen bakışlarla kendisini süzüyordu. Cevdet Bey ona da neşeyle gülümsedi, hatırını sordu. Sirkeci’ye dükkâna gideceğini söyleyip arabaya oturdu ve reçelli ekmeğini ısırdı.

Araba sallanarak Vefa’nın ahşap evleri arasından hareket etti. Cevdet Bey, bu mahallede olduğundan daha da gösterişli gözüken bu kupa arabasını, nişan ve düğün törenleri sırasında gerekeceğine inandığı için üç aylığına kiralamıştı. İki ay önce, Şükrü Paşa’nın kızını kendisine vermeye razı olduğunu öğrenir öğrenmez, böyle gösterişli arabaların kiralandığı Feriköy’deki ahıra gitmiş, pazarlık etmiş, üç aylığına arabacıyla anlaşmıştı. Alacağı paşa kızının evine sıradan bir kira arabasıyla gitmek istemiyordu, ama sürücüsü ve ahır masraflarıyla iyice pahalıya oturan bir arabayı da satın almak ticari hesaplarına uymuyordu. Çok sevdiği vişne reçelli ekmeği ısırırken, “Ama bu arabayı da üç aydan fazla tutmam aptallık olur!” diye düşündü. “Çünkü kirası çok! Bu kirayı vereceğime satın alırım daha iyi… Ama satın alırsam dükkân için gereken bazı harcamaları yapamam. Ne yapmalı? Bu evlilik bana çok pahalıya oturuyor, ama şarttı…” Evliliği, yıllardır hayâlini kurduğu yeni hayatını, satın alacağı evi, kuracağı aileyi, iki kere yüzünü gördüğü nişanlısını hatırlayınca neşelendi. Bazılarının böyle gösterişli, kibar arabası tutanları küçümsediğini aklından geçirdi, ama neşeli olduğu için buna aldırış etmedi. Reçelli ekmekten bir ısırık daha aldı. “Böyle şeylere aldırış edecek olsaydım tüccar olamazdım!” diye düşündü “Böyle şeylerden korktukları, çekindikleri için zaten hiçbir Müslüman tüccarlığa cesaret edemiyor… Ben aldırmam! Peki hanım bir araba isterse ne olur?” Nişanlısını ve gelecekteki hayatını düşününce gene keyiflendi. İki kere gördüğü o kızdan, Nigân’dan “hanım” diye sözetmek hoşuna gitti. Yokuş aşağı inen arabayla birlikte hafif hafif sallanıyordu. “Eğer dükkân ve şirketin hesapları buna izin verirse bir araba da satın alıveririm, canım!” diye mırıldandı ve ekmeğin son lokmasını da ağzına tıkıştırdı. Sonra, yiyeceği bitince boşalan eline hüzünle bakan bir çocuk gibi, parmaklarına baktı: “Bu evlilik de elde avuçta ne varsa götürecek galiba,” diye düşünerek kederlendi. Araba Babıâli yokuşundan aşağı inmiş, ara sokaklara sapmıştı.

Sis açılmış, o tuhaf ışığın yerine her zamanki parlak ışık yerleşmişti. Cevdet Bey yaz güneşinin şimdiden ısıttığı arabada pişiyordu. “Çok sıcak bir gün olacak! Bugün ne yapacağım? Dükkânda işleri çabuk bitirmem lâzım! Belki ağbimi gider görürüm!” Beyoğlu’nda bir pansiyonda hasta yatan ağbisini hatırlayınca canı sıkıldı. “Sonra Fuat Bey ile yemek yiyecektik. Selanik’ten gelmiş… Öğleden sonra Nişantaşı’na, Şükrü Paşa’nın konağına gideceğim!” Nişanlısını üçüncü defa görebilme umuduyla heyecanlandı. “Sonra, tellalın bulduğu o eve bir daha bakarım.” Nişantaşı ya da Şişli’de evlendikten sonra oturacağı bir ev satın almaya karar vermişti. “Sonra dükkâna dönerim. Yazık, bugün dükkânda fazla bulunamayacağım… Bugün ne? Pazartesi!” Parmaklarıyla hesapladı. Üç gün önce Abdülhamit’e cuma selâmlığında bomba atmışlardı. Ondan iki cuma önce de nişanlanmıştı. “On yedi gün önce nişanlandım!” diye düşündü. Araba dükkânın önünde durdu. Dükkânı görünce arabanın sallanması ve uyku mahmurluğuyla aklında bütün aleviyle parlamayan hesaplar, birden yanmaya başladı: “Boya siparişleri için mektup yazılmadı. Bozuk çıkan o lambaları kime satabilirim? Eskinazi borcunu bugün de vermezse ona diyeceğim ki…” Dükkânın eşiğinden adımını atıyordu: “Bismillahirrahmanirrahim! Eskinazi’den iki yüz lira fazla ister, uygun görürse borcunu bir ay ertelerim…” Çıraklardan birine başıyla sert bir selâm verdi.

Çalışkan ve tok gözlü olduğu için sevdiği ötekine gülümsedi. Sonra sert selâm verdiği dalgacıya dönerek: “Oğlum, benim kahvemi söyle!” dedi. “Bir de poğaça al bakayım bununla!”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle