Islak, kasvetli atmosfer şiddetle çalkalandı. Çığlığa benzeyen sesler arasında yarıldı. Dış uzaydan yumurta biçimi roketler fırlarken çıplak yayla üç kez sarsıldı. İnişin gürültüsü dağlar ve diğer taraftaki zengin ormanlarda yankılandı. Sonra her şey tekrar derin bir sessizliğe büründü. Üç kapı şangırdayarak teker teker açıldıktan sonra insan biçimi canlılar tek sıra halinde çekine çekine dışarı çıktılar. Önce ağır ağır sonra da sabırsız bir heyecanla bu yeni dünyaya ayak bastılar. Sonunda uzay gemilerinin etrafında bir kalabalık toplandı. Bin çift göz manzaraya bakıp bin ağız heyecanla bağırdı. Ve bu yabancı dünyaya özgü rüzgârda beyaz saçlardan oluşan otuz santim yüksekliğinde bin sorguç zarifçe dalgalandı. Melezler Venüse inmişlerdi! Dünyalıların aşağı gördüğü Arz-Iı-Marslı’ kırmaları’ydılar onlar. Max Scanlon yorgun yorgun içini çekti. «İşte geldik!» Lumbuzdan dönerek kendi özel koltuğuna çöktü. «Çocuklar kadar mutlular. Onlara hak veriyorum. Yeni bir dünyamız oldu ve tamamiyle bizim. Bu harika bir şeyse de yine de önümüzde çetin günler var. Aslında korkuyorum. Bu projeyi pek düşünmeden başlattık. Ama tamamlanması çok zor olacak.» Sevecen bir kol omzuna dolandı. Max bu kolu sıkıca kavradi. Liderliği daha genç, daha enerjik birine devretmek iyi olur.» «Bunlar sâçmasapan, sözler, baba. Bunu sen de biliyorsun. Sen hayattayken yerine birinin geçirilmesiyle ilgili bir planı hiç kimse bir saniye bile dinlemez.» «Onlardan dinlemelerini istemeyeceğim ki. Bu iş oldu bile. Ve yeni lider de sensin.» Arthur kesin bir tavırla başını salladı. «Beni hizmete zorlayamazsın.» Max neşeyle güldü. «Korkarım sen sorumluluklardan kaçıyorsun, oğlum. Zavallı yaşlı babanı gücünün yetmeyeceği bir işin zorlukları ve baskılarına terkediyorsun.» Arthur şaşırdı. «Baba! Hiç de öyle değil! Öyle olmadığını sen de biliyorsun. Sen…» «Öyleyse bunu kanıtla. Bu işe şöyle bak: Irkımızın aktif bir lidere ihtiyacı var. Ben bunu yapamam. Ama her zaman yaşadığım sürece burada olacağım. Sana fikir verecek ve elimden geldiğince yardım edeceğim. Ama bu andan itibaren inisiyatif sende olmalı.» Arthur kaşlarını çattı ve istemeye istemeye, «Pekâlâ,» dedi. «Sahra komutanlığını kabul ediyorum. Ama unutma, başkomutan sensin!» «İyi. Eh, artık bunu kınlayabiliriz.» Max dolabı açarak bir kutu çıkardı ve içinden iki sigar aldı. «Tütünümüz tükenmek üzere,» diyerek içini çekti. «Kendi tütünümüzü yetiştirinceye kadar sigar içemeyeceğiz. Ama… yeni liderimizin onuruna birer tane tüttürebiliriz.» Mavi dumanlar yukarıya doğru yükselirken Max kaşlarını çatarak onların arkasından oğluna baktı. «Henry nerede?» Arthur güldü. «Bilmiyorum! Buraya indiğimizden beri onu görmedim. Ama onun kiminle beraber olduğunu sana söyleyebilirim.» Max mırıldandı. «Bunu ben de biliyorum.» «Çocuk eline fırsat geçmişken ondan yararlanıyor. Birkaç yıl sonra yeni torunlarını şımartmaya başlayacaksın, baba.» – 12 – «Onlar da ilk üç torunum kadar iyi olacaklarsa o günleri görebilecek kadar yaşamak için dua ederim.» Babayla oğul birbirlerine sevgiyle gülümseyerek dışarıdaki yüzlerce melezin hafifçe duyulan mutlu kahkahalarını dinlediler. Henry Scanlon başını yana eğerek yanındaki kızın susması için elini kaldırdı. «Akarsu sesi duyuyor musun, İrene?» Yanındaki kız başını salladı. «Şu taraftan geliyor.» «Hadi, oraya gidelim. Biz inmeden hemen önce bir nehrin ışıltısını farkettim. Belki duyduğumuz şırıltı da onundur.» «Pekâlâ, madem istiyorsun. Ama bence gemilere dönmemiz daha doğru dur.» «Nedenmiş o?» Henry şaşkınlıkla İrene’ye baktı. «Kalabalık bir gemide haftalarca yolculuk yaptıktan sonra biraz dolaşmanın hoşuna gideceğini sanırdım.» «Şey… ama tehlikeli olabilir.» «Bu dağlık bölgede değil, İrene. Venüsün dağlık bölgesi hemen hemen ikinci bir Arz gibi. Burası güzel bir orman. Balta girmemiş bir cangıl değil. Kıyıda olsaydık…» Henry birdenbire bir şeyi hatırlamış gibi durakladı. «Ayrıca korkulacak ne var? Ben yanındayım, öyle değil mi?» Kalçasının üzerindeki Tonite tabancayı okşadı. İrene gülmemek için kendini zor tuttu ve kabara kabara yürüyen delikanlıya cilveyle baktı. «Yanımda olduğunun farkındayım. İşte asıl tehlike de bu.» Henry sesli sesli soluk verdi. »Çok komik! Biliyorsun ki, ben gayet uslu davranıyorum.» Uzaklaştı. Bir süre somurtup düşündü. Sonra da, «Sahi, aklıma geldi,» diye mırıldandı. «Yarın Daphne’nin doğumgünü. Ona bir şey hediye edeceğime söz verdim.» İrene hemen, «Ona zayıflama kemeri ver,» diye söylendi. «Şişko şey!» – 13 – «Şişko da kim? Daphne mi? Ah, ben aynı fikirde değilim.» Henry bu konuyu dikkatle düşündü. Yanındaki kıza da dalgınca bakıyordu. «Doğrusu ben Daphne’yi ‘balık etli,’ ya da ‘eti budu yerinde,’ diye tanımlarım.» «O şişman!» İrene’nin sesi birdenbire bir ıslığa dönüşmüş ve o güzel yüzü asılmıştı. «Ve gözleri de yeşil.» Başını dikleştirerek hızla yürümesini sürdürdü. Ufak tefek vücudunun pek biçimli olduğunun iyice farkındaydı. Henry adımlarını sıklaştırarak ona yetişti. «Tabii, ben her zaman sıska kızları tercih ederim.» İrene hızla ona doğru döndü. Küçük yumruklarını da sıkmıştı. «Ben sıska değilim! Seni gerizekâlı goril!» «Ama İrene, seni kastettiğimi de nereden çıkardın?» Henry’ nin sesi ciddiydi ama gözlerinde muzipçe bir pırıltı vardı. Kız kulaklarına kadar kızararak döndü. Alt dudağı titriyordu. Henry’nin gözlerindeki neşeli ışıltı sönüp yerini endişe aldı. Delikanlı kolunu çekine çekine uzatarak kızın omzuna doladı. «Kızgın mısın, İrene?» Genç kızın yüzü ani bir gülümsemeyle aydınlandı. Bu parlak güneşte ışıldayan gümüşümsü saçları kadar göz kamaştırıcıydı. «Hayır.» İki genç göz göze geldiler. Henry bir an durakladı ve sonra duraklayan insanların oyunu kaybettiklerini de öğrendi. Çünkü İrene birdenbire döndü ve güldüğünü belli etmemeye çalışarak delikanlının elinden kurtuldu. Ağaçların arasındaki bir açıklığı işaret ederek, «Bak!» diye bağırdı. «Pir göl!» Ve koşmaya başladı. Henry kaşlarını çatarak hafifçe bir şeyler homurdandı. Sonra da kızın peşinden koştu. Manzara gerçekten yeryüzünü hatırlatıyordu. Çağlayanların birbirini izlediği bir çay ince gövdeli ağaçların arasından geçiyor, sonra genişleyerek sakin bir gölcüğe dönüşüyordu. Birkaç kilometre genişlikteydi göl. Derin sessizliği sadece ağaçların yukarı- – 14 – larında yuvaları olan saçaklı kertenkelelerin boyun keselerinden yayılan boğuk, davul gibi ses bozuyordu. İki Melez – delikanlıyla genç kız- el ele tutuşarak gölün kıyısında durdular ve manzaranın güzelliğinin tadını çıkardılar. Sonra yakınlarda bir yerden hafif bir şıkırtı geldi. İrene de Henry’ye sokularak kendisini onun kollarına bıraktı. «Ne oldu?» «H…Hiç. Suda bir şey kımıldadı sanırım.» «Ah, seninki de hayal, İrene.» «Hayır. Ben gerçekten bir şey gördüm. O suyun yüzüne çıktı ve… ah, Tanrım! Henry, bana o kadar sıkı sarılma…» Henry birdenbire onu bırakarak Tonite tabancasını çekerken İrene de az kalsın dengesini kaybediyordu. Hemen önlerinde gölden üstünden sular damlayan yeşil bir kafa uzanmıştı. Birbirine uzak, iri ve patlak gözleriyle onlara bakıyordu. Dudaksız geniş ağzı hızla açılıp kapanıyor ama hiç ses çıkmıyordu. Max Scanlon ilerideki dik yamaçlara düşünceli düşünceli bakarak ellerini arkasında kavuşturdu. «Demek öyle düşünüyorsun?» Arthur heyecan ve ısrarla, «Tabii öyle düşünüyorum, baba,» dedi. «Bu granit yığınlarının altına girersek bütün Arz bile bize yaklaşamaz. Sonsuz gücümüzle bütün mağarayı kazmamız iki ay bile sürmez.» «Hıh. Bu iş dikkat ister.» «Biz de dikkatli davranırız!» «Dağlık yerler deprem bölgeleridir.» «Deprem olsun olmasın, bütün Venüsü kımıldamadan tutacak kadar stat-ışınları sağlarız.» «Stat-ışınları enerjiyi tümüyle yutar. Bizi güçsüz bırakacak bir arıza da her şeyin sonu demek olur.» – 15 – «Beş ayrı elektrik santrali kurarız. Hepsini de mümkün olduğunca arızalanamayacak bir duruma getiririz. Herhalde beş santralde birden aynı anda arıza olmaz.» Yaşlı melez gülümsedi. «Pekâlâ, oğlum. Her şeyi iyice düşünüp planladığın anlaşılıyor. Başla bakalım! Ne zaman istersen başla. Ve unutma, her şey sana bağlı.» «İyi. Artık gemilere dönelim mi?» Baba oğul, kayalık yamaçtan dikkatle indiler. Sonra Max birdenbire durdu. «Arthur, şu stat-ışınlarını düşünüyordum,.» «Evet?» Genç adam Max’a kolunu uzattı. Baba oğul yürümeye devam ettiler. «Onları uzunluk açısından iki boyutlu yapar ve sonra da kıvırırsak elimize kusursuz bir savunma sistemi geçeceğini düşündüm. Bir statalanı yani. Tabii bu enerjimiz olduğu sürece işe yarar.» «Onun için dört boyutlu radyasyon gerekir, baba. Bunu düşünmek hoş ama korkarım yapılamaz.» «Ah, öyle mi? Öyleyse şimdi beni dinle…» Ancak Arthur’un dinlemesi gereken şey açıklanamadı. Hiç olmazsa o gün. Tiz bir ses baba oğulun başlarını hızla kaldırmalarına neden oldu. Henry Scanlon sıçrayarak hızla onlara doğru koşuyordu. İrene ise onu oldukça uzaktan ve daha ağır ağır izliyordu. «Tanrım, baba! Seni buluncaya kadar canım çıktı. Neredeydin?» «Buradaydım, oğlum. Ya sen neredeydin?» «Ah, ortalıkta dolaşıyordum. Dinle, baba! Bilim adamlarının sözünü ettikler? hem suda, hem de karada yasayan yaratıkları biliyorsun değil mi? Amphibi’leri? Onların Venüsün dağlık bölgelerindeki göllerde yaşadıkları söyleniyordu. Eh, biz onları bulduk. Sürüyle yaratık. Oldukça çok. Öyle değil mi, İrene?» Genç kız soluk alabilmek için durdu ve başını salladı. «Öyle – 16 – de şirinler ki, Bay Scanlon! Yemyeşil.» Burnunu kırıştırarak güldü. Arthur’la babası kuşkuyla birbirlerine baktılar. Sonra genç adam omzunu silkti. «Hayal görmediğinden emin misin, Henry? Bir keresinde uzayda bir meteor görmüş ve hepimizin ödünü patlatmıştın. Sonradan bunun senin lumbuz camına vuran aksin olduğu anlaşılmıştı.» İrene’nin hafifçe güldüğünü acıyla farkeden Henry öfkeyle alt dudağını uzattı. «Buraya bak, Art, sen galiba burnuna yumruğu yemek istiyorsun! Üstelik bunu yapacak kadar da büyüdüm.» Baba Scanlon’un otoriter sesi duyuldu. «Yavaş! Sakin ol. Ve sen Arthur, erkek kardeşinin gururuna saygı göstermesini öğren. Şimdi, Henry… Arthur şunu kastediyordu: O hem karada ve hem de suda yaşayan yaratıklar tavşanlar kadar ürkeklermiş. Onları sadece birkaç kişi uzaktan görebilmiş.» «Ama biz onları iyice gördük, baba. Çok kalabalıktılar. Galiba onları İrene çekti. Kimse ona dayanamaz.» «Senin dayanamadığını biliyorum,» Arthur gürültülü bir kahkaha patlattı. Henry yine kaskatı kesildi ama babaları iki kardeşin arasına girdi. «İkiniz de büyüyün artık. Haydi gidip şu yaratıkları görelim.» Max Scanlon, «Bu inanılmaz bir şey!» diye bağırdı. «Hepsi de çocuklar kadar sokulgan. Hiç anlayamıyorum.» Arthur başını salladı. «Ben de öyle, baba. Elli yıl süresince hiçbir kâşif onları yakından göremedi oysa şimdi karşımızdalar. Sürüyle yaratık hem de.» Henry göle çakıllar atmaya başladı. «Şimdi hepiniz bunu seyredin.» Çakıl kavis yaparak suya dalarken altı yeşil yaratık geriye doğru perende atarak suya düzgünce süzüldüler. Göz açıp kapa- – 17 – Melezler Venüste / F: 2 yıncaya kadar içlerinden biri tekrar yüzeye çıktı ve çakıl yine bir kavis çizerek Henry’nin ayağının dibine düştü. Hem suda, hem de karada yaşayan yaratıklar, sayıları gitgide artarken yavaş yavaş da yaklaşıyorlardı. Sonunda gölün kıyısına erişerek kaba kamışları yakaladılar ve iri gözleriyle melezlere baktılar. Suyun yüzeyinin hemen aşağısındaki kaslı bacaklarının zarafetle bir ileri bir geri oynadığı görülebiliyordu. Parmaklarının arasında zarlar vardı. Acayip, düzensiz bir ritmle dudaksız ağızlarını açıp kapıyorlardı. İrene birdenbire, «Galiba onlar konuşuyorlar, Bay Scanlon,» dedi. Yaşlı melez düşünceli bir tavırla başını salladı. «Evet, olabilir. Kafatasları çok geniş. Oldukça zeki olabilirler. Eğer ses telleri ve kulakları bizimkinden daha yüksek ya da alçak ses dalgalarına göre gelişmişse onları duyamayız. Bu da seslerinin çıkmamasının nedenini açıklar.» Arthur, «Herhalde bizden söz edip duruyorlar,» dedi. «Tıpkı bizim yaptığımız gibi.» İrene de ekledi. «Evet. Bizim ne tür acayip yaratıklar olduğumuzu düşünüyorlar herhalde.» Henry sesini çıkarmadı. İhtiyatlı adımlarla gölün kıyısına yaklaşıyordu. Toprak ayaklarının altında çamura dönüştü, sazlar da sıklaştı. En yakın gruptaki yaratıklar endişeli bakışlarını ona diktiler. Bir ikisi kamışları bırakarak sessizce uzaklaştılar. Ama en yakındaki yerinden kımıldamadı. Geniş ağzını sıkıca kapatmıştı. Gözlerinde çok dikkatli olduğunu gösterir bir ifade vardı. Ama yine de kımıldamıyordu. Henry durdu, tereddütle baktı, sonra da elini uzattı. «Merhaba, Phib.» ‘Phib’ delikanlının uzattığı ele baktı. Sonra büyük bir dikkatle perdeli elini uzatarak melezin parmaklarına dokundu. Sonra şiddetli bir hareketle elini geri çekti. Ağzı sessiz bir heyecanla açılıp kapanıyordu. – 18 – Max arkadan seslendi. «Dikkatli ol. Böyle davranırsan onu korkutursun. Derisi son derecede hassas. Kuru şeyler herhalde cildini tahriş ediyor. Elini suya sok.» Henry ağır ağır bu emre uydu. Phib’in kasları büzüldü. En ufak, ani bir hareket karşısında kaçmaya hazırdı. Ama öyle olmadı. Melez delikanlı tekrar elini uzattı. Fakat bu kez parmaklarından sular akıyordu. Uzun bir an hiçbir şey olmadı. Phib galiba ne yapması gerektiğine karar vermeye çalışıyordu. İki defa elini uzatıp çekti. Ve sonunda parmaklar tekrar birbirlerine dokundular. Henry, «Aferin, Phib,» diyerek yeşil yaratığın elini kavradı. Phib hayretle bir an irkildi. Sonra melezin parmaklarını sıktı o da. Hem de öyle bir güçle ki Henry’nin eli uyuştu. İlk Phib’in durumu diğerlerine cesaret vermişti anlaşılan. Şimdi diğerleri de yaklaşıyor ve ellerini uzatıyorlardı. Öbür üç melez de çamurları şapırdatarak yaklaştılar ve ıslattıkları ellerini uzatmaya başladılar. İrene, «Çok garip,» dedi. «Her el sıkışımda aklıma saç geliyor nedense.» Max ona döndü. «Saç mı?» «Evet, bizim saçlarımız. Gözlerimin önünde uzun beyaz saçlar beliriyor. Dimdik duruyor ve güneşte parlıyorlar.» Farkına varmadan ellerini kaldırarak kendi güzel saçlarını düzeltti. Henry de atıldı. «Sen söyleyince durumu farkettim. Benim aklıma da hep aynı şey geliyor. Ama bu sadece el sıkıştığım zaman oluyor.» Max, «Ya sen, Arthur?» diye sordu. Genç adam kaşlarını hayretle kaldırarak başını, «Evet» der gibi bir kez salladı.
Melezler Venüste – Isaac Asimov
PDF Kitap İndir |