Sâdık Hidâyet – Üç Damla Kan

Dün odamı ayırdılar. Acaba müdür muavininin vaat ettiği gibi şimdi tam tedavi oldum mu ve haftaya özgür olacak mıyım? Hasta mıydım acaba? Bir yıldır, yalvarıp yakarmama rağmen bana kâğıt kalem vermiyorlardı. Elime kâğıt kalem geçtiğinde ne kadar çok yazacak şeyim olduğunu düşünüp duruyordum. Fakat dün ben istemeden kâğıt kalem getirdiler. O kadar arzu ettiğim, o kadar beklediğim şeyi! Ama ne fayda! Dünden beri ne kadar düşünsem de yazacak bir şey bulamıyorum. Sanki biri elimi tutuyor, ya da kolum hissizleşiyor. Şimdi dikkat ediyorum da kâğıda karaladığım karman çorman çizgiler arasında okunabilen tek şey: “Üç damla kan!” * * * Gökyüzü masmavi, bahçe yeşil ve tepe üzerinde çiçekler açmış. Hafif bir esinti çiçek kokularını buralara kadar getiriyor. Fakat ne fayda! Ben artık hiçbir şeyden zevk alamıyorum. Bütün bunlar, şairler, çocuklar ve hayatlarının sonuna kadar çocuk kalan kimseler için güzel. Bir yıldır buradayım. Sabaha kadar kedi sesinden dolayı uykusuzum. Bu korkunç iniltiler, canımı ağzıma getiren bu tahriş olmuş gırtlak! Burada geçirdiğim uzun günler ve korkunç saatler! Sabahleyin gözümü açar açmaz kahrolası enjeksiyon! Yaz günleri sarı gömlek ve pantalonlarımızla yeraltında halka kuruyoruz, kışın bahçe kenarında güneşleniyoruz. Bir yıldır bu acayip, tuhaf insanlar arasında yaşıyorum. Aramızda tek ortak yön bile yok.


Ben yerden göğe kadar onlardan farklıyım. Ama bu insanların iniltileri, sessizlikleri, küfürleri, ağlayış ve gülüşleri rüyalarımı hep kâbuslarla dolduracak. Akşam yemeğine daha bir saat var. Her zamanki klasik yemekler. Yoğurt çorbası, sütlaç, pilav, ekmek, peynir. O da ölmeyecek kadar az. Hasan’ın bütün arzusu, bir kazan eşkene [1] çorbasını d Bir doktorumuz var. Allahtan aklı bir şeye ermiyor! Onun yerinde olsam, bir gece bütün akşam yemeğine zehir döker, önlerine koyardım. Sonra da sabahleyin bahçede dikilip, elimi belime dayar ve götürülen ölüleri seyrederdim. Beni buraya ilk getirdiklerinde, zehir içirirler korkusuyla vesvese içindeydim. Öğle ve akşam yemeklerine el sürmüyor, Muhammed Ali’ye tattırdıktan sonra yiyordum. Geceleri korkuyor ve “Beni öldürmeye geldiler!” düşüncesiyle uykumdan sıçrıyordum. Bunların tümü ne kadar gerilerde kalmış!. Her zamanki insanlar, aynı yiyecekler ve ortasına kadar laciverde boyanmış duvar. İki ay önce bir deliyi bahçenin altındaki hücreye atmışlardı.

Kırık bilye ile karnını deşti. Bağırsaklarını dışarı çıkarmış, onlarla oynuyordu! Dışarıdayken kasaplık yaptığını, karın deşme âdeti olduğunu söylüyorlardı. Ama tırnağıyla gözünü çıkaran ötekinin ellerini arkasından bağlamışlardı. Feryat ediyordu. Akan kanlar gözünde kurumuştu. Biliyorum, bütün bunlar müdür muavininin başının altından çıkıyor. Buradaki insanların hepsi böyle değil. Çoğu, tedavi edilip bırakılsalar da mutsuz olacaklardır. Mesela, kadınlar kısmında kalan Suğra Sultan’ı iki üç kez kaçmak isterken yakaladılar. İhtiyar kadındır ama, yüzüne duvar kireci sürüyor. Sardunya çiçeği de onun allığı. Kendini on dört yaşında genç kız sanıyor. Tedavi olup da aynaya bakacak olsa, kalpten gider. Hepsinden kötüsü, bizim Taki dünyanın altını üstüne getirmek istiyor ve kadının insanların mutsuz olmalarına neden olduğu, dünyayı ıslah etmek için ne kadar kadın varsa öldürülmesi gerektiği inancında. Ama yine de Suğra Sultan’a âşık olmuştu.

Bunların hepsi bizim müdür muavininin başının altından çıkıyor. Bütün delilerin ellerini arkadan bağlatıp, o koca kafası ve esrarkeşlere benzeyen küçük gözleriyle sürekli bahçenin köşesinde, köşkün dibindeki ağacın altında dolaşıyor. Kimi zaman eğilip, ağacın dibine bakıyor. Onu gören de “Ne zararsız insan! Biçare, bir bölük delinin arasına düşmüş!” der. Ama ben onu tanıyorum. Biliyorum, orada ağacın altında yere üç damla kan damlamış. Penceresinin önüne bir kafes asılmış. Kafes bomboş. Nasıl olmuşsa, kedi onun kanaryasını kapmış. Fakat o, kediler kafese girsin de öldürsün onları diye kafesi koymuş. Dün kırçıl bir kediyi izledi. Hayvan pencerenin önündeki çam ağacına tırmanır tırmanmaz kapıdaki nöbetçiye hayvanı vurmasını söyledi. Bu üç damla kan kediye aittir. Fakat kendisine sorulduğunda “Alacabaykuşundur” diyor. Bütün bunlardan daha garip olanı, arkadaşım ve komşum Abbas.

Getirileli iki hafta olmadı. Bana çok ısındı. Kendisini peygamber ve şair sanıyor. “Her iş, özellikle peygamberlik talihe bağlıdır. Kimin alnı yüksek olursa ve önüne engel çıkmazsa, işi yoluna girer. Allâme-i cihan olsa, fakat alnı yüksek olmazsa başarısız kalır” diyor. Abbas kendisini usta bir tarzan olarak görüyor. Bir tahta üzerine tel gererek aklı sıra tar yapmış. Bir de şiir uydurmuş. Günde sekiz defa okuyor bana. Bu şiir yüzünden buraya getirildiği söyleniyor. Söylediği şiir veya garip beste şu: Ne yazık ki yine akşam oldu. Bütün dünya karardı. Bütün insanlar huzura kavuştu. Bir benim ıstırap ve gamım arttı.

Dünyanın mizacında mutluluk olmaz. Ölümden başka gam ilacı bulunmaz. Ama çam ağacının altında, köşede Yere damlamıştır üç damla kan. Dün bahçede yürürken Abbas bu şiiri okuyordu. Bir kadın, bir erkek ve genç bir kız onu görmeye geldiler. Bu beşinci gelişleri. Onları görmüştüm, tanıyordum. Genç kız bir demet çiçek getirmişti. Kız bana gülüyordu. Besbelli beni seviyordu. Aslında benim için gelmişti. Abbas’ın çiçekbozuğu yüzü ise güzel değil. Ama o kadın, doktorla konuşurken, Abbas’ın genç kızı kenara çekip öptüğünü gördüm. * * * Şimdiye kadar ne beni görmeye gelen, ne de bana çiçek getiren oldu. Bir yıl geçti.

Son olarak beni görmeye gelen Siyavuş’tu. Siyavuş benim en iyi arkadaşımdı. Komşuyduk onunla. Her gün birlikte üniversiteye gider, birlikte dönerdik. Birlikte ders çalışırdık. İstirahat ederken Siyavuş’a tar meşk ettirirdim. Nişanlım olan Siyavuş’un amca kızı Ruhsâre de genellikle bize katılırdı. Siyavuş, Ruhsâre’nin kız kardeşini almayı düşünüyordu. Tesadüfen nikâhtan bir ay önce hastalandı. İki üç defa hal hatır sormaya gittim. Fakat “Doktor onunla konuşulmasını yasakladı” dediler. Her ısrarımda aynı cevabı verdikleri için daha fazla üstelemedim. Hatırlıyorum. İmtihan zamanıydı. Bir gurup vakti eve döndüğümde kitap ve defterlerimi masaya attım.

Üstümü değişmeye başlamıştım ki bir mermi sesi duydum. Ses o kadar yakından geliyordu ki korktum. Çünkü evimiz hendek arasındaydı ve civarımızda hırsız dolaştığını duymuştum. Masanın gözünden tabancayı kapıp avluya çıktım ve kulak kesildim. Sonra basamaklardan dama çıktım. Fakat hiçbir şey göremedim. Dönerken yukarıdan Siyavuş’un evine baktım. Siyavuş’un don gömlek bahçenin ortasında durduğunu gördüm. Şaşırarak “Siyavuş, sen misin?” diye sordum. Beni tanıdı ve “İçeri gel, evde kimse yok” dedi. “Kurşun sesini duydun mu?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir