Ray Bradbury – Fahrenheit 451

Ray Bradbury’nin Önsözü, Şubat 1993 Beş kısa sıçrama ve sonra büyük bir atlama. Beş kadınparmağı fişeği ve sonra bir patlama. Bu, Fahrenheit 451’in yaratılışını tam olarak anlatıyor. İki ya da üç yıllık bir zaman diliminde yazılmış beş kısa hikâye, bir bodrum kütüphanesinde daktilo kiralayıp, kısa romanı sadece dokuz günde bitirebilmem, bana dokuz dolar elli sente patlamıştı. Niçin? Hiçbir dergiye satılmamış kısa bir öykü olan Şenlik Ateşi’nde, bir adamın dünyanın sonu gelmeden bir gece önceki uzun edebi düşüncelerini hayal etmiştim. Kırk beş yıl kadar önce sadece bir kehanet olarak değil, aynı zamanda şiddetli bir uyarı amacıyla bu tür bir sürü öykü yazdım. Şenlik Ateşi’nde kahramanım büyük aşkların listesini yapıyordu. Hikâyenin bir kısmı şöyleydi. “William Peterson’u rahatsız eden şey; Shakespeare, Aristo, Platon, Jonathan Swift, William Faulkner, Robert Frost’un ve belki, John Donne ve Robert Herrick’in şiirleri idi. Bütün bunlar, düşünün, şenlik ateşine atılacaktı. Bundan sonra çıra olarak kullanılacak şeyleri düşündü (sonunda olacakları şey buydu), Michelangelo’nun muazzam heykellerini; El Greco’yu ve Renoir’ı ve böyle devam etti. Yarın hepsi ölmüş olacaklardı. Shakespeare ve Frost, Huxley, Picasso, Swift ve Beethoven’le birlikte, kendi sıradışı kütüphanesi ve sıradan bir insan olan kendisi…” Şenlik Ateşi’nden sonra, çok geçmeden hayal gücü daha fazla olan Parlak Anka’yı yazdım. Hikâyede bir şehir kütüphanecisi, bağnaz bir yerel vatansever tarafından, birkaç düzine kitabın yakılması için tehdit edilir. Kundakçılar kitapları yakmak için geldikleri zaman, kütüphaneci onları içeri davet eder ve açıktan açığa engellemek “Profesör Einstein,” dedim.


“Bay Shakespeare,” dedi. Kütüphane kapanırken de uzun bir adam çıktı. “İyi akşamlar, Bay Lincoln,” dedim. “Seksen yedi yıl…” diye yanıtladı. Kitap yakan şehir bağnazı, bunları duyunca, bütün şehrin, kitapları hafızalarına kaydederek sakladığını anlar. Kitap her yerdedir. İnsanların kafalarında saklıdır! Adam çıldırır ve öykü biter. Bunu aynı yönde başka öyküler de izledi. Sürgünler adlı öyküm Oz, Tarzan ve Alice kitaplarının tipleriyle ve Hawthorne ile Poe’nun yazdıkları garip öykülerdeki tiplerle ilgiliydi. Birer birer Mars’a sürülürler ve Dünya’daki son kitap yakıldığı zaman, burada nihai ölümden önce, hayaletleri erir, dumanlaşır ve uçar gider. Usher II’de kahramanım, dünyadaki bütün entelektüel kitap yakıcılarını, düşlemin akıl için zararlı olduğuna inanan o kötü ruhları toplar, onlarla Kızıl Ölüm maskeli balosunda dans eder ve onları, ikinci Usher’ın Evi [1] ölçülemez derinliklerde gözden kaybolunca, küçük bir gölde batırıp boğar. Şimdi, büyük atlamadan önceki beşinci sıçrama. Kırk iki yıl kadar önce, bir yıl önce veya sonra olabilir, Los Angeles’ta orta Wilshire’de bir yazar arkadaşla yürüyerek konuşuyordum. Bir polis arabası durdu ve bir polis memuru çıkarak ne yaptığımızı sordu. Ben, ukala dümbeleği, “Ayaklarımızın birini diğerinin önüne koyuyoruz,” diye yanıtladım.

Bu, doğru yanıt değildi. Polis memuru sorusunu tekrarladı. Boyumdan büyük bir yanıt verdim, “Havayı soluyoruz, konuşuyoruz, tartışıyoruz, yürüyoruz.” Polis memuru kaşlarını çattı. Açıkladım. “Bizi durdurmanız mantıksız. Eğer bar soymak veya bir dükkandan bir şey çalmak isteseydik, araba kullanıyor olmamız gerekirdi. Soymuş, çalmış, uzaklaşıyor olurduk. Gördüğünüz gibi, arabamız yok, sadece ayaklarımız var.” “Demek yürüyorsunuz?” dedi polis memuru, “Sadece yürüyor musunuz?” Başımla onaylayarak açık gerçeği hazmetmesini bekledim. “Pekâlâ,” dedi polis memuru, “Bir daha yapmayın!” Ve polis arabası uzaklaştı. Bu ‘Alice Harikalar Diyarında’ rastlaşmasından son derece sinirlenmiş olarak, yürümenin yasaklandığı ve bütün yayaların suçlu sayıldığı gelecek bir zamanda geçen, Yaya’yı yazmak üzere eve koştum. Hikâye ülkedeki her dergi tarafından reddedildi, sadece ülkenin en iyilerinden birisi olduğuna inandığım, Max Ascoli’nin görkemli politik dergisi, The Reporter tarafından basıldı. Şu devriye gezen arabadan, meraklı sorulardan, benim yarı aptal yanıtlarımdan Tanrı razı olsun; yoksa Yaya’yı yazamaz ve yeni bir iş için birkaç ay sonra şehirde gece yarısı suç gezintimi yapmazdım. Bu gezintiyi yaptığım zaman, söz veya düşünce çağrışım oyunu olarak başlayan şey, 25.

000 kelimelik İtfaiyeci adlı bir kısa romana dönüştü. Bu romanı satmakta çok güçlük çektim, çünkü Joseph McCarthy’nin dirseğinin dibinde Bobby Kennedy’yle daha fazla soruşturma için sahneye çıkışından çok önce olmasına rağmen, o sıralar UnAmerican Activities Committee’nin dönemiydi. Ya kütüphane bodrumundaki daktilo odası ve sayesinde bir düzine öğrenci ve önlerinde bir düzine daktilonun bulunduğu bir odada zaman ve mekân satın almama olanak veren şu dokuz dolar elli sent? 1950’de oldukça yoksul olduğumdan, ihtiyacım olan büroyu tutamıyordum. Bir öğle üzeri UCLA kampüsünde dolaşırken, aşağıdan gelen daktilo sesleri duydum ve araştırmaya gittim. Mutlu bir çığlıkla orasının, bir insanın yarım saatini on pensten kiraladığı daktiloyla, düzgün bir büroya ihtiyacı olmadan, oturup yaratabileceği bir kiralık daktilo yazma odası olduğunu gördüm. Oturdum ve üç saat sonra, önceleri kısa diye başladığım akşama doğru çılgınca büyüyen bir düşüncenin beni sardığını fark ettim. Fikir o derece heyecan vericiydi ki, akşam olduğunda kütüphane bodrumundan ayrılarak otobüse binip gerçeğe; yani evime, eşime, henüz bebek olan kızıma gitmek bile bana zor gelmişti. Size, günlerce, o kiralık makineye saldırarak, bozuk paraları atıp, çıldırmış bir şempanze gibi tuşlara vurarak, yukarı koşup yeniden bozuk paralar getirerek, içeri girip kitap raflarına koşarak, kitapları çekip sayfaları çevirerek, dünyanın en güzel poleni olan ve insanda edebi alerji yaratan kitap tozunu içime çekerek, sonra sevinçten kıpkırmızı bir halde tekrar aşağıya koşarak, bir sözü orada, bir başkasını şurada bulup filizlenen efsanemin içine yerleştirerek yaşadığımın ne kadar heyecanlı bir macera olduğunu anlatamam. Tıpkı, Melville’in kahramanı gibi, çılgınlığın çılgınlaştırdığı biriydim. Durmamın imkânı yoktu. Ben Fahrenheit 451’i yazmadım, o beni yazdı. Sayfalardan gözlerime giren, oradan tüm sinir sistemimi dolaşarak ellerimden dışarı fırlayan, bir enerji çevrimi vardı. Daktilo ve ben, parmak uçlarıyla birbirine bağlı siyam ikizleri gibiydik. On iki yaşımdan beri, lise çağlarım boyunca ve otuzlu yaşlarıma kadar, hep bir romanın uçurumlarından hiçbir zaman atlayamayacağımı düşünerek kısa öyküler yazdığım için bu özel bir zaferdi. Artık bu, benim yeni bir biçime, hem de paraşütüm olmadan, cesurca atlayışımdı.

Kütüphanedeki koşuşturmalarım, kitapların kokusu ve mürekkebin tadının coşkusuyla öfkelenerek, kısa sürede, kimsenin İtfaiyeci’yi istemediğini fark ettim. Hemen hemen bu alandaki bütün dergiler tarafından reddedilmişti. Sonunda, o zaman için çoğu kimseden daha yürekli olan Horace Gold’un editörlüğünü yaptığı Galaxy Magazine tarafından yayımlandı. Bana ilham veren neydi? Evet, beni daktiloma balıklama dalarak, oradan yangın, baskı ve papirüsle ilgili abartılar, mecazlar ve benzetmelerle çıkmaya iten bir temel etki sistemi olmalıydı. Elbette, 1934’te Almanya’da kitapları tutuşturan Hitler, Stalin ve onların kafadarlarının kibritleriyle ilgili söylentiler vardı. Ayrıca çok önceleri, l680’de Salem’de, benim on göbek büyükbüyükannem Mary Bradbury’nin yargılandığı ama yanmaktan kurtulduğu cadı avı vardı. Fakat en çoğu Roma, Yunan ve Mısır Mitolojisi üzerine üç yaşlarımda başlayan, benim romantik geçmişimden geliyordu. Evet, üç yaşında, üç, Tutankhamen’in mezarından doğrulup, hafta sonu haber gazetelerinde altın maskesiyle boy gösterdiği ve benim onun ne olduğunu merak edip arkadaşlarıma sorduğum zamandan beri. Bu nedenle, ikisi kaza eseri üçüncüsü kasıtlı olan, İskenderiye Kütüphanesi’nin üç yangınını duymam veya okumam kaçınılmazdı. Dokuz yaşımda bunu öğrenince, ağladım. Ne tuhaf bir çocuktum. Daha o zaman Waukegan, Illinois’deki Carnegie kütüphanesinin çatı katlarının ve ürkütücü bodrumlarının müdavimlerinden olmuştum. Bir kere başladıktan sonra, böylece devam ettim. Sekiz, dokuz, on iki ve on dört yaşlarımda, her zaman önümde yarışı kazanmak için koşan ağabeyim olduğu halde her pazartesi akşamı, kütüphaneye koşmaktan daha çılgınca heyecan veren başka bir şey olamazdı. Bir keresinde, içerideki yaşlı bayan kütüphane memuru (çocukluğumda hep yaşlı bayanlar bulunurdu) kitapların ağırlığını, benim ağırlığımla karşılaştırdı ve eşitsizliği tasvip etmediği halde (çocuktan fazla kitap) benim eve giderek sayfaları çevirmek için onları yalamama izin verdi.

Bu çılgınlığım, ailem 1932 ve 1934’te 66. Yol boyunca ülkeyi dolaşırken de devam etti. Ne zaman Buick’imizin motoru dursa, dışarı fırlar, cadde boyunca, benim bildiklerimden farklı Tarzan’ların, farklı Tik Tokların, farklı güzelliklerin ve farklı canavarların yaşaması gereken kütüphaneye koşardım. Liseyi bitirdikten sonra koleje gitmeye gücüm yetmedi. Bir sokak köşesinde üç yıl gazete sattım ve şehir kütüphanesini haftada üç dört gün işgal ederek, sık sık kütüphanelerin okuyucularına bir hizmet olarak verdiği küçük not alma kâğıtları üstüne küçük öyküler yazdım. Kütüphaneden 28 yaşımda çıktım. Yıllar sonra üniversitedeki bir konferans sırasında, benim edebiyata olan büyük bağlılığımı öğrenen kolejin müdürü, bana bir kep, cüppe ve diploma vererek, beni resmen kütüphaneden “mezun” etti. Yalnız olacağımın ve daha fazla eğitim gerekeceğinin bilincinde olarak, yaşamıma şiir hocamı ve LA Lisesi’nden öykü hocamı da aldım. Sonuncusu, Jannet Johnson, sadece birkaç yıl önce, doksanlı yaşlarında, okuma alışkanlığımın nasıl gittiğini bana sorduktan biraz sonra öldü. Son kırk yıl içinde, kütüphaneler, kütüphaneciler ve yazarlar hakkında, herhalde bütün yazarlardan fazla şiir, deneme, öykü, oyun ve roman yazmışımdır. Emily Dickinson, Nerelerdesin! Geçen gece uykusunda Herman Melville senin adını çağırdı gibi şiirler yazdım. Emily ile Bay Poe’nun benim ebeveynlerim olduğunu iddia eden bir başka şiir de yazdım. Ve Charles Dickens’ın 1932 yazında büyükbabamın evinin üst katındaki odasına gelerek bana Pip diye seslendiği ve İki Şehrin Hikâyesi’ni bitirmek için kendisiyle işbirliği yapmama izin verdiği hikâyeyi. Son olarak da, iyiyle kötünün, Bay Halloway ve Bay Dark’ın gece yarısındaki buluşma yeri olan, Uğursuz Bir Şey Geliyor Bu Yana’daki kütüphane. Hayatımdaki bütün kadınlar; öğretmen, kütüphaneci ya da kitap satıcısıydı.

Eşim Maggie’yi 1946 baharında bir kitapçı dükkanında buldum. Fakat artık, İtfaiyeci’ye ve onun ucuz bir dergide basıldıktan sonraki akıbetine dönelim. Nasıl oldu da, orijinal genişliğinin iki katına çıkıp dünyaya yayıldı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle
  1. İlkkkk yorummmm