Stanislaw Lem – Ölümlü Makineler

(…) Ne olduğunu bilmiyor, ne yapaca ğından emin değilmiş gibi görünüyordu. Pirx’in anlamakta hiç zorlanmadığı bu tereddütte, bu kararsızlıkta öylesine âşinâ, öylesine insanca bir şey vardı ki boğazında bir düğümlenme hissetti. Ölümlü Makineler, bilimkurgu türünün duayeni Stanislaw Lem’in robotlar, başka bir deyişle “demir melekler” üzerine yazdığı on dört öyküden oluşuyor. ” Robot Masalları” adlı derlemeyi oluşturan ilk on bir öykü, elektro- şövalyelerin elektroatları üzerinde kılıç oynattıkları, “bir damla protoplazması bile olmayan bir dünyayı” konu edinir. Bu dünyada insanın adı da anılır, gittiği her yere yıkım götüren “Beyaz Ölüm” olarak, öykülerin ortak noktası, robotların da ölümlü birer yaratık, nihayetinde birer insan olduklarıdır. “Av” ile “Maske” adlı iki hüzünlü öyküde Lem, uzun soluklu yapıtlarını aratmayacak bir kalem ustalığı ve yaratıcılık sergiler. Bir makine ile bir insan arasındaki av-avcı ilişkisi çerçevesinde kurgulanmış iki öykü, yer yer Gotik izler taşıyan bir atmosferde, makine ile insan arasındaki sınırın adeta silindiği duygu yüklü birer başyapıt niteliğinde. Öyküleri derleyip İngilizce’ye çeviren Michael Mandel’in dediği gibi: “Lem çok eğlencelidir, ama bir öyküyü hüzünlü bir tonda anlatmasını da bilir.” On beş yıl önce kendileri için Stanislaw Lem’in birkaç kitabını çevirmiş olduğum Seabury Press, bana, Lem’in daha önce Lehçe’de hiç yayımlanmayan eserlerini derleyerek küçük bir antoloji düzenleme fırsatı verdi. Sonuç, elinizdeki kitaptır. Kafamdaki fikir, Lem’in robotlar hakkındaki öykülerini derlemekti. Kimi neşeli, kimi ağır olan öykülerin ortak noktası -ki bu Lem’in kurgusal dünyasının temel taşıdır- robotların da nihayetinde insanlar olduğuydu. Başlığı, Bartlett’s’i karıştırarak buldum. Desdemona’nın ihanetini duyan Mağripli’nin, paradoksal bir biçimde askerlikte bulduğu manevî huzura veda ettiği Othello’dan esinlendim. “Zalim boğazları / ölümsüz Jüpiter’in korkunç çığlıklarını andıran” ölümlü makineler, gürleyen birer top, birer savaş makinesi.


Bilimkurgu ve Lem bağlamında bu makineler otomatlaşıyor ve ölümlü sözcüğü bir kelime oyunu tınısı kazanıyor: Kimi kez ölüm getiren anlamında ölümlü, kimi kez de ölüme mahkûm olma anlamında ölümlü. Başka bir deyişle, onlar da bizim gibi ölümlü. Robot izleği aslında kısmen bir mazeretti. Mükemmel bir konu ve yazara kesinlikle uygun – ama gerçek şu ki, ben biraz da eğlenmek istiyordum: Lem’in “Robot Masalları”nı sadece robotların işgal ettiği bir dünyayı (bir damla protoplazması olmayan bir dünyayı) konu edindikleri için değil, hem okur hem de çevirmen olarak çok hoşuma giden The Cyberiad ile Star Diaries’deki oyun tadını taşıdıkları için çevirmek istedim. Bütün Lemler arasında -geleneksel bilimkurgu yazarı, filozof, politik hicivci, geleceği gören bilge, ahlâkçı ve daha birçokları- benim en çok sevmiş olduğum ve hâlâ da sevdiğim Lem, mizah ustası öykü anlatıcısı, komik Baron Munchausen Lem’dir. Robot izleğine bir zemin oluşturacak bir iki noktayı belirtmek isterim, bu sibernetik düşünce Lem’in aklını epey meşgul etmiştir. 1948 yılında ortaya atılan sibernetik sözcüğü, 20. yüzyıl bilimi ile teknolojisinin bilgi işlem alanında geçirdiği ciddi ve beklenmedik dönüşümün bir sonucuydu: İkinci sanayi devriminin. “ Sibernetiğin babası” Norbert Wiener, sibernetiği, kendi performanslarını ya da işlevlerini (çıktı), o performans hakkında aldıkları verileri (girdi) temel alarak düzenleyebilen -başka bir deyişle geribesleme (feedback) özelliği olan- karmaşık sistemlerin incelenmesi olarak sundu. İnsan, bu tür sistemlerin bir örneğiydi, “yaşamı taklit eden bir otomat” da bir başka örnek olabilirdi. Önemli olan hammadde değil, sistemdi; hammadde biyolojik olabilirdi de, olmayabilirdi de… Böylelikle doğal olan ile yapay olan arasındaki ayrımın burada bir önemi kalmıyordu. Wiener, yapay bir insanı bir analog insan olarak düşünmek gerektiğini söylüyordu. İnsan da makine de “bölgesel olarak azalan entropi adaları” olduğundan, böylesi bir aygıt, aslında evrensel kaosa karşı verdiği mücadelede insanın müttefiği olurdu. Sosyalizm, en azından sosyalizmin bilimsel versiyonu, 19. yüzyılı yapay insan düşüncesiyle tanıştırmakta önemli bir rol oynamıştır.

Bazıları için o, nihaî bir idealdi; bazıları içinse nihaî bir kâbus. Bu iki görüşün, ikisi de Rus olan iki temsilcisi bulunmaktadır. (Ruslar, tipik tarlaları, çamurları, köylüleri, bitleri ve geri kalmış teknolojilerine karşın her nedense, yapay insan konusunda her zaman düşüncelerini açıklamışlar ve bunu çok incelikli bir şekilde yapmışlardır.) Dostoyevski, 1864 yılında, Yeraltından Notlar adlı anti-ütopyacı kitabında, bilimsel olarak tanımlanan insanı ruhsal bir mekanizma, bireysellikten, bağımsızlıktan yoksun bir varlık olarak görmüştür: Bilim insana, gerçekte hiçbir zaman iradesinin ya da kaprislerinin olmadığını; kendisinin ancak bir piyano tuşu ya da org içindeki bir vida kadar değer taşıdığını; ayrıca, yeryüzünde doğa yasalarının hüküm sürdüğünü, insanın yaptığı her şeyin istemesine değil, bu yasalara bağlı olarak oluştuğu gerçeğini öğretecektir. O halde, bize yalnızca bu yasaları keşfetmek kalıyor, insanlar böylece davranışlarından sorumlu olmayacakları için yaşamak da kolaylaşacaktır. Artık insanın bütün yapıp ettikleri, tıpkı 108,000’lik logaritma çizelgeleri gibi matematiksel olarak hesaplanıp bir dizine geçirilecek, hatta zamanımızın ansiklopedik sözcükleri cinsinden yararlı yayınlar bile çıkacaktır. İçinde her şeyin büyük bir kesinlikle hesaplanıp kaydedildiği bu yayınlar sayesinde dünyada sözü edilmemiş ne bir davranış ne de bir serüven kalacaktır. Sosyalizmin, Rus Devrimi ile Sovyetler’in cesur yeni dünyası biçiminde zafer kazanmasından birkaç yıl sonra, Gastev adlı bir ütopya entelektüeli şunları yazıyordu: Sadece hareketlerin, üretim yöntemlerinin değil, günlük düşüncenin mekanizasyonu, aşırı boyutlara varan akılcılıkla birleştiğinde, proleteryanın ruh halini çarpıcı bir derecede normalleştirir, ona şaşırtıcı bir anonimlik verir, bu da ayrı proleterya birimlerinin A, B, C, 325,075 ya da 0 olarak nitelenmesini kolaylaştırır. Bu eğilim, bundan sonra, bireysel düşünceyi fark ettirmeden imkânsız kılacak ve düşünce, psikolojik düğmeler ve kilitler sistemiyle, bütün bir sınıfın nesnel işlemi haline gelecek. Bu kolektif komplekslerin hareketleri, insan yüzlerinden yoksun birer nesnenin hareketine benzer … duyguları haykırışlarla ya da kahkahalarla değil, manometrelerle, taksometrelerle ölçülen birer nesne. O zaman yeni bir kolektifin demir mekaniğine, proleteryayı işitilmedik bir toplumsal otomata dönüştüren yeni bir kitle mühendisliğine sahip oluruz. Her ne kadar farklı ideolojik çizgileri olsa da, Dostoyevski ile Gastev, insanların bilimsel olarak “açıklanışı” ile insan “mühendisliği” arasında aslında bir fark olmadığına inanmışlardır. Stanislaw Lem’in, “robot” sözcüğünün türetildiği ve ilk kez Karel Capek’in R.U.R.

adlı oyununda kullanıldığı 1921 yılında doğmuş olması ilginç bir rastlantıdır. Capek’in oyunundaki robotlar, bir yapay işçi ordusudur, son sahnede dünyayı ele geçirirler ve insanlık yok olur. Yapay Zekâ’nın ilk kez bahis konusu edilip taraftar bulması, yaklaşık kırk yıl önceydi. Hâlâ vakum tüpleri olan “modern bilgisayar”ın yeni doğmaya başladığı bu sıralarda, bazı bilim adamları, nihayet düşünebilen bir mekanizma yapma olanağı karşısında çok heyecanlanmışlardı. Bir matematikçi olan Wiener, sibernetik konusunda popüler bir kitap yazmıştı; bir başka matematikçi olan A. M. Turing, hesap makineleri ile zekâ üzerine çarpıcı bir felsefî makale kaleme almıştı; bir gün tek başına bir bilimkurgu kurumu olmayı hayal eden biyokimyacı Isaac Asimov, özgün ve yeni ufuklar açan öykülerini derlediği I, Robot (Ben, Robot) adlı kitabını yayımlamıştı. Bütün bunlar 1950 yılında gerçekleşmişti. O sırada Krakow’daki Jagiellonian Üniversitesi’nde bir tıp öğrencisi olan Lem, bilim, bilimkurgu ve felsefe alanındaki birçok kitabı İngilizce olarak yutuyor, Leh damarları bu Amerikan düşüncelerle doluyordu. (The Cyberiad’ın, politik, matematiksel, hatta eşler arasındaki sorunları çözerek evreni dolaşan, iyi niyetli ama bazen çabuk öfkelenen inşaatçısı Trurl’un adının, Turing’den [turlamak] esinlenilmiş olduğundan eminim.) Ambrose Bierce’in “Moxon’s Master”ında (1893), satranç oynayan bir makine bir oyunu kaybettikten sonra sinirlenir ve yaratıcısı açısından hiç de hoş olmayan olaylara neden olur. “Ölü, durgun madde diye bir şey yoktur,” der çılgın bilim adamı Moxon. “Her şey canlıdır.” Lem, Moxon değildir ve gayet aklı başındadır; buna karşın temelde çılgın bilim adamının görüşlerine katılır. The High Castle adlı otobiyografik kitabında şöyle der: “Eski bujileri çok severdim, anlaşılmaz aletlerin parçalarını alır, bir kolu ya da bir diğerini çevirip onu hoşnut etmeye çalışır, sonra da onu rahat bırakırdım… Bugün bile kırık ziller, çalar saatler, eski yaylar, telefon ahizeleri gibi şeylere karşı özel bir ilgim vardır.

” Lem’in kitaplarındaki robotlar, ilk bakışta öyle görünmeseler de, hep iyidirler. Bir Lem romanında bir robotun yaptığı en kötü şey, sorumluluğu başkasına atmak ya da herkesin başına gelebilecek sıradan bir başarısızlığı bürokratik yollarla örtmek olmuştur. Doğru, Dürüst Annie adlı süper bilgisayar birkaç kişinin ölümüne yol açmıştır (bu kitapta değil), ama o da çok fazla tahrik edilmiştir ve niyeti kendini korumaktır. Lem’in düşünebildiğim en saldırgan bilgisayarı, Trurl’un yaptığı dev hesap makinesiydi: İkiyle ikinin yedi ettiğinde ısrar eden bu bilgisayar, ikiyle iki dört ettiğinde, başka türlüsünün yanlış olduğunda ısrar eden yaratıcısına öfkelenerek temellerini sökmüş ve ağzı bozuk bir kadın (Lehçe’de “makine” dişil bir sözcüktür) gibi onu kovalamıştı. Lem’in düşünen makineleri genelde saldırıda bulunanlar değil, saldırıya uğrayanlardır. Lem’in eserlerinde, hikâyedeki kötü kahramanın -masaldaki canavarın- biyolojik bir varlık olması beklenir, o da insandır. Bu kitaptaki robot öyküleri, Ortaçağ’a özgü unsurlarla fütüristik öğeleri birleştirir; olaylar kralların, bilim adamlarının, danışmanların, köylülerle dilencilerin robot olduğu bir dünyada geçer. Robot vatandaşların robot köpekleri, robot köpeklerin robot pireleri vardır. Robot kızlar, koşumlu ve geribeslemeli ejderler tarafından tehdit edilirler. Sonunda prensle prenses evlendiklerinde, bize soylarını programlayacakları söylenir. “Av” adlı öyküde, bir adam bir makinenin izini sürer; “Maske”deyse bir makine bir adamın izini sürer. Eşitlik. Ayrımcılık yoktur. Bence “Maske” küçük bir başyapıt niteliğindedir. Lem’in en popüler romanı Solaris’le birçok ortak yönü vardır.

Öykü de, roman gibi, aşk hikâyesiyle korku öyküsünün iç içe geçtiği bir bileşimdir. Ölümlü Makineler’e güneşi de gölgeyi de katmaya çalıştım. Lem çok eğlencelidir, ama bir öyküyü hüzünlü bir tonda anlatmasını da bilir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir