Suzanne Collins – Açlık Oyunları #2 Ateşi Yakalamak

Çayın sıcağı dondurucu havaya çoktan karışmış olsa da, matarayı sımsıkı tutmaya devam ettim. Soğuk yüzünden, kaslarım iyice gerildi. Tam o anda vahşi bir köpek sürüsü çıkagelse saldırıya uğramadan bir ağaç tepesine tırmanma ihtimalim yok denecek kadar azdı. Ayağa kalkmalı, biraz hareket etmeli ve eklemlerimi açmalıydım. Oysa orman şafakla aydınlanırken, ben, en az üzerinde oturduğum kaya parçası kadar hareketsiz, öylece durdum. Güneşle savaşamazdım. Beni, aylardır sıkıntıyla beklediğim güne doğru sürüklerken, tek yapabildiğim çaresiz gözlerle, yükselişini izlemek oldu. Öğle saatlerinde Galipler Köyü’ndeki yeni evime üşüşmüş olacaklardı. Gazeteciler, kameramanlar, hatta eski eskortum Effie Trinket bile Capitol’den kalkıp 12. Mıntıka’ya kadar gelecekti. Effie o komik pembe peruğu mu takacak, yoksa Zafer Turu için doğallıktan uzak başka bir renk mi tercih edecek, çok merak ediyordum. Tabii diğerlerini de unutmamalı. Uzun tren yolculuğumda bana servis yapacak personel. Halkın önüne çıkmadan önce beni güzelleştirecek hazırlık ekibi. Açlık Oyunları’nda izleyiciler tarafından ilk anda fark edilmemi sağlayan o muhteşem kostümleri tasarlayan stilistim ve arkadaşım, Cinna.


Bana kalsa, Açlık Oyunları’nı tamamen unutmak isterdim. Ve hiç bahsetmemek. Kötü bir rüyadan başka bir şey değilmiş gibi davranmak. Ancak Zafer Turu bunu imkânsız kılıyordu. Tur, stratejik olarak, iki Oyun’un tam ortasına denk gelecek şekilde planlanıyordu; bu, Capitol’ün dehşeti taze ve yakın tutmak için benimsediği bir yöntemdi. Mıntıkalar’da yaşayan bizler, Capitol’ün demir kuvvetini her sene hatırlamakla kurtulamıyor, bir de kutlama yapmak zorunda bırakılıyorduk. Ve bu sene, ben de şovun yıldızlarından biriydim. Mıntıka mıntıka dolaşmak, benden için için nefret eden ama tezahürat yapmaktan geri kalmayan kalabalıkların karşısına çıkmak, çocuklarının hayatına son verdiğim ailelerin yüzlerine bakmak zorundaydım. Güneş ısrarcı yükselişini sürdürürken, kendimi ayağa kalkmaya zorluyordum. Eklemlerimin her birinden ayrı bir şikayet yükseliyordu. Hatta sol bacağım o kadar uzun süredir uykudaydı ki, yeniden his kazanmasını sağlayabilmek için birkaç dakika boyunca ileri geri gidip gelmek zorunda kalıyordum. Üç saattir ormanda olmama rağmen, avlanmak için hiçbir girişimde bulunmadım ve elimde avlandığımı gösterecek hiçbir şey yoktu. Annem ve küçük kız kardeşim Prim bunu artık önemsemiyorlardı. Artık eti -her ne kadar hiçbirimiz taze av etine tercih etmesek de- kasaptan alabiliyorduk. Fakat en iyi arkadaşım, Gale Hawthorne ve ailesi bugünün rızkına bel bağlıyorlardı; onları hayal kırıklığına uğratamazdım.

Kapan hattımızı kontrol etmek üzere bir buçuk saat sürecek orman yürüyüşüne başladım. Eskiden, okuldayken, hattı kontrol etmek, avlanmak, bir şeyler toplamak ve kasabada takas etmek için bol vaktimiz oluyordu. Ama şimdi, Gale kömür madenlerinde çalışmaya başladığı -ve benim gün boyu yapacak hiçbir işim olmadığı- için, görevi tek başıma üstlendim. Bu saat itibariyle Gale madene giriş yapmış, yeryüzünün derinliklerine doğru, insanın midesini altüst eden asansör yolculuğunu tamamlamış ve kömür yatağında kazma sallamaya başlamış olmalıydı. Aşağısının nasıl olduğunu biliyorum. Okuldayken, eğitimimizin bir parçası olarak, sınıfça maden turuna çıkmaya zorlanırdık. Küçükken, bunu sadece nahoş bulurdum. Klostrofobik tüneller, pis kokan hava ve dört bir yanı saran boğucu karanlık. Fakat babamın ve birkaç madencinin daha ölümüyle sonuçlanan o kazanın ardından, asansöre adım atmam bile imkansızlaştı. Senelik maden turu, çok ciddi bir sıkıntı kaynağı olmaya başladı. Tam iki defa, annemi gribe yakalandığıma ikna edip beni evde tutmasını sağlamak için kendimi fena halde hasta ettim. Sadece ormanın taze havası, günışığı ve temiz, çağlayan sularıyla hayat bulan Gale’i düşünüyorum. Buna nasıl katlandığını hiç bilmiyorum. Şey… Aslında biliyorum. Katlanıyordu; çünkü annesini ve küçük kardeşlerinin karnını ancak bu sayede doyurabiliyordu.

Bende kovalar dolusu, ikimizin ailesini doyurmaya yetip de artacak kadar para varken, tek bir kuruş dahi kabul etmiyordu. Ben Oyunlar sırasında ölmüş olsam, annemin ve Prim’in karnını doyuracak tek kişi Gale olurdu ama şimdi onlara et götürmemi kabul etmekte bile güçlük çekiyordu. Bana iyilik ettiğini, bütün gün boş boş oturmaktan keçileri kaçıracağımı söylüyordum. Yine de, av etlerini, onun evde olduğu saatlerde bırakmamaya özen gösteriyordum. Günde on iki saat çalıştığı için, bu, hiç zor olmuyordu. Gale’i gerçekten görebildiğim tek zaman, cumartesi günleri, ormanda birlikte avlanmak üzere buluştuğumuz saatlerdi. Benim için hâlâ haftanın en güzel günüydü ama artık birbirimize her şeyi anlatabildiğimiz o eski günlerdeki gibi değiliz. Oyunlar bunu bile bozdu. Zaman geçtikçe o eski rahatlığı yeniden kazanacağımızı umuyordum ama içimden bir ses bunun boş bir hayal olduğunu söylüyordu. Geriye dönmek imkansızdı. Kapanlardan bayağı bir şey topladım: Sekiz tavşan, iki sincap ve Gale’in bizzat tasarladığı tel mekanizmanın içine girmiş bir kunduz. Gale, kapanlar konusunda bir büyücüden farksızdı: Kapanları eğik fidanlarla saklayıp avlarımızı yırtıcı hayvanlardan korumayı, kütükleri hassas çubuk tetiklerin üstünde dengede tutmayı, balık tutmak için içinden kaçılması imkansız sepetler örmeyi çok iyi başarıyordu. Kapanları dikkatle yeniden kurarken, Gale’nin denge duygusunu ve kurbanların patikanın neresinden geçeceği konusundaki güçlü önsezilerini taklit edemeyeceğimi çok iyi biliyordum. Bu, sadece tecrübeyle açıklanacak bir şey değil. Tanrı vergisi bir yetenek.

Tıpkı benim, nişan aldığım bir hayvanı, zifiri karanlıkta bile, tek bir okla yere indirebilmem gibi. Ben 12. Mıntıka’yı çevreleyen çite ulaşırken, güneş iyice yükseliyordu. Her zaman olduğu gibi, bir an durup kulak kesildim ama çitte elektrik akımının açık olduğunu işaret eden vızıltıyı duyamıyordum. Gerçi, teoride bu şeye sürekli elektrik verilmesi gerekirken, hemen hemen hiçbir zaman vızıltı olmuyordu. Çitin alt kısmındaki açıklıktan sürünerek geçip evimden sadece bir taş atımlık mesafedeki Çayır’a girdim. Eski evimden… Resmi olarak annemin ve kız kardeşimin ikamet adresi olarak göründüğü için, eski evimiz hâlâ bizimdi. Düşüp ölecek olsam, annemle Prim’in yeniden o eve dönmeleri gerekirdi. Fakat şimdilik, Galipler Köyü’ndeki yeni evimizde mutlu mutlu yaşıyorlardı. Büyüdüğüm o derme çatma kulübeyi bir tek ben kullanıyordum. Benim için, asıl yuvam orasıydı. Oraya üstümü değiştirmeye gittim. Babamın eski deri ceketini çıkarıp yerine, bana omuzları her zaman çok darmış gibi gelen kaliteli yün ceketi giydim. Yumuşak ve yıpranmış çizmelerimi bırakıp annemin statüme daha çok yakıştırdığı pahalı ve makine üretimi pabuçları ayağıma geçirdim. Yayımı ve oklarımı ormandaki boş bir kütüğün içine gizledim bile.

Saat hızla ilerlerken, kendime mutfakta nefeslenmek için biraz zaman tanıdım. Sönük şöminesi ve örtüsüz masasıyla terk edilmiş bir havası olan mutfakta. Buradaki eski hayatımı öyle çok özlüyordum ki. Sıkıntı içinde yaşardık ama nereye ait olduğumu ve hayatımızı oluşturan o sımsıkı dokunmuş kumaştaki yerimi bilirdim. Keşke o hayata geri dönebilseydim; çünkü geçmişe dönüp baktığım zaman, çok zengin, çok ünlü ve Capitol yetkilileri tarafından nefret edilen o günkü halimden çok daha güvende olduğumu görebiliyordum. Arka kapıdan gelen inilti dikkatimi o tarafa çevirdi. Kapıyı açınca, Prim’in yaşlı ve pejmürde kedisi Düğün Çiçeği’ni karşımda buldum. O da yeni evden en az benim kadar nefret ediyor ve kız kardeşim okula gidince, ilk fırsatta kaçıyordu. Birbirimizden hiçbir zaman pek fazla hoşlandığımız söylenemez ama şimdi bir ortak noktamız oldu. Onu içeri aldım, kalın bir parça kunduz yağıyla besledim, hatta kulaklarının arasını okşadım. “Çok çirkinsin, biliyorsun, değil mi?” diye sordum. Düğün Çiçeği onu biraz daha okşamam için burnuyla elimi dürttü ama artık gitmemiz gerekti. “Haydi, gel bakalım.” Onu tek kolumla kucaklayıp diğer elime av çantamı aldım ve sokağa çıktım. Kedi hemen kucağımdan atladı ve bir çalılığın altında gözden kayboldu.

Zemini kömür kalıntılarıyla kaplı sokakta hışırtılar çıkararak ilerlerken; ayakkabılar ayaklarımı sıkıyordu. Kestirme ara sokaklar ve bahçelerden geçerek, birkaç dakika içinde, Gale’in evine ulaştım. Annesi, Hazelle, beni, önündeki lavaboda bir şeyler yapmakla meşgul olduğu mutfak penceresinden gördü. Ellerini önlüğü ile kuruladı ve benimle kapıda buluşmak üzere gözden kayboldu. Hazelle’i severdim. Ona saygı duyardım. Babamın hayatına mal olan patlama, onun da kocasını aldı ve Hazelle’i üç erkek çocuk ve karnındaki bebekle baş başa bıraktı. Hazelle, doğumun üstünden bir hafta geçmeden, sokağa iş aramaya çıkmıştı. Bakmak zorunda olduğu bebekle madende çalışması mümkün değildi ama şehirdeki bir tüccarın çamaşır işini almayı başardı. Gale, on dört yaşına geldiğinde, en büyük çocuk olarak, aile reisliğini üstlendi. İsmini mozaik taşına çoktan yazdırmıştı. Bu sayede, isminin haraç kurasına defalarca girmesine karşılık, ailesi için cılız bir miktar tahıl ve yağ istihkakı alabiliyordu. Üstüne üstlük, daha o zamanlarda bile, çok ama çok yetenekli bir kapan ustasıydı. Fakat bütün bunlar, beş kişilik ailenin, Hazelle’in çamaşır leğeninde parmakları delinene kadar çalışmasına gerek duyulmadan, hayatta kalması için yeterli olmuyordu. Kışın Hazelle’in elleri öyle kızarır ve çatlardı ki, en ufak bir olayda derhal kanamaya başlardı.

Annemin yarattığı o merhem olmasa, bugün de kanıyor olurdu ya, neyse. Hazelle ve Gale, her şeye rağmen, diğer oğlanların -on iki yaşındaki Rory, on yaşındaki Vick ve dört yaşındaki bebek Posy’nin- isimlerini mozaik taşma yazdırmamak konusunda kararlıydılar. Hazelle av etlerini görünce gülümsedi. Kunduzu kuyruğundan tutup tartar gibi salladı. “Leziz bir güveç olacak.” Gale’nin aksine, bu av anlaşmamızdan hiçbir rahatsızlık duymuyordu. “Postu da fena değil,” diye cevap verdim. Hazelle’le birlikte olmak, her zaman yaptığımız gibi, avladığım hayvanlara değer biçmek bana iyi geliyordu. Bana bir fincan bitki çayı doldurdu. Üşüyen parmaklarımı büyük bir minnetle fincana sardım. “Turdan dönünce, Rory’yi arada sırada dışarı çıkarırım diye düşündüm. Okuldan sonra. Ona ok atmayı öğretirim.” Hazelle başını salladı. “İyi olur.

Gale de bunu yapmak istiyor ama sadece pazar günleri boş. Sanırım o günü de sana ayırmak istiyor.” Yanaklarıma hücum eden kırmızılığa mani olamadım. Tabii ki, çok aptalca.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle