John Scalzi – Yaşlı Adamın Savaşı

Yetmiş beşinci doğum günümde iki şey yaptım. Önce karımın mezarını ziyaret ettim. Sonra da askere yazıldım. Bu ikisi arasında daha az dramatik olan, Kathy’nin mezarını ziyaret etmekti. Kathy yaşadığım ve birlikte çocuklarımızı büyüttüğümüz yerden iki kilometre bile uzakta olmayan Harris Deresi Mezarlığı’na gömülü. Onu bu mezarlığa gömmek, olması gerektiğinden daha zordu belki de; bir cenazeye ihtiyacımız olacağını düşünmediğimiz için ikimiz de herhangi bir hazırlık yapmamıştık. Karınızın gömülmek için rezervasyonu olmaması hakkında bir mezarlık müdürüyle tartışmak, deyim yerindeyse insanı yerin dibine sokuyor. Sonunda belediye başkanı olan oğlum Charlie birkaç kafa kırarak mezarı aldı. Belediye başkanının babası olmanın bazı avantajları var. Eh, mezar diyordum. Basit ve sade. Başında büyük bir mezar taşı yerine o küçük imleyicilerden biri var. Kathy’nin yanında yatan Sandra Cain ise, onunkinin aksine cilalı siyah granitten yapılmış devasa bir mezar taşına, taşın önünde Sandy’nin lise fotoğrafına ve gençlik ve güzelliğin ölümü hakkında Keats’in kumla püskürtülmüş cıvık bir alıntısına sahip. Bu tam da Sandy’ye göre. Sandra’nın büyük ve dramatik bir mezar taşıyla yanına park ettiğini bilmek Kathy’yi keyiflendirirdi; hayatları boyunca Sandy görenleri güldüren pasif-agresif bir müsabaka sürdürmüştü onunla.


Kathy kermes gününe bir turtayla gittiğinde Sandy üç tane götürürdü ve Kathy’ninki önce satılırsa bariz bir öfkeye kapılırdı. Kimi zaman Kathy, Sandy’nin turtalarından birini satın alarak sorunu daha ortaya çıkmadan çözmeye teşebbüs ederdi. Sandy’nin bakış açısına göre, bunun işleri daha mı iyi yoksa daha mı kötü kıldığını söylemek güçtü tabii. Sandy’nin mezar taşının bu mesele hakkında edilmiş son söz, nihai bir gösteriş olduğu düşünülebilir; ne de olsa Kathy çoktan ölmüştü. Öte yandan, kimsenin Sandy’yi ziyaret ettiğini hatırlamıyorum. Sandy vefat ettikten üç ay sonra Steve Cain evlerini sattı ve kafatasına 10 numaralı otoban genişliğinde bir sırıtış kazınmış halde Arizona’ya taşındı. Çok geçmeden bana bir kartpostal yolladı; elli yıl önce porno yıldızı olan bir kadınla birlikte yaşıyormuş orada. Bu bilgiyi alınca, bir hafta boyunca kendimi kirli hissettim. Sandy’nin çocukları ve torunları bir kasaba ötede oturuyordu, fakat onu ne sıklıkta ziyaret ettiklerine bakılırsa Arizona’da yaşadıkları düşünülebilirdi. Herhalde Sandy’nin Keats alıntısı, cenazeden beri benden başka biri tarafından okunmamıştı; o da bir-iki metre ötedeki karıma giderken mezarın önünden geçtiğim için. Kathy’nin imleyicisinde ismi (Katherine Rebecca Perry), doğum ve ölüm tarihleri, bir de şu sözcükler yazıyor: SEVGİLİ EŞ VE ANNE. Her ziyaretimde o sözcükleri tekrar tekrar okuyorum. Elimde değil; bu dört kelime bir hayatı öyle yetersiz ve mükemmel özetliyor ki. Bu sözler size onun hakkında, her güne nasıl başlayıp nasıl çalıştığı hakkında, ilgi alanları veya nerelere gitmeyi sevdiği hakkında hiçbir şey anlatmıyor. En sevdiği rengin ne olduğunu, hangi saç modelini tercih ettiğini, kime oy verdiğini ya da toplantısında çıkan şamatayı anlatırken, bir anda yere yığılmış ve geçirdiği felç beynini harap ederken kasılıp kalmış olmasından nefret ediyorum.

Son sözlerinin, “Vanilyayı hangi cehenneme koydum,” olmasından nefret ediyorum. Ölü karısının yanında olmak için mezarlığı ziyaret eden o yaşlı adamlardan biri haline gelmekten de nefret ediyorum. Daha (çok daha) gençken, öyle yapmanın ne anlamı olduğunu sorardım Kathy’ye. Bir zamanlar insan olan çürümüş bir et ve kemik yığını artık insan değildir; çürümüş bir et ve kemik yığınıdır yalnızca. İnsan gitmiştir-cennete, cehenneme, bir yerlere veya hiçbir yere. Onun yerine bir parça sığır budunu ziyaret etseniz de olur. Yaşlandığınızda, fikrinizin değişmediğini fark edersiniz. Ama artık umurunuzda değildir. Ondan başka hiçbir şey kalmamıştır elinizde. Mezarlıktan ne denli nefret edersem edeyim, burada olmasına minnettarım. Karımı özlüyorum. Onu canlı olduğu onca yerde özlemek yerine, sadece ölü olduğu bir mezarlıkta özlemek daha kolay. Mezarlıkta fazla kalmadım; zaten hiç kalmam. Yaklaşık sekiz yıl sonra bile tazeliğini koruyan, bana kahrolası bir yaşlı budala gibi mezarlıkta dikilmekten daha önemli işlerim olduğunu da hatırlatan acıyı hissetmeme yetecek kadar. Onu hisseder hissetmez gerisingeri döndüm ve arkama bakma gereği duymaksızın oradan ayrıldım.

Mezarlığı ya da karımın mezarını son kez ziyaret ediyordum, fakat bunu hatırlamak için fazla çaba göstermek istemedim. Dediğim gibi, burası onun ölüden başka hiçbir şey olmadığı yer. Pek de hatırlanmaya değer bir şey değil bu. Aslında askere yazılmak da o kadar dramatik değildi. Kasabam kendi askerlik bürosuna sahip olamayacak kadar ufaktı. Yazılmak için arabayla Greenville’e, yani ilçe merkezine gitmem gerekti. Askerlik bürosu alelade bir alışveriş merkezindeki küçük bir dükkandı; bir yanında eyalet içki satış yetkisine sahip bir başka dükkan, diğer yanındaysa bir dövmeci vardı. Bunlara hangi sırayla girdiğinize bağlı olarak ertesi sabah başınızda ciddi bir belayla uyanabilirdiniz. Büronun içi, dışı kadar bile çekici değildi; böyle bir şey mümkünse tabii. Üzerinde bir bilgisayar ve yazıcı olan bir masadan, o masanın arkasındaki bir insandan, masanın önündeki iki sandalyeden ve bir duvar boyunca dizili altı sandalyeden daha ibaretti. Duvarın oradaki sandalyelerin önünde duran küçük bir sehpada, celp bilgilerinin yanı sıra Time ve Newsweek dergilerinin bazı eski sayıları vardı. Kathy ve ben on yıl önce buraya gelmiştik elbette; bırakın değişmeyi, hiçbir şeyin yerinden oynatıldığını bile zannetmiyordum ve bu durum dergiler için de geçerliydi. İnsan ise yeni gibi gözüküyordu. En azından önceki celp memurunun o kadar saçı olduğunu hatırlamıyordum. Veya göğüsleri.

Memur bilgisayarda bir şeyler yazmakla meşguldü. Ben içeri girerken başını kaldırmaya zahmet etmedi. “Birazdan sizinle ilgileneceğim,” diye mırıldandı, daha ziyade kapı açıldığı için Pavlovca bir tepkiyle. “Acele etmeyin,” dedim. “Ne kadar kalabalık olduğunu görebiliyorum.” Kısmen alaycı espri girişimim ilgi ve takdir görmedi, ki zaten son birkaç yıldır normali buydu; çaptan düşmediğimi görmek güzeldi. Masanın önüne oturup, memurun yapmakta olduğu işi bitirmesini bekledim. “Geliyor musunuz, gidiyor musunuz?” diye sordu kadın, yine bana bakmadan. “Efendim?” dedim. “Gitmek veya gelmek,” diye tekrarladı. “Katılım İstek kaydınızı yaptırmak için mi geldiniz, yoksa devrenize başlamaya mı gidiyorsunuz?” “Ah. Gidiyorum.” Nihayet bu söz, bir hayli ciddi duran gözlüklerinin arkasından gözlerini kısarak bana bakmasını sağladı. “Siz John Perry’siniz,” dedi kadın. “Ta kendisi.

Nasıl tahmin ettiniz?” Bilgisayarına tekrar baktı. “Askere yazılmak isteyen çoğu kişi doğum gününde gelir, resmi kayıt için otuz günleri daha olsa bile. Bugün sadece üç doğum günü var. Mary Valory çoktan arayıp gelmeyeceğini söyledi. Ve sizin Cynthia Smith’e benzer bir haliniz yok.” “Bunu duyduğuma sevindim,” dedim. “Ön kayıt için de gelmediğinize göre,” diye devam etti kadın, bir başka espri girişimimi daha duymazdan gelerek, “John Perry olduğunuz sonucu çıkıyor.” “Biraz çene çalmak için boş boş gezinen yalnız bir yaşlı adam da olabilirdim,” dedim. “Buralarda öyle kimselere pek rastlanmaz,” dedi kadın. “Yan dükkandaki iblis dövmeli çocuklardan korkarlar.” Nihayet klavyesini itip tüm dikkatini bana odakladı. “Peki o zaman. Kimliğinizi görelim.” “İyi de, kim olduğumu zaten biliyorsunuz,” diye hatırlattım ona. “Emin olalım,” dedi.

Bunu söylerken yüzünde en ufak bir tebessüm izi bile yoktu. Anlaşılan her gün geveze moruklarla uğraşmaktan gına gelmişti kadına. Ehliyetimi, doğum belgemi ve ulusal kimlik kartımı uzattım. Kadın bunları aldı, masasının altından bir el okuyucusu çıkarıp bilgisayara taktı ve okuyucuyu bana doğru kaydırdı. Avucumu cihaza koydum ve taramanın bitmesini bekledim. Kadın okuyucuyu aldı ve iz bilgisiyle eşleştirmek için kimlik kartımı cihazın yanından geçirdi. “Siz John Perry’siniz,” dedi nihayet. “Başladığımız yere döndük,” dedim. Beni yine duymazdan geldi. “On yıl önceki Katılım İstek oryantasyonunuz sırasında size Koloni Savunma Güçlerine ve KSG’ye katılarak alacağınız yükümlülükler ve vazifelerle ilgili bilgi verildi,” dedi, çalışma hayatının büyük bölümü boyunca bunu her gün en az bir kere söylediğini belli eden bir ses tonuyla. “Ayrıca alacağınız yükümlülükleri ve vazifeleri anımsatmak için geçiş döneminde size hatırlatıcı materyaller yollandı. “Bu noktada ilave bilgiye ya da bir hatırlatma sunumuna ihtiyacınız var mı, yoksa alacağınız yükümlülükler ve vazifeleri bütünüyle anladığınızı bildiriyor musunuz? Hatırlatıcı materyaller istemenin veya bu zamanda KSG’ye katılmamayı seçmenin cezası olmadığını da bilin.” Oryantasyon safhası hafızamda canlandı. Birinci bölüm, Greenville Halkevi’nde bazı yaşlıların katlanabilir sandalyelerde çörek yiyip kahve içmelerinden ve bir KSG bürokratının insan kolonilerinin tarihi hakkında vıdı vıdı etmesini dinlemelerinden oluşuyordu. Daha sonra bürokrat, diğer tüm ordu yaşantılarına benzer gözüken KSG askerlik yaşantısı hakkında broşürler dağıtmıştı.

Soru cevap kısmında, adamın aslında KSG’den olmadığını öğrenmiştik: Miami vadi bölgesinde sunum yapmak için tutulmuş biriydi, o kadar.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir