İran edebiyatında modern öykünün kurucusu sayılan Sâdık Hidâyet, yedi öyküden oluşan Alacakaranlık adlı yapıtında, diğer öykülerinde olduğu gibi yine 1930’lu yıllar İran’ının geri kalmışlık ve yönetim sorunlarını dolaylı olarak dile getirir. “S.G.L.L.” adlı ilk öyküsünde Jules Verne’den de etkilenerek, okuyucu şaşırtıcı bir mekân yaratmayı başarır. Bu bilimkurgu öyküsünde, hiçbir zaman etkisinden kurtulamadığı Hayyam’m kimi fikirlerinden de yararlanır. Hidâyet tarzı intihar bu öyküde de kendini gösterir. Doyum, mutsuzluk ve intihar kavramlarının felsefi diyaloglarla zenginleştirildiği bu öyküde Hidâyet gizliden gizliye “vatan” kavramı üstünde durur ve Tahran’ın kuzeydoğusunda yer alan Elburzların zirvesi olan Demâvend Dağı’nı öyküsüne yerleştirir. Aynı dağdan, kitabın son öyküsü “İnsanın Ataları”nda da yararlanacaktır. “Erkeğini Kaybeden Kadın”, İran kadınlarının sorunlarına açılım getiren bir öyküdür. Bugün bile Doğu toplumlarında güncelliğini koruyan dayak, çokeşlilik, sevgisizlik, vefasızlık, kötü arkadaş, hurafeler, sıtma ve esrar bağımlılığı gibi konular ele alınır. Freud’un etkilerinin açıkça görüldüğü “Perde Arkasındaki Bebek” adlı öykü, Fransa’da öğrenim gören, içine kapanık, ruhsal ve seks sorunları olan ve görücü usulü evliliğe zorlanan bir gencin yaşamını konu edinir. Hidâyet’in ölüm ve ruh üzerine tartışmalara yer verdiği ve hikâye tekniğinden çok, konu seçimindeki başarısıyla kendini kanıtladığı “Dua” bir Zerdüşt mezarlığında geçer. Hidâyet kahramanlardan birine şöyle söyletir kendi düşüncesini: “Yeryüzünde bir kaçış umudu var. O da ölüm, ölüm! Fakat burada ölüm de yok. Bizler mahkûmuz; duyuyor musun? Kör bir iradeye mahkûmuz.” “Verâmin Geceleri”nde hurafeler tiye alınır ve öbür dünyanın gerçekliği tartışılır. İran’ın İslamlaştırıldığı dönemi ve İslamiyete karşı gizli direnişi konu edinen “Son Gülüş” adlı tarihi öyküde Hidâyet, Fars kültür ve medeniyetinin Arap kültür ve medeniyetinden üstün olduğunu kanıtlamaya çalışırken Budist felsefesi ışığında hayatı ve ölümü işler. Gerek konu seçimiyle gerek konuların ele alınış tarzıyla Sâdık Hidâyet’e yakışır bir öyküler kitabı denilebilir Alacakaranlık’a. İki bin yıl sonra insanoğlunun ahlakı, âdetleri, duyguları ve tüm yaşamı tamamen değişmişti. İki bin yıl önce çeşitli dinlerin ve inançların insana vaat ettiği şeyi bilim gerçekleştirmişti. Susuzluk, açlık, aşk ve insanın diğer gereksinimleri giderilmiş, yaşlılık, hastalık ve çirkinlik insan tarafından mahkûm edilmişti. Aile yaşamı terk edilmişti ve bütün insanlar arı kovanına benzer çok katlı büyük binalarda yaşıyordu. Fakat bir sorun kalmıştı; dermansız bir dert. Bu da, amaçsız ve anlamsız yaşamanın verdiği yorgunluk ve bıkkınlıktı. Susen’in yaygın ve bulaşıcı bir hastalık olan yaşam bezginliğinin yanı sıra bir rahatsızlığı daha vardı: Maneviyata eğilim göstermek. Kendisi de bunun ne olduğunu bilmiyor ama, yine de peşinden gidiyordu. Gün boyunca gökdelenin yirmi ikinci katındaki işliğinde didiniyor ve düşüncelerini heykellere döküyordu. Gönül rahatlığıyla çalışabilmek için dostlarından ve tanıdıklarından uzaktaki “Kanar” şehrini tercih etmişti özellikle. Çünkü o, düşüncelerle, maneviyatla iç içe kendi düşünceleri için yaşıyordu. Kendine özgü garip bir yaşam tarzıydı bu. Susen, her türlü keyif ve eğlenceyi kendinden uzaklaştırmıştı ve ciddiyetle işine eğiliyordu. Bir gün gurup vaktine doğru Susen, üzerinde çalışmakta olduğu heykeli bırakıp stüdyosuna girdi. Metal kollu ince duvarı geri çekince odanın penceresi de geri geri gitti. Ruhsuz, duygusuz bir görünümü vardı Susen’in; yüzü ciddi, sevimli ve hareketsizdi. Mumdan yapılmış gibiydi adeta. Yukardan şehrin görünümü boğucu ve gizemliydi. Büyük, geniş, yüksek, dört köşe, dairevi ve çokgen biçimli, dümdüz camlardan yapılmış dağınık binalar yerden fışkırmış zehirli mantarları andırıyordu. Gizli projektörlerin ışığı altında hüzün verici ve katı görünüyorlardı. Herhangi bir lamba görünmediği halde ışıl ışıldı şehir. Işığını güneşten alan ve birkaç parçaya bölünen hareketli ve aydınlık cadde Susen’in penceresinin tam karşısına düşen büyük gökdelenin duvar çizgisinden bir yay gibi yükseliyor, dönüyor, dönüyor ve öbür taraftan aşağı iniyordu. Burada enerjilerini radyoelektrik merkezlerinden alan çeşit çeşit otomatik elektrikli arabalar (1) çalışıyordu, önlerinde geldikleri şehrin işaretleri parlıyordu. Uzaklarda, ufukta, uyumsuz ve koyu renkler birbirine karışmıştı. Sanki ressamın biri elindeki palette bulunan renkleri birbirine karıştırmış da özensizce gökyüzüne sürüvermişti. Küçük, sessiz ve sakin insanlar kendilerine ayrılmış yollarda karınca gibi kaynaşıyor veya gökdelenlerin üstündeki bahçelerde geziniyorlardı. Büyük aydınlık camlı mağazalar önlerindeki hoparlör (2) ve hareketli perdelerle reklam veriyorlardı. Bir meydanın ortasındaki polis görevini üstlenmiş robot (3) insanların ve otoradyoelektriklerin gidişgelişlerini seri ve kuru el hareketleriyle tayin ediyor, gözlerinden rengârenk ışıklar saçıyor, elektrik enerjisiyle yürüyen caddeleri durduruyor veya hareket ettiriyordu. Yapay bulutlara renkli reklamlar yansıtılmıştı. Susen’in bulunduğu gökdelenin ve penceresinin tam karşısına düşen radyovizyon (4) tiyatro kapısının önünde büyük bir kalabalık hareket halindeydi. Asansörler (5) bir aşağı iniyor, bir yukarı çıkıyor ve otoradyolar binaların ve mağazaların önünde yolcu buluyorlardı. Karşıdaki gökdelenin on sekizinci katında bulunan büyük park uzaktan büyük ağaçları, alışılmadık karışık desenleri, yüksek şelalesi ile kalabalık, anormal ve ilginç görünüyordu. Merkezi sistemden güneş enerjisi alan otojirler (6) peşpeşe içeri giriyordu. Tüm şehir görkemli gökdelenleri ile bir savaş kalesini ya da haşere yuvasını andırıyor, görüntüsü yavaş yavaş silinip karanlığa gömülüyordu. Sadece şehrin güney tarafından Demâvend Dağı suskun, yüksek, azametli ve tehditkâr görünüyor, konik doruğundan turuncu buharlar yükseliyordu. Akıllara durgunluk verecek kadar yetenekli bir büyücü, insanın milyonlarca yıl hayalini kurduğu bu şehri tümüyle yoktan var etmişti sanki.
Sâdık Hidâyet – Alacakaranlık
PDF Kitap İndir |