Melissa Senate – Kırık Kalpler Tamircisi

İnsanın hayatının tepetaklak olduğu zamanlar vardır. Bu kitap işte benim için tam da öyle bir dönemde can buldu. Bu nedenle kitabın hayata geçmesinde desteği ve inancıyla emeği geçen pek çok kişiye teşekkür borçluyum. (Vay canına, tam da Dr. Seuss’un ağzından çıkmış bir cümleye benzedi.) Öncelikle, editörüm Jennifer Heddle’a o harika editör-yal mektubu, seçtiği mükemmel başlık ve sıra dışı kapak seçimi de dahil olmak üzere her şey için teşekkürlerimi sunuyorum. Beni yeni ve mutlu bir ev bulma konusunda hayli yüreklendiren (ki bu gerçek anlamda bir yüreklendirmeydi!) Ink-Well Yönetimi’nden distribütörlerim Kim Witherspoon’a ve Alexis Hurley’e, Maine’e onca köpek ve çocuk eşliğinde sekiz saat sürecek bir yolculuk yapmayı bir an bile durup düşünmeyen aileme, ayrıca beni kırmayıp, sıcak bir yaz günü benimle Wiscasset’e gelmeyi kabul eden anneme, Getirdikleri Hint yemekleri, kahve ve sınırsız muhabbet için arkadaşlarım Nichols Naftali ve Elizabeth Hope’a, Yazmak için fazladan ihtiyaç duyduğum hiçbir zamanı benden esirgemeyen Adam Kampler’a, Oğlumun okulundaki idari kadroya, öğretmenlere ve çalışanlara; özellikle Catherine Glaude, Raelene Bean, Jen Be-audoin, Cheryl McGilvery, Meg Pachuta, Valle Gooch ve Margi Moran’a. Oğlumun bir yıl boyunca üstesinden gelmeye çabaladığı tekerlekli sandalye, hayatı ıskalama, diş teli fikirlerine alışma süreci de dahil zor zamanlarında kalben, zihnen ve ruhen yaşadığı sıkıntılarda onu yalnız bırakmadınız. Üstün nezaketiniz ve fedakârlığmız sayesinde gözüm arkada kalmadı. Yokluğunuzda kendimi kurgu âleminin kollanna bırakıp bu romanı yazamazdım. Ve de oğlum Max’e, yaşadığım her an bana mükemmel bir evlat sahibi olmanın ne demek olduğunu tekrar hatırlattığı için teşekkürü bir borç bilirim. Rebecca Strand beş yaşındayken tüm parasını -ki hepi topu, bulaşıkları kurulamaktan kazandığı çeyreklikler ve düşen dişi için diş perilerinin getirdiği bir dolardan ibaretti-bir kız kardeş satın alabilmek için biriktiriyordu. Aklında en yakın dostu Charlotte’un dokuz yaşındaki ablası gibi biri vardı. Şöyle saçlannı balıksırtı örebilecek, onlara el çırpma oyununu öğretebilecek kadar tatlı ama tebeşirle çizdikleri sek sek çizgilerini bozan mahallenin belalı çocuklarını da kovalayabilecek kadar yürekli bir kız kardeş… Rebecca Meraklı Maymun şeklindeki kumbarasını kapıp, saymasında yardımcı olmaları için anne ve babasının yanına koştu. “Yeterince param olmuş mu?” diye sordu.


“Büyükanne Mildred çocuk satın almanın çok pahalı olduğunu söylüyor.” Rebecca’nın aslında bir kız kardeşi olduğundan bihaber olan annesi (hoş babası dışında hiç kimsenin henüz bu gerçekten haberi yoktu) Rebecca’yı kucağına oturttu ve o meşhur leylek hikâyesinin aslında doğru olmadığmı anlattı. Evet, bir çocuk sahibi olmak hayli masraflı bir işti ama Rebecca’nın bir kız kardeşinin -ya da bir erkek kardeşinin- olmayışının tek sebebi Tanrı’nın bunu istemiyor oluşuydu. Şimdi üzerinden yirmi yıldan fazla geçen o günü anımsadığında Rebecca, annesi Tanrı ve biyolojiden bahsederken babasının nasıl bir tepki verdiğini hatırlamaya çalışıyordu. Sessizce odadan çıkıp gitmiş miydi, yoksa orada öylece durup hep yaptığı gibi yine gülümsemiş miydi? Rebecca varlığından bihaber, yirmi altı yaşında bir üvey kız kardeşi olduğunu öğrendiğinde, babasının yattığı hastane odasında üzerindeki ikinci el gelinliği ve ayaklarındaki yıpranmış Dansko sabolarıyla kendi etrafında dönüyordu ki, mecazen duyduğu bu haberle dünyası da döndü denebilirdi. Gelinlik ona değil, Michael’ın annesine aitti. Her ne kadar Rebecca, iki yıllık erkek arkadaşı Michael Whitman gerçekten sevip sevmediğinden emin değilse de, Michael’ın hayatta bir eşi benzerinin daha olmadığını düşündüğü, Gerçek Ev Hanımları programından fırlamış gibi duran upuzun sarı saçları, gösterişli mücevherleri ve kocaman sevgi dolu bir yüreği olan annesine bayılıyordu. Rebecca’nın evli arkadaşı Charlotte’un dediğine göre, annesini çok seviyor olmak bir adama evet demek için gereken artılar listesinin en başında geliyordu. Glenda Whitman bugün Rebecca’nın babasının durumunun ağırlaştığını öğrendiğinde, hemen arabasına atlamış ve Connecticut’tan yaklaşık iki saat süren bir yolculukla Rebecca’nın yanına gelmişti. Onu ayaküstü bir şeyler atıştırmak için kısa bir süre görmüştü, çünkü biliyordu ki Rebecca öğle tatilinde babasını görmek isteyecekti. Rebecca’ya peşi sıra sürüklediği çantayı ona getirdiğini söyleyerek, belki de artık Michael ile birlikte ciddi bir adım atma konusunda bir karar almalan gerektiğini ima etmişti. Rebecca, Glenda’nm uzattığı çantanın fermuannı hafifçe araladığında, gözlerine bembeyaz ve saten bir kumaş çarpmıştı. Glenda elindeki elbise çantasını Rebecca’nm kolları üzerine bırakıp, onu yanaklarından öpmüş ve, “Niyetimi açıkça ilan ediyorum işte,” demişti. “Hep senin gibi bir kızım olsun istemişimdir.” Rebecca da o an.

Benim de senin gibi bir annem vardı, diye düşündü. Yüzü tıpkı sana benzeyen, eğlenceli, nazik, kocaman yürekli biriydi. Yalnızca şeklen bilmiş gibi görünmez, gerçekten de her şeyi bilirdi. Musevi babası Hıristiyan annesi için hep “Onurlu bir bilmiş,” diye bahsederdi. Hem de en iyisinden. Görmüş olsa Rebecca annesinin Glenda Whitman’ı seveceğinden adı gibi emindi. Michael’dan ise o kadar haz etmeyebilirdi. Rebecca kolunda giderek ağırlaşan elbise çantasıyla birlikte New York-Presbiteryen Hastanesi’nin yolunu tuttu. Hastane, içindeki büyük ve geniş avlusu, mermer kaplı içyapısı ve East Nehri’ne bakan cam çerçeveli koridorlanyla tıpkı bir sarayı andınyordu. Rebecca buradan nefret ediyordu. Babası Rebecca’nın elindeki elbise çantasını süzerek. “Ne o, bu gece parti mi var?” diye fısıldadı. Babasının bir zamanlar bir radyo spikeri kadar güçlü çıkan sesi şimdilerde zar zor duyulan bir fısıltıdan ibaretti. Standart bir hasta yatağında başucunda bir serum askısı ve pek çok kabloyla, hiç durmadan bipleyen mekanik bir alet ve başında kalan seyrek kahverengi saçlarım örten Mets şapkasıyla öylece yatıyordu. Her yer çiçek doluydu, öyle ki pencerenin altındaki duvarın önünde sıra sıra dizilmiş pek çok vazo vardı.

Rebecca babasının üzerindeki yorganı düzeltirken gülümseyip, hafifçe de omuz silkerek, “Michael’ın annesi asıl niyetinin ne olduğunu açık etti,” dedi. “Artık MichaelTa nişanlanma vaktimizin geldiğini düşünüyor.” Gözlerini devirerek alışveriş poşetinden bir çift Smart Wool çorap çıkardı. “Sana çorapların en iyisini aldım baba. Öylesine sıcak tutacaklar ki ayaklarını.” Babası gülümseyip ayaklarını yorganın altından itekleyerek çıkarmaya çalıştıysa da, tek yapabildiği sadece ayak-larmı hafifçe oynatabilmek olmuştu. Kalan gücü ancak buna yetiyordu. Rebecca elindeki mavi, beyaz, kırçıllı kalın çorapları babasının bir deri bir kemik kalmış ayaklanna geçirirken, babası, “Benim için o elbiseyi giyer misin, Becs? Belki de bu kızımı gelinlikle görmek için son şansım olur,” dedi. Rebecca içinden geçen Ah, Tannm, bunu yapmak zo-mnda mıyım? fikrini kendine sakladı. Babasının bu dünyadaki son günleri, belki de son haftasıydı. Ve eğer kızmı dünya gözüyle gelinlik içinde görmek istiyorsa, kesinlikle görmeliydi. Sadece sayılı günler… Rebecca babasının fenalaştığını öğrendiği son üç gündür nerede olursa olsun bu acımasız gerçeği anımsadıkça gözyaşlanna boğuluyordu. Müşterilerle ilgilenirken markette yumurta seçerken, metroda ya da aynı apartmanda otump, çok da tanımadığı adamın apartmandan çıkarken kızını omuzlannm üzerine alışım seyrederken, Rebecca hep babasını anımsıyor ve gözleri doluyordu. Gözyaşları yine gözlerine hücum ederken Rebecca, “Hemen dönerim,” dedi. Aslında pankreas kanserinin dördüncü evresi bu cümleyi kolay kolay kaldırabilecek bir dönem değildi.

Rebecca bir saniye sonra döndüğünde babasını bıraktığı gibi bulamayabilirdi. Hemen banyoya gidip, üzerindeki Whitman, Gol-berg&Whitman ofisinin gri takımını çıkardı ve gelinliği üzerine geçirdi. Bir beden büyük gelmişti ama yine de güzel, sade ve kusursuzdu. Askısız bir prenses elbisesi gibiydi. Ne çok kabarık ne de çok sadeydi. Rebecca sadece bir metre elli yedi santimetre olan boyunu biraz olsun uzatmak için ayağına yeniden işe gidip gelirken giydiği rahat sabolarını geçirdi, böylece etek uçları iyiden iyiye yıpranmış karolarda sürünmeyecekti. Gözlerini lavabonun üzerindeki aynaya yansıyan aksine dikti. Halen aynı görünüyor olmasına şaşumıştı. Evet, omuz hizasındaki dalgalı, kestane rengi saçları aynıydı. Gözleri her zamanki fersiz kahverengi gözlerdi. Yüzü soluktu. Gerçi babasmm hastaneye kaldmiıp taburcu edilmeyeceğini öğrendiği şu son günlerde biraz daha fazla soluklaşmıştı. Bir an sanki içine girdiği gelinliğin onu sıkmaya başladığını, nefesini kestiğini hissetti. Babası içeriden, “Becs?” diye seslenmişti.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir