John Harvey – Yalniz Kalpler Cinayetleri

Shirley erkeği uzun zamandır düşünmemişti. Giyinirken kapıya dayanıp kendisini izlemesi. Hangi kazağı seçeceğini beklemesi, açık yeşili mi yoksa belki kırmızıyı mı? Biliyorsun, değil mi? Shirley aynanın önünde dururken sesi yıllar öncesinde olduğu gibi şimdi de kulaklarında. Seni böyle izlediğimde, o şeyleri yaptığında, ellerimi senden uzak tutamıyorum. Birlikte yaşamaya başladıklarından sonra onu bir an bile bırakamıyordu sanki. Shirley gece yarısı uyandığında o yanında, dirseğinin üzerinde doğrulmuş ona bakıyor olurdu. Bir keresinde, Shirley’in çalıştığı binanın karşısına park etmiş ve pencerelerden birinin önünden geçer umuduyla bütün gün orada oturmuştu. Paylaştıkları dairede yakınından her geçtiğinde ellerini uzatır, dokunmak, kucaklamak isterdi. Shirley tam bunun sonsuza kadar böyle süreceğine inanmıştı ki, birden değişivermişti. Tony. Önce pek seçilemeyecek kadar küçük şeyler başlamıştı: Artık televizyon izlerken Shirley’nin elini tutmuyordu; Shirley, Pazar sabahları ocağın başında omlet yaparken başını boynunun yuvarlaklığına dayamıyordu. Shirley onun kendisini izlemek için, yüzü tıraş köpüklü olarak arka arkaya beş gün kapının önüne dikilmediğini fark etmişti. Ondan sonra daha açık seçik, fark edilmemesi imkânsız şeyler gelmişti. “Tony? ” “Ne var?” “İyi misin? ” “İyiye benziyor muyum? ” “Hayır, o yüzden sordum…” “O zaman neden soruyorsun?” Shirley şimdi aynada kendine baktı. Baldırlarına kadar inen siyah eteğin üzerinde düz gri bir kazak, ikinci kış için tabanını değiştirttiği çizmeler.


Siyah saçlar yanlardan omuzlarına kadar iniyor, ön tarafı alnının üstünde kesilmiş. Bu akşam makyajına çok dikkat etmişti, zamansız ve yanlış sinyal göndermek istemiyordu. Bir uyumsuzluk vardı. Konsolun üst çekmecesini açıp kırmızı, ince yünlü eşarbını çıkarıp boynuna gevşek bir biçimde bağlayarak, birkaç kere düzeltti. Yüzünde bir gülümseme belirdi sonra. “Shirley Peters, hiç de çirkin bir kadın değilsin.” Küçük odada sesi yüksekti, sanki üşütmesine az kalmış gibi hafif de hırıltılı. “Yine de.” Mektup divanın önündeki sehpanın üzerindeydi: Açık mavi bir tek sayfa. Belki de onu iki kere okumasının nedeni dolmakalemle yazılmış olmasıydı. Siyah mürekkep. Önemsiz olması gereken şeylerin yaptıklarımızı böyle etkilemesi garip değil miydi. Lütfen saat sekizi çeyrek geceyle sekiz buçuk arasında orada ol. Shirley mektubu küçük mutfağına taşıdı. Bir şişe İtalyan kırmızı şarap açılmış ve sonra tıpası kapatılmıştı.

Bir bardağı soğuk suyun altında tuttu, sonra şarabı doldurdu. Yazının özelliği vardı: Küçük harfler küçük ve yuvarlak, büyük harfler gösterişli. Lütfen’in L’si kocamandı. Shirley saatine bir daha baktı. Daha çok zamanı vardı. Oturma odasına dönünce kasetçalara bir kaset koydu, bacaklarını koltuğun minderleri üzerine uzattı. Arkadaşlarından biri Sinatra’dan bu kadar hoşlanmanın moda olmadığını söylemişti ama umurunda bile değildi. Beğendiği şeylerin sayısı pek fazla olmadığından moda hatırına onlardan vazgeçemezdi. Gülümsedi, Sinatra’nın sesi kemanları bastırırken başını arkasına dayadı ve bir iki dakikalığına gözlerini yumdu. Telefonun ilk çalışı şarkının sözlerine katılınca rüyadaymış gibi geldi. Shirley açmaya giderken o akşam çıkacağı erkek arkadaşının randevuyu iptal ettiğini düşündü. Ama bunun imkânı yoktu, numarasını bilemezdi, en azından şimdilik. “Seni bulamayacağımı düşündüm.” “Tony, sen misin?” “Erken çıktın sandım.” “Ama anlamıyorum…” “Bu gece Pazartesi değil mi? Hangi Pazartesi gecesi evde oturdun ki?” Shirley kemiklerinin derisinin yumuşaklığına bastırdığını hisseder gibi oldu.

Odanın öte yanındaki aynada şöyle göze çarpan bir anlık görüntü, kırmızı eşarp ve bir grilik. “Neredesin? Ne istiyorsun?” “Konuşmayalı çok oldu.” “Son konuştuğumuzda konuşmuyor, bağırıyorduk.” “Benim o öfkem yok mu…” “Sana seni bir daha görmek istemediğimi söylemiştim.” “O kadarla da kalmadın.” “Kendimi korumak zorundaydım.” “Doğru…” Erkeğin sesi Shirley’in hâlâ görebildiği bir gülümsemeyle yumuşuyordu. “Söyle, Shirl.” “Devam et.” “Üzerinde ne olduğunu söyle.” Shirley telefonu kaparken gözleri kapalıydı. Lanet olsun! Mutfağa dönüp şişeyi bir daha açtı. Mahkeme kararları onu, ayrılmalarından sonra Tony’nin yüzüne gelen o bakıştan, sesinin o tonundan kurtaramazdı. Bardağı bırakıp mantosunu almaya gitti. Tony haklıydı: Pazartesi gecesiydi ve son yirmi yıldır hangi Pazartesi evde kalmıştı? Haftanın sonunu getirmesini mümkün kılan da bu değil miydi? Sürgüyü dikkatle itti, anahtarı çevirdi.

2 Resnick, kedilerden birinin başının üstünde oturduğunu ancak birkaç dakika sonra anladı. Radyo dördüncü kanaldaydı ve bir kadın sesi, Maris Piper patateslerinin fiyatı hakkında bir şeyler söylemeye çalışıyordu. “Haydi, Dizzy.” Resnick ağır ağır dönerek hayvanı yastığa inmeye ikna etti. Saat altı on yediydi. İkinci kedi Miles, Resnick’in bacaklarının derin bir V oluşturduğu örtünün üzerinde mutlu bir sesle mırıldıyordu. “Dizzy, yeter dedim sana!” Kuyruğunu altına almış olan kara kedi tırnaklarını Resnick’in koluna sürtmeye devam etti. “Yeter!” Resnick sonunda kediyi kaldırıp yere bırakırken kendi de bacaklarını indirdi ve bir iki saniyelik bir duraksamadan sonra ayağa kalktı. Yağmur camı dövüyordu, perdeleri yana çektiğinde oda neredeyse hiç aydınlanmamıştı. Resnick duşun altında saçlarını cesaret edebildiği kadar sertçe şampuanladı; gözleri kapalı, başı yukarı dönük olarak suyu iyice ılıştırdı. Aynaya baktığında soluğu yüzüne Alman birası ve hıyar turşusu karışımıyla çarptı. Tartıya çıktığında yine dört kilo fazlası vardı. Kediler çıplak bacaklarının çevresinde dolanıyor, açık gri çorabının üstüne koyu gri pantolonunu çekerken neredeyse ayaklarının altına giriyorlardı. Mutfağın karşı duvarının önündeki buzdolabının üstündeki saksının ardından Pepper onu gözetlemekteydi. Dizzy, Miles, Pepper.

Bud neredeydi peki? Birbirleriyle akraba olmayan kedilerin dördüncüsü de Resnick tavuk ve ciğerle üretilmiş kedi mamasını kutudan çıkarıp yeşil, mavi, sarı ve kırmızı kaplara boşaltırken göründü. Tasların sırasını değiştirdiğinde kediler hiç şaşırmadan yine kendilerininkinin başına giderlerdi. Kedilerin renk körü oldukları lafı da nereden çıkmıştı? Ya da belki her tasın kenarında kocaman kırmızı harflerle adları yapıştırıldığı için buluyorlardı taslarını. Kim bilir? Daha tiz bir ses duymak için henüz çok erken olduğundan Resnick stereoya bir gitar albümü koyup sesini de iyice kıstı. Kahveyi ocağa sürdü, kızartmak için üç dilim çavdar ekmeği kesti, sonra dünün gazetesini önüne çekip oturdu. Kentin her iki futbol takımı da maçlarını kaybetmişti, biri Üçüncü Lig’de oynuyor, öteki kaçınılmaz kış yenilgileri başlayana kadar Birinci Lig’in üst sıralarındaki yerini koruyordu. Resnick bunlardan birincisini, tutardı. Görevde olmadığı Cumartesi öğleden sonraları Polonyalı mezecide çalışan beş altı göçmenle tribünlerde oturur ve gol olabilecek bir şut, esaslı bir pas, güzel bir topuk vuruşu gibi alkışlayacak bir şey beklerdi. Tek çoraplı ayağı ile Dizzy’yi Bud’ın tasındakileri bitirmemesi için ikna ettikten sonra ince bir dilim mozzarella peyniri kesip ekmek diliminin üstüne yerleştirdi. Kahveyi şekersiz ve sütsüz içerdi: Doğrusu kimi günler neden zayıflamadığını merak etmez değildi. “Yeniden evlenmelisin, Charlie.” Emniyet Amiri Jack Skelton gözlerinde bir parıltı, kolunun altında evrak çantası, karakoldan çıkıyordu. Hâlâ gür olan kır saçları titizlikle taranmıştı. Resnick, namussuz daha şimdiden üç millik koşusunu tamamlamış, diye düşündü. “Ben henüz birincisini bekliyorum, efendim.

” “Bir kadın senin için çok şey yapabilir.” “Öyle dediklerini ben de duydum.” “Sabah evden kahvaltını kravatında taşıyarak çıkmamak gibi örneğin.” Resnick önüne baktı. “Benim değil, efendim.” “Kravatında başkasının kahvaltısı mı var?” “Kravat başkasının, efendim.” Skelton aynı zamanda hem acelesiz hem de acele olmayı başaran adımlarla merdivenlerden inip otoparka yürüdü. Resnick, Skelton’un saat dokuzdaki brifing için karakola dönüp dönmeyeceğini, yoksa yerini başmüfettişin mi alacağını düşündü. Lan Lawrence’in yirmi dakikalık halktan-biri numarası yerine Skelton’un canlılığını tercih ederdi. Cinayet Masası salonu L biçimliydi. Masalar odanın ortasına dizilmişti: Dört ve altılık iki sıra ve köşede dört tane, aralarında da geçmek için boşluklar. Sol taraftaki duvarda boydan boya uzanan pencerenin önünde de masalar vardı. Burayı nöbetleşe dört detektif çavuşu ve on altı memur kullanır, o yıl -henüz Kasım başlarıydıbildirilen beş bin küsur suç üzerinde etkin olmaya çalışırlardı ve burası kentin yalnızca bir kesimiydi. Resnick’in odası, dörtgenin diğerlerinden kontrplak ve camla ayrılmış eksik olan bölümüydü. Yedi üç nöbetini tutan Patel, masasının üzerine eğilmiş, Resnick’in gece boyunca olup bitenleri anlamasına yarayacak dosyaları sıraya koymaktaydı.

Biri tutukluları zemin kattaki hücrelere getirip götürüyor, biri de gelen mesajları not ediyordu. Patel bunları yerel ve ulusal çapta diye ayırmış olacaktı. Ayrıca çay suyunu da kaynaması için elektrik ocağına sürmüş olmalıydı. Resnick açık kapıdan, “Acele görmem gereken bir şey var mı?” diye seslendi. “Altı hırsızlık olayı, efendim.” Patel kollarının altında birer dosyayla Resnick’in odasının kapısında belirdi. “Altı mı? İşin iş.” Erken vardiyanın memuru olarak bütün hırsızlıklardan Patel sorumluydu. Bir türlü rahatlayamayarak, gülümseyip gülümsememeye karar veremeyerek Resnick’e baktı. “Millet gelmeden bir bakalım öyleyse.” Patel dosyaları Resnick’in masasına koyarak sırayla açtı. “Çavuş Millington geldi bile, efendim.” Resnick başını salladı. Bugün herkesin nesi vardı böyle? Kendisine haber vermeden saatlerde bir değişiklik mi olmuştu? Yaz Saati sona erdiğinde saatini geri aldığını çok iyi hatırlıyordu oysa. “Çay kendi başına demlenemez, evlat.

” Patel koşa koşa dışarı çıkarken Resnick toplantıdan önce dosyaları okuması gerektiğini bildiğinden arkasından bakmadı bile. Graham Millington paketinden bir sigara çıkardı, bir elinden diğerine geçirdi, sonra yakmadan yine pakete koydu. Bir türlü anlayamıyordu doğrusu. On yıldır üniforma giyiyordu ve çavuşluğa terfi edeli dört yıl olmuştu. Yalnızca o kadarla kalmamış, iki takdirnamesi ve cesaret madalyası, üzerine dar gelmeyen yelekli bir takım elbisesi, parmağında alyansı, Greenwich Saat Ayarı’nı aratmayacak bir cep saati ve temiz bir kravatı vardı. Detektif müfettişi olmak için daha ne gerekirdi ki? Resnick dosyaları kapattı. “Bir şey mi var, Graham?” Millington burnunu çekerek başını salladı. “Hayır, efendim.” “Biri bulvarın arka tarafında epey iş becermiş.” “Memurla az önce konuştum. Gece müfettişi bir gencin saat beş sularında telefon ettiğini söyledi. Bir partiden dönüp taksiden indiğinde sokak kapısının açık olduğunu görmüş. Televizyonun olduğu yerde bir boşluk bulunduğunu ancak beş dakika sonra fark etmiş.” “Evde kimse var mıymış?” “Ailesi. Yukarı katta yatıyorlarmış.

Hepsi derin uykudaymış.” Bazıları talihlidir, diye düşündü Resnick. “Fazla bir kayıp var mı?” “Video, bir iki pahalı fotoğraf makinesi, delikanlı James Brown plak koleksiyonunun tümü çalındığı için deliye dönmüş.” Millington içini çekti. “Şimdiye kadar beş ev soyulmuş, insanlar uyandıkça daha da artacak sanırım. Hepsi aynı kişinin işi.” “Hepsi de James Brown’larına yas tutuyorlar, ha?” Millington ağzının bir kenarının bir gülümsemeyle çarpıldığını hissederek kendini tutmaya çalıştı. Resnick’in blöfünü görmek isterdi ama buna pek cesareti yoktu. Amirinin, evinde bir iki kadeh şnaps devirdikten sonra halıyı kenara itip bütün gece “Papa’s Got A Brand New Bag” parçasıyla dans etmediğinden emin olamazdı. Kapının önünden birkaç gölge geçti, sabahın erken saatinde yapılan konuşmalar duyuldu, Mark Divine’ın gece konusunda böbürlenirken çıkardığı ses diğerlerini bastırınca biri homurdandı. Resnick omzunun üzerinden duvardaki ilan tahtası ile dosya dolaplarının arasındaki saate baktı: Sekizi dört geçiyor. Ayağa kalkarak, “Pekâlâ, Graham, haydi iş başına” dedi. Emniyet Amiri Skelton, Merkez’den dönmediği için Resnick adamlarına brifing verdikten sonra Başmüfettiş Lawrence ile üniformalı müfettişe raporunu iletti. Her iki adam da mümkün olduğu kadar kısa konuştuklarından Resnick dokuzu çeyrek geçe odasına dönüp merkezdeki detektif başmüfettişe telefon açtı. “Sizin orada epey hareketli bir gece geçmiş” dedi detektif başmüfettiş.

“Öyle efendim.” “Üniformalılardan yardım alabiliyor musun?” “Ev ev dolaşmak için iki memur verildi, efendim.” “Çok iyi, Charlie. Yarın konuşuruz o halde. O zamana kadar bir sonuç alırsın sanırım.” Resnick telefonu kapatırken odasının kapısı açıldı. Graham Millington, “Bilmem hatırlatmam gerekir mi, bu sabah mahkemeye gidecektiniz” dedi. Resnick gözlerini yumdu, baş parmağıyla işaret parmağı arasında burnunun kemerini ovuşturdu. Odasının kapısı sessizce kapandı. İçerde çalan telefonlara yanıtlar veriliyordu. Biri arka arkaya küfürler savuruyordu ama kimse farkında değil gibiydi. Resnick o sabah mahkemede ifade vereceği gerçeğini kafasından silip atmaya çalışıyordu. Bazı olaylar hiç etki yaratmazken bazıları uykusuz saatlere neden olurdu, bir de insanın ta içine işleyenler vardı. Bu da karakola bir telefonla başlamıştı. Bir çocuğun annesi, kendisine bir komşu süsü vererek telefon etmişti.

Kocasının kızlarını sürekli olarak cinsel ilişkiye zorladığını iddia ediyordu. Komşu gibi davranma oyunu sona erdiğinde varılan nokta buydu. O anı hatırlayan Resnick’in ağzı gerildi birden. O kekelenen ilk kelimeler, soruşturma, video kamerası önünde oturup bebekleriyle oynayan çocuk o kadar eskilerde kalmış gibiydi. Evet, yaptı, onu aldı ve buraya soktu. Yedi yaşındaydı. Resnick kendi kendine insanlar bunun için mi evleniyorlar diye sormuştu. Bunun için mi çocuk yapıyorlar? Kent merkezine giderken soruları yanıtlamamaya, olayı kafasından çıkarıp atmaya çalışıyordu. Tanık bölmesine girince nasıl olsa her şeyi hatırlayacaktı. Kapalı alışveriş merkezine girip İtalyan kafesinde her zamanki yerine oturacak kadar zamanı vardı. Kız önüne hiç konuşmadan bir espresso koydu, Resnick kahveyi iki yudumda içip bir tane daha istedi. “Ne haber?” diye sordu kız. Resnick parayı tezgâhın üzerine koyup omuzlarını silkti. Ne haber olacaktı? Telefonlar çalıyor ve yanıtlanıyordu. İşin bir parçasıydı bu.

Adliye binası pembe taş ve dumanlı camdan yapılma yeni bir yerdi. Giriş avlusundan, iki dakikada bir duraktan kalkıp trafiğe giren otobüsleri görebilirdin. Fren sesleri, yağmur hışırtısı. Resnick dönünce ana kızı bir sırada, aralarında bir boşluk bırakarak oturmuş gördü. Düşünmüş olsaydı orada olacaklarını, onları göreceğini bilirdi, ancak düşünmek istememişti. Bu işler çok zaman alırdı. Küçük kızın kendisini tanıyıp tanımayacağını, tanıdığı takdirde ne tepki göstereceğini merak etti. Yanlarında duran bir kadın eğilmiş, kızın annesiyle konuşuyordu, sonra doğrulurken kızın saçlarını okşadı. Resnick onun bir akraba olduğunu sanmıyordu, herhalde bir sosyal danışmandı ama soruları sordukları zaman karakolda olan değil. “Evet, canımı acıttı.” Bu kadın epey uzun boyluydu. Duruşunda, ben kim olduğumu ve burada ne yaptığımı biliyorum, eğer sen bilmiyorsan umurumda bile değil diyen bir şey vardı. Devetüyü mantosunun geniş yakası kaldırılmış, kemeri gevşek bağlanmıştı. Resnick mantonun eteğinin ayrıldığı yerden, altta mavi bir etek gördü. Kadının kendisine baktığını görünce bir elini ceketinin içine soktu ve orada tutarak kravatının lekesini örttü.

Resnick gidip anneyle konuşmak, sakinleştirici ve beylik bir şeyler söylemek isterdi. Ama orada oturmuş kolundaki bir düğmeyi çekiştiren ve ayaklarını yeni cilalanmış yere hafif hafif vurmakta olan küçük kıza ne diyeceğini bilemediği için bunu yapamadı. Ve bunu yapamamasının bir nedeni de devetüyü mantolu kadının önünde duygusal görünmek istememesiydi. Sağ elini sıranın arkasına dayamış olan Rachel Chaplin, Resnick’in duruşma salonunun kapısına doğru yürümesini izliyordu. Adamın adını bilmiyordu ama polis memuru olduğunu ve rütbesini biliyordu. Ve onun, sırada oturan kadınla kıza değil, kendisine bakmakta olduğunu da biliyordu. Kendilerine doğru geldiğini görünce onun tutuklamaya karıştığını anlamıştı ve Bayan Taylor’a öyle olup olmadığını sormak üzereydi. Bu arada da onun neden fikir değiştirdiğini merak ediyordu. Yorgun gözlerinin altında torbalar olan biraz kilolu ve kravatını temizleyiciye verecek zaman bulamamış, kırk-kırk beş yaşlarında hafif toplu bir adamdı. Ve şimdi de Rachel Chaplin kendisinin neden gülümsediğini merak ediyordu. Resnick ifade verirken bir tarihte takılınca emin olmak için not defterine baktı. Evet, polise telefon edilmesinden yedi gün sonra kız bir doktor tarafından muayene edilmişti. Evet, bu gecikmenin nedeni, annenin yetkililere haber vermemesiyle ilgiliydi. Annenin de babanın kızına karşı davranışında bir suç ortaklığı olabileceğini düşünmüş müydü? Resnick yalnızca bir kere bakabildi sanık bölmesinde iki memur arasında duran adama. Suçlandığında sanığın tavrını anlatması istenmişti.

Aşırı bir heyecan göstermiş miydi? Çökmüş müydü? Ağlamış mıydı? Bağışlanmasını istemiş miydi? Şimdi ise orada, sanki bir Cuma gecesi süpermarkette, kasa kuyruğundaymış gibi canı sıkılmış bir halde durmaktaydı. “Evet, detektif müfettiş?” Resnick yanıt verirken gözünü babanın yüzünden ayırmadı. “Sanık, ‘O yalnızca kahrolası bir çocuk!’ dedi. Sonra da, ‘Küçük orospu yalan söylüyor’ dedi.” Rachel kendisini bekliyor olabilirdi ama beklemiyordu. Resnick’in mahkemenin şartlı tahliye memuru olarak tanıdığı kızıl saçlı bir adamla konuşmaktaydı. Dalgalı saçlarının arasındaki oval yüzü ciddiydi. “Detektif…” Kadın yürürken sağ omzuna asılı yumuşak deriden çanta kapının camına çarptı. Resnick ona doğru döndü, bu ara memuru da başıyla selamladı. “Bir dakikanızı rica edeceğim” dedi Rachel. Alt ön dişlerinde bir eğrilik vardı, sanki bir parçası kırılmış gibi. “Adım Rachel Chaplin…” “Taylor’ların sosyal danışmanısınız ” diyerek Resnick kadının sözünü kesti. “Evet.” Şartlı tahliye memuru, bir karşılık almadan elini kaldırdı, aralarından yürüyüp sokağa çıktı. “Durumları nasıl?” diye sordu Resnick.

“Şu anda bir şey söylemek çok güç.” “Kız…” Resnick’in ardından gelen bir avukat acele adımlarla yürürken cüppesini çantasına tıkıyordu. Resnick adama yol açmak için kadına yaklaşınca kırmızı çerçeveli gözlük camlarında aksini gördü. “Bunu bana altı ay, bir yıl sonra sorun. O zaman bir yanıtım olabilir. Baba hapisten çıktıktan sonra, tedaviden sonra sorun. Bilemeyeceğim.” Kadın bakışlarını erkekten uzaklaştırdı, sonra yine yüzüne baktı. “Siz nasılsınız?” Şaşıran Resnick verecek bir yanıt bulamadı. “Çok gergin görünüyorsunuz” dedi Rachel. “Kaşlarınızı çatmaktan gözlerinizin kenarlarında çizgiler oluşmuş ve geceleri de iyi uyumuyorsunuz.” “Uyumuyor muyum?” “Evet. Herhalde ağırlığınıza uygun derecede sert bir şilteniz yok ve eğer yatmadan önce viski içtiğinizi söylerseniz size inanırım.” “Ya içtiğim kahveyse?” “Etkisi aynıdır.” Resnick kadının gözlerindeki yeşilinin maviden daha mı fazla olduğuna karar veremiyordu.

“Beni bunun için mi çağırdınız?” “Sonunda söylediğim bu oldu.” “Ama beni durdurduğunuzda…” “Size Bayan Taylor’un… bu sabah, duruşmadan önce ona sizi sordum.” “Ee?” “Çok anlayışlı davrandığınızı söyledi.” “Yanılıyor” dedi Resnick. “Çünkü hiçbir şey anlamış değilim.” Resnick binadan kadınla çıkıp merdivenleri yanyana inmek yerine tek başına yürümüştü. Adliye binasının dışındaki köşe, trafik ışıklarının değişmesini bekleyen insanlarla doluydu. Kadına sırtını çevirip yürümeyi düşünmemişti aslında, öylesine uzaklaşmıştı işte. Kent merkezine giden yeraltı yaya geçidine saparken cebindeki çağrı cihazının biplemesini duyunca en yakın telefona koştu. 3 Resnick, henüz üniformalı bir polis çavuşu olup da gelir seviyesini düzeltmek ve rütbesini yükseltmek için Cinayet Masası’na geçmeye çalıştığı dönemlerde kentin bu semtinde otururdu. Şimdi kaldırım kenarına park etmiş iki renkli 2CV’leri ve boyalı kepenkler arasından görünen salon palmiyelerini ve Laura Ashley duvar kâğıtlarını görünce belki biraz daha kalmış olsaydı çok daha iyi olacağını düşündü. 37 numaranın önünde bir ambulans vardı. Resnick onunla polis doktoru olan Parkinson’un kahverengi otomobilinin arasına park etti. Yağmur kesilmişti ama hava hâlâ, yaşlanmakta olan kemikleri sızlatacak kadar nemliydi. Karşı kaldırımda elleri ceplerinde birkaç kişi durmuş, ayaklarını sürüyor, olay hakkında fikir yürütüyorlardı.

Pencerelerden dışarı bakan yüzler görünüyordu, arkalarındaki odalarda ışıklar yanmıştı. Memur Kellogg 39 numaranın kapı aralığında siyah saçları jöleyle dikleştirilmiş bir gençle konuşup not almaktaydı. 37 numaranın önünde genç bir memur bu kadar ilginin geçici odağı olmaktan sıkılmış bir halde ellerini arkasında bağlamış, beklemekteydi. Millington dar holde Resnick’i karşıladı. “Mahkeme nasıl geçti?” Resnick soruyu duymazdan geldi, çavuşunun omzunun üzerinden aralık kapıya baktı. “Cinayet yeri ekibi geldi mi?” “Yoldalar.” Resnick başını salladı. “Ben bir bakayım.” Bir koltuğun sırtına gri bir manto atılmış, arkasından kırmızı bir ayakkabının burnu görünüyordu. Cam üstlüklü sehpanın üzerinde, birinin dibinde bir parmak kırmızı şarap kalmış olan iki kadeh, bir tek kırmızı beyaz küpe vardı. Kalın, cam bir küllükte üç izmarit. Şöminenin üzerindeki rafta zambaklar, dil gibi kıvrılmış taçyapraklarını dökmeye başlamışlardı. Duvarlarda çerçeveli posterler: Birinde siyah giysili, beyaz yüzlü Marilyn Monroe bir taburede oturmuş bakıyordu. Resnick sanatçının boş gözlerine baktı, sonra döndü. Billie Holliday’in bir şarkısının sözleri aklından geçiyordu.

Parkinson kalkıp Resnick’i başıyla selamladıktan sonra gözlüğünü çıkarıp ceketinin üst cebindeki kılıfının içine kaydırdı. “İşin bitti mi?” diye sordu Resnick. “Şimdilik.” “Cinayet saati hakkında bir fikrin var mı?” Polis doktoru gözlerini kırpıştırdı, sesi sıkıntılı gibiydi. Resnick hava yüzünden uzun süredir golf oynayamadığını düşündü. “On iki saati geçmiş.” “Dün gece demek?” “Gecenin ilk saatlerinde.” Resnick başını sallayarak biraz daha yaklaştı. Shirley Peters’in eteğinin arkası kalkmıştı, sanki üzerinde otururken geriye devrilmiş gibi bir bacağı diğerinin altındaydı. Gri kazağı eteğin belinden kurtulmuş, göğsünün bir yanına doğru kalkmıştı. Resnick, belki de önce yukarı kadar çekildi, sonra rast-gele indirildi diye düşündü. Ölü kadının başı yastıkta yana devrilmiş, şömineye dönüktü. Ağzı ve gözleri açıktı. Gür saçlarının altında gerilmiş ve bükülmüş kızıl bir çizgi: Boğazında düğümlenmiş ve sımsıkı çekilmiş kırmızı bir eşarp. “Kim bulmuş?” Millington hafifçe öksürdü.

“Patel.” “Hâlâ buralarda mı?” “Kellogg’a yardım ediyordu….” “Onunla konuşmak istiyorum.” Olay yeri ekibi koridoru doldurmaya başlamıştı. Bir saat boyunca bir araştırma yapılacak, örnekler cımbızlarla kaldırılacak, Shirley Peters’in boyalı tırnaklarının altı kazınacaktı. Tüm yüzeylerde ve kadehlerde parmak izi taranacak, fotoğraflar çekilecek, video filmi çekilip Resnick’in brifingi için hazırlanacaktı. Yoldan çekilip adamları işleriyle başbaşa bırakma zamanı gelmişti. “O soygun olaylarını araştırırken evleri tek tek dolaşıyorduk, en yakındaki 62 numaraydı.” “Sen ve iki memur.” “Evet, efendim.” Resnick, Patel’in ellerinin ince parmaklarının birbirleriyle kavuşup sonra yine ayrılmalarına bakıyordu. Onun ilk kez bir cesetle karşılaşıp karşılaşmadığını merak etti ama sonra nasıl olsa memleketinde… neresiydi, ha, Bradford… ana babasından birini ya da bir akrabasını falan görmüş olacağını düşündü. “Zili çaldım, kapıyı vurdum. Kimse açmayınca tekrar gelmek üzere not alırken 39 numaradaki komşu geldi.” “Komşu mu?” Patel son sayfası bir lastik bantla işaretli küçük kara kaplı not defterini çıkardı, “BAYAN BENNETT.

” Kadının adı büyük harflerle yazılmış, altına bir çizgi çekilmişti. “Evde birinin olması gerektiğini söyledi. Shirley dedi. Geç kalkarmış.” “Zili bir daha çaldın mı?” Patel başını salladı. Resnick raporun diğer memurlardan biri tarafından verilmesi durumunda ne kadar farklı olacağını düşündü. Genç Asyalı’nın çekingenliği, yıllardır sanki mayınlı bir arazide yürüyormuş da en küçük bir hatasının her şeyi suratının ortasında patlatma olasılığı varmış gibi dikkatle konuşmaktan kaynaklanıyordu. Zaten bu huyu olmasaydı herhalde polislik mesleğinde barınamayacaktı. “Arka tarafa gittim…” “Bir hırsızlık konusunda sıradan bir iki soru sormak için mi?” Patel, Resnick’in yüzüne baktı: Bunu ilk kez yapıyordu. “Kontrol etmenin bir zararı olmaz diye düşündüm. Bir iki dakika yalnızca. Sokağın sonunda bir giriş var.” Sezgilerini izledin namussuz, diye düşündü Resnick. Aferin sana! “Arka kapı kapalı değildi, yalnızca çekilmişti. Kolunu yokladım.

” “İçeri girdin mi?” “Bir olay geçtiğine inanmak için nedenler vardı… yani ben öyle düşündüm…” “Komşunun dediği kadarıyla evde birinin olması gerekirdi.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir