Stanislaw Lem – Solaris

Gemi saatiyle 19.00’da Prometheus’un fırlatma bölmesine gittim. Başlığın çevresindekiler yana çekilerek yol verdi, kollarımdan güç alarak kendimi aşağıya, kapsüle bıraktım. Daracık yolcu bölmesinde kıpırdayacak yer yoktu. Uzay giysimin üstündeki musluğa hortumu yerleştirdim, giysim şişiverdi. Artık hiç kımıldayamaz durumdaydım. Şişme giysime gömülmüş, geminin madeni gövdesine boynumdan bağlı, ayaktaydım sözde. Aslında oracığa asılıydım. Gözlerimi yukarı kaldırdım. Saydam gölgeliğin ötesinde görebildiğim, pürüzsüz, perdahlanmış bir duvar ve daha yukarıda da Moddard’ın bana doğru eğilen başıydı. Moddard yok oldu, birden karanlığa gömüldüm: Ağır koruyucu kapak yerine oturmuştu. Vidaları çeviren elektrik motorlarının vınlayışı sekiz kez yinelendi, ardından amortisörlerin tıslaması geldi. Gözlerim karanlığa alıştıkça, tümüyle otomatik kumandalı araçtaki biricik kadranın ışıltılı yuvarlağını seçebiliyordum. Kulaklarımdaki alıcıda bir ses yankılandı: ‘Hazır mısın Kelvin?’ ‘Hazırım Moddard,’ diye yanıtladım. ‘Hiçbir şeye kafanı takma.


istasyon seni uçuş halindeyken kapıp indirecek İyi yolculuklar! Bir gıcırtı geldi, kapsül sallandı. İstemeden kaslarım gerildi, ama başka ne ses çıktı ne de bir hareket oldu. ‘Kalkış ne zaman?’ Sözcükleri sıraladığım anda ince kum serpilişıne benzer bir hışmı sezdim. ‘Yola çıktın bile Kelvin. Bol şans!’ Modelard’ın sesi deminki gibi yakındı. Gözümün hizasında geniş bir yarık açıldı. Yıldızları görebiliyordum. Prometheus’un yörüngesi Saka takımyıldızının Alfa bölgesindeydi. Bunu düşünüp yönümü saptamak için boşuna kafa yordum, parıltılı bir toz bulutu penceremi kaplamıştı. Tek yıldız grubunu tanıdığım yoktu. Galaksinin bu bölümünde gök bana büsbütün yabancıydı. Belirgin ilk yıldızın yanından geçeceğim anı kolladım, ama hiçbirini diğerlerinden ayıramıyorduın. Parlaklıkları da azalıyordu. Ağır ağır uzaklaşıyorlar, bulanık, pembemsi bir ışık kümesi içinde eriyorlardı. Şimdiden katettiğim yolun tek göstergesiydi bu.

Şişme zarfa tıkılmış bedenim kaskatı, hiç kımıldamadan boşlukta dikiliyormuşum duygusuyla, uzayı yarıp geçiyordum. Beni tek oyalayan durmadan yükselen sıcaklıktı. Ansızın çelik bir kesicinin ıslak cama sürtünüşü gibi tiz, iç tırmalayıcı bir ses geldi. Evet, iniş başlamıştı. Kadranda birbirini kovalayan rakamları görmesem yön değişikliğini algılamazdım bile. Yıldızlar çoktan kaybolmuş, bakışım sonsuzluğun soluk kızılımsı parıltısında yitip gitmişti. Yüreğimin ağır ağır attığını işitiyordum. Yüzüm sanki ateşe çevrilmiş gibiydi, ama ensemde havalandırıcının serinliği vardı. Prometheus’a göz ucuyla bile olsa son kez bakabilseydim keşke, ama daha otomatik kumanda aygıtı penceremin kepengini kaldırdığında uzay gemisi çoktan görüş alanımdan çıkmış olmalıydı. Kapsül apansız bir sarsıntıyla gidip geldi. Sonra bir daha. Tüm araç zangırdamaya başladı. Dış çeperlerin yalıtıcı katlarından sızıp şişme kozama işleyen titreşim bana da ulaştı, bütün bedenimi kavradı. Kadranın görüntüsü durmadan titreşiyor, gözümde sayısız kadran beliriyor, fosforlu ışıltısı her yöne dağılıyordu. Korkmuyordum.

Bu uzun yolculuğu hedefe kadar ulaşmışken ıskalamak için yapmamıştım! Mikrofona seslendim: ‘İstasyon Solaris! İstasyon Solaris! İstasyon Solaris! Sanırım uçuş hattından çıkıyorum, rotamı düzeltin! İstasyon Solaris, burası Prometheus kapsülü. Tamam.’ Gezegenin görüş alanıma girdiği o paha biçilmez ilk anı kaçırmıştım. Artık gözlerimin önünde uzanıyordu: Yusyuvarlak ve şimdiden kocamandı. Yine de yüzeyinin görünüşünden anlıyordum ki hâlâ çok yükseğindeydim. Yükseğindeydim diyorum, çünkü gök cisimleriyle aramızdaki uzaklığı yükseklik türünden ölçmeye başladığımız o pek algılanamaz sınırı geride bırakmıştım. Düşüyordum aslında. Artık gözlerim kapalıyken de düştüğümü algılıyordum. (Gözlerimi hemen açtım: Hiçbir şeyi kaçırmaya niyetim yoktu.) Bağlantı kurmayı ikinci kez denemeden bir an sessizce bekledim. Yanıt yoktu. Derin, alçak perdeden sürekli bir çağıltı arasından peş peşe parazil dalgalar geliyordu. Çağıltı herhalde gezegenin kendi sesiydi. Portakal rengi göğü bir sis perdesi kaplamış, pencercmi örtmüştü. İçgüdülerimin itişiyle şişkin giysimin elverdiği ölçüde doğrulmaya çalıştım, ama hemen anladım ki buluttan geçiyordum.

Ardından. sanki yukarı doğru cmiliyorınuşçasına bulut kitlesi yükseldi. Kapsülümün dikey ekseni çevresindeki dönüşüyle yarı aydınlıkta yarı gölgede süzülüyordum. Sonunda dev güneş topu penceredc belirdi. Sol yanda koskocaman orta ya çıkıyor, sağda kayboluyordu. Çağıltı ve çatırdılar arasından zayıf bir ses kulağıma ulaştı: ‘İstasyon Solaris arıyor! İstasyon Solaris arıyor! Sıfır sayıldığında kapsül inmiş olacak. Tekrar ediyorum, sıfır sayıldığında kapsül inmiş olacak. Geriye sayış için hazır olun. İki yüz elli, iki yüz kırk dokuz, iki yüz kırk sekiz…’ Sözcüklerin arasında keskin, acı haykırışlara benzer sesler duyuyordum. Karşılama tümcelerini otomatik gereçler tekdüze, can sıkıcı bir tonla sıralıyordu. Bu en azından şaşırtıcıydı. Çünkü uzay istasyonlarındakiler yeni gelen birini, hele dosdoğru dünyadan gelen birini karşılamak için genellikle can atardı. Ama bunu düşünecek vaktim olmadı, çünkü deminden beri çevremde dönen güneşin yörüngesi birden kayıvermiş, akkor halindeki yuvarlak, gezegenin ufkunda danseder gibi bir sağda bir solda görünür olmuştu. Dev bir sarkaç gibi salınıyordum. Gezegenin menekşe mavisi ve siyahın tonlarıyla kırış kırış olan yüzeyi karşımda bir duvar gibi yükseliyordu.

Başım fıldır fıldır dönmeye başladığı anda yeşil beyaz noktacıklardan oluşan minik bir desen gözüme ilişti. İstasyonun konum saptayıcısıydı bu. Kopça sesi çıkaran bir şey kapsülün koruyucu kapağından kurtuluverdi. Dev paraşüt sanki öfke dolu bir sarsıntıyla açıldı. Ardından gelen sesin belleğimde Yer’in anılarını canlandırmasına karşı koyamazdım: Bunca aydan sonra ilk kez rüzgarın uğultusunu duyuyordum. Sonra her şey çarçabuk oldu. Düşüyor olmam gerektiğini o ana dek yalnız biliyordum, şimdiyse bunu gözlerimle de görüyordum. Yeşilli beyazlı dama tahtası hızla irileşiyordu. Bu şeklin, radar antenlerinden yapılmış tüyleri böğürlerinde diken diken duran, köpekbalığı biçiminde ince uzun gümüş rengi bir cisme kazılı olduğunu seçebiliyordum. Birkaç sıra belli belirsiz delikle bezenmiş bir madeni dev, gezegenin yüzeyine yerleşmiş değildi. Havada asılı duruyor, altındaki koyu lacivert yüzeye elips biçiminde kapkara bir gölge düşürüyordu. Okyanusun ölgün bir devinimle oynaşan arduvaz rengi minicik dalgalarını artık seçebiliyordum. Birden bulutlar iyice yükseğe fırladı, her birinin çevresini gözleri kör edici, koyu kırmızı, alevden bir halka sarmıştı. Yangın sonrası kızıllığını andıran bakır rengi gök kurşuniye dönmüştü, çok uzaklarda ve bomboştu. Hiçbir şey seçemez olmuştum.

Döne döne düşüyordum. Ani bir sarsılışla kapsül doğruldu. Penceremden yine okyanus görünüyordu, dalgaları parlak cıva kımıltıları gibiydi. Paraşütün kordonları rüzgârla sürükleniyor, dalgalar üzerinde hiddetle uçuşuyordu. Yapay manyetik alanın sağladığı pek kendine özgü ağır bir ritimle salınan kapsül usulca alçaldı. Birkaç fırlatma yastığı ile gözenekli çelikten kulelerin tepesine yerleştirilmiş ışınım teleskoplarının parabol biçimindeki yansıtıcılarını ancak algılayacak zaman bulabildim. Çelik parçaların birbirine oturuşunun tınlamasıyla kapsül devinimsiz kaldı. Önümde bir geçit açıldı ve o ana dek tutsağı olduğum metal kafes uzun, hırçın bir iç çekişle serüvenini tamamladı. Kumanda merkezinin mekanik sesi kulaklarımdaydı: ‘İstasyon Solaris. Sıfır ve sıfır. Kapsül indi. Çıkabilirsiniz.’ Göğsümde belli belirsiz bir basınç ve mide boşluğumda berbat bir ağırlık duygusuyla kumanda kollarını iki elimle kavrayıp bağlantıları kestim. Yeşil bir gösterge aydınlandı: VARIŞ. Kapsül açıldı, şişme yastığımın beni dışarı ittiğini algılayamadım bile, dengemi koruyabilmek için öne doğru bir adım atmak zorunda kaldım.

Uzay giysim, usanmışlığı belirten boğuk bir iç çekişle içindeki havayı boşalttı. Özgürdüm Tavanı neredeyse katedral yüksekliğinde görkemli, gümüşten bir baca içindeydim. Eğimli duvarlarından bir dizi renkli boru iniyor, yuvarlak ağızlar içinde kayboluyordu. Döndüm. Havalandırma boruları, hornurdana homurdana, kapsülümün Istasyon’a girişiyle atmosferden sızan zehirli gazları emiyordu. Ortasından yarılmış bir kozayı andıran puro biçiminde kapsül, çelik taban üzerindeki çiçek zarfına benzer çanağa sanki gömülmüş gibi burnu havada dimdik duruyordu. Uçuş sırasında kavrulan dış kasası kirli kahverengiydi. Ufacık bir merdivenden indim. Akımdaki madeni zemin, ağırlığa dayanıklı plastikle kaplanmıştı. Roket taşıyıcıların tekerlekleri plastik kaplamayı yer yer aşındırmış, çıplak çeliği ortaya çıkarmıştı. Havalandırıcıların homurtusu birden kesildi, tam bir sessizlik çöktü. Birilerinin gözükmesini beklercesine biraz ikircikli çevreme bakındım, en küçük yaşam belirtisi yoktu. Yalnız neondan bir ok parldıyor, sessiz sedasız akıp giden bir yürüyen yolu gösteriyordu. Yürüyen yola bıraktım kendimi. Parabol biçiminde özenli bir kemer çizerek durmadan alçalan tavan, geniş bir galerinin girişiyle sona eriyordu.

Galerinin orasında burasında gaz tüpleri, ölçme aygıtları, paraşütler, eşya sandıkları ve darmadağın yığıntılar biçiminde savrulmuş daha bir sürü şey vardı. Yürüyen yol beni galerinin öteki ucunda bıraktı. Burada bir kubbe başlıyordu. Ortalık deminkinden de karışıktı. Üst üste yığılı yağ fıçılarının dibinden yayılan kaygan sıvı bir göl oluşturmuştu, iç bulandırıcı bir koku vardı. Bir sürü ayak izi yapışkan lekeler halinde her yöne dağılıyordu. Yağ fıçılarının üstünü telgraf şeritlerinden, yırtık kâğıtlardan bir dolu süprüntü kaplamıştı. Yeşil oklardan biri beni bu kez ortadaki kapıya yöneltti. İki kişinin yanyana zor yürüyeceği, tavandaki kalın camlardan aydınlanan daracık bir koridor uzanıyordu ardında. Ve yeşil beyaz karelere boyanmış, yar açık bir kapı vardı karşımda. İçeri girdim. Kabinin duvarları içbükeydi. Parıldayan sisin hafifçe mora büründüğü, kocaman, geniş görünümlü bir pencere vardı. Dışarıda isli dalgalar usulca kayıp gidiyordu. Duvarlara dizili dolaplar bir sürü araç, kitaplar, kirli bardaklar, vakum şişeleri tıka basa doldurmuştu.

Hepsi tozla kaplıydı. Kararmış zeminin üzerinde beş altı tane küçük yük arabasıyla birkaç şişme koltuk öyle atılmış duruyordu. Yalnız bir koltuk şişirilmiş sırtı doğrultulmuştu. Üstündeki ufak tefek, zayıf adamın yüzü güneşten kavrulmuş, burnunda ve yanaklarında koca koca pullar kabarmıştı. Snow’du bu. Sibernetik uzmanı ve Gibarian’ın yardımcısıydı. Zamanında Solaris Yıllığı’nda çok özgün makaleler yayınlamıştı. Onunla tanışma olanağını nedense bir türlü bulamamıştım. Sırtındaki fileli gömleğin orasından burasından çökük göğsünün ağarmış kılları çıkıyordu. Çadır bezinden pantolonunda bir sürü cep vardı. Bir zamanlar herhalde beyaz olan ama şimdi dizleri kirlenmiş, kimyasal yanıkların açtığı deliklerle kaplı bir makinist pantolonuydu bu. İç çekim sistemi bulunmayan uzay gemilerinde kullanılan armut biçiminde plastik bir şişe tutuyordu elinde. Bana çevrili gözleri hayretle büyüdü. Plastik şişe elinden kaydı, yerde birkaç kez zıpladı. Saydam damlacıklar yayıldı ortalığa.

Yüzünden kan çekilmişti. Şaşkınlıktan konuşamıyordum. Karşımdakinin içinde bulunduğu dehşet yavaş yavaş bana da bulaşana dek bu dilsizler oyunu sürdü. Bir adım ilerledim. Korkuyla koltuğuna biraz daha sindi. ‘Snow?’ Adeta çarpılmış gibi bir ürperdi geçirdi. Tarif edilmez bir dehşet anlatımıyla, acıdan nefesi tutulmuşçasına soluk soluğa inledi: Tanımıyorum sizi Hırlıyordu. Tanımıyorum sizi… Ne istiyorsunuz?’

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir