J. K. Rowling – Harry Potter 7 – Harry Potter ve Ölüm Yadigarları

İki adam ay ışığının aydınlattığı dar caddede birbirlerinden birkaç metre ötede yoktan var oldular. Asaları birbirlerinin göğsüne doğrultulmuş halde bir saniyeliğine hareketsiz durdular; sonra, birbirlerini tanıyarak asalarını pelerinlerinin altına soktular ve aynı yöne doğru hızlı adımlarla yürümeye başladılar. “Haberler?” diye sordu uzun olan. “Sadece en iyileri,” diye cevapladı Severus Snape. Caddenin solunda kısa boylu vahşi böğürtlenler dikiliydi, sağındaysa uzun boylu düzgün budanmış çalı çitler. Yürürken, adamların uzun pelerinleri bileklerinin etrafında dalgalandı. “Belki geç kalırım diye düşündüm,” dedi Yaxley, yuvarlak hatları yukarıdan sarkan ağaçlar ay ışığını kestikçe gözden kaybolup tekrar görünürken. “Beklediğimden daha zordu. Ama umarım memnun kalır. Kabul töreninin iyi olaca ğından eminmişsin gibi konuşuyorsun?” Snape başıyla onayladı, ama ayrıntıya girmedi. Evi caddeye bağlayan geniş bir yola doğru sağa döndüler. Uzun boylu çalı çitler onlarla beraber kıvrıldı; adamların önünü kapayan heybetli dövme demir kapıların ötesindeki uzaklığa doğru devam ediyorlardı. İkisi de adımlarını kesmediler: Sessizlik içinde ikisi de bir tür selam verir gibi sol kollarını kaldırdı ve koyu metal dumanmış gibi direk içinden geçti. Porsukağacı çalı çiti adamların ayak seslerinin sesini bastırdı. Sağ taraflarında bir yerlerde bir hışırdama vardı: Yaxley yine asasını çıkardı ve refakatçisinin kafasının üstünden uzattı, ama gürültünün kaynağının çalı çitin tepesinde asaletle kasılarak yürüyen bembeyaz bir tavus kuşundan başka bir şey olmadığı ortaya çıktı.


“Kendine iyi baktı hep şu Lucius. Tavus kuşları…” Yaxley gülerek asasını pelerinin altına geri soktu. Düz yolun sonunda, içinde ışık parıldayan, alt pencereleri baklava şeklinde camlarla kaplı olan güzel bir konak karanlığın içinde yükseldi. Çalı çitin ötesindeki karanlık bahçede bir yerlerde bir fıskiye akıyordu. Snape ve Yaxley ön kapıya doğru hızla yürürken çakıl taşları ayaklarının altında çatırdadı. Kapı görünürde kimsenin açmamasına rağmen, onlar yaklaşırken içeri doğru açıldı. Koridor genişti, loştu ve taş yerin çoğunu kaplayan muhteşem bir halıy la şatafatlı bir dekorasyona sahipti. Duvardaki soluk yüzlü portrelerin gözleri, geçerlerken Snape ve Yaxley‘yi izledi. İki adam bir sonraki odaya açılan ağır bir tahtadan kapının önünde durdu, çok kısa bir an tereddüt ettiler, sonra Snape bronz tokmağı çevirdi. Çalışma odası uzun, görkemli bir masada oturan sessiz insanlarla doluydu. Odanın her zamanki mobilyası dikkatsizce duvar diplerine itilmişti. Işıklandırma yaldızlı bir aynanın altındaki güzel bir mermer şöminenin altında gürüldeyen ateşten geliyordu. Snape ve Yaxley bir anlığına eşikte beklediler. Gözleri az ışığa alışınca sahnenin en tuhaf bölümüne dikkatlerini yönelttiler: masanın üzerinde baş aşağı asılı duran ve görünmez bir iple asılmışçasına yavaşça dönen, görüldüğü kadarıyla kendinde olmayan bir insan figürü. Aynada ve altındaki masanın cilalı yüzeyinde yansıması görünüyordu.

Neredeyse tamaltında oturan, soluk tenli genç adam hariç, bu görüntünün altında oturan insanlardan hiçbiri ona bakmıyordu. Genç adam kendini birkaç dakikada bir yukarı bakmaktan alıkoyamıyor gibi görünüyordu. “Yaxley, Snape,” dedi yüksek, anlaşılır bir ses masanın başından. “Az kalsın geç kalıyordunuz. ” Konuşan, şöminenin tam önünde oturuyordu, bu yüzden yeni gelenlerin siluetinden daha fazlasını çıkarabilmeleri zordu. Fakat yaklaştıklarında, yüzü karanlıkta parladı; saçsız, yılansı yüzdeki burun delikleri birer yarıktı ve parlayan kırmızı gözlerin gözbebekleri dikeydi. O kadar soluktuki incimsi bir parıltı yayıyor gibi görünüyordu. “Severus, buraya,” dedi Voldemort, kendi sağındaki sandalyeyi işaret ederek. “Yaxley – Dolohov‘un yanına.” İki adam kendilerine tahsis edilen yerlere oturdu. Masanın etrafındaki gözlerin çoğu Snape‘i izledi ve Voldemort da ilk onunla konuştu. “Evet?” “Lordum, Zümrüdüanka Yoldaşlığı Harry Potter‘ı şu anki güvenli yerinden sonraki cumartesi akşam karanlığında uzaklaştırmayı planlıyor.” Masanın etrafındaki ilgi hissedilir ölçüde çoğaldı. Bazılarının duruşları sertleşti, diğerleri yerlerinde kımıldadı. Hepsi Snape ve Voldemort‘a bakıyordu.

“Cumartesi… akşam karanlığında,” diye tekrar etti Voldemort. Kırmızı gözleri Snape‘in siyah gözleri üzerine o kadar yoğun bir şekilde odaklandı ki izleyenlerden bazıları, besbelli kendilerinin de bakışın vahşetinden kavrulacağından korkarak, bakışlarını kaçırdı. Fakat Snape, Voldemort‘un yüzüne sakince baktı ve birkaç saniye sonra Voldemort‘un dudaksız ağzı gülümsemeye benzer bir şey yapmak için kıvrıldı. “İyi. Çok iyi. Ve bu bilgi-” “-konuştuğumuz kaynaktan geliyor,” dedi Snape. “Lordum.” Yaxley uzun masanın üzerinden Voldemort ve Snape‘e bakmak için öne doğru eğilmişti. Bütün yüzler ona çevrildi. “Lordum, ben farklı şekilde duydum.” Yaxley bekledi, ama Voldemort konuşmadı, bu yüzden devam etti. “Seherbaz Dawlish, Potter‘ın otuzuna kadar, çocuğun on yedi yaşına basmadan önceki geceye kadar yerinin değiştirilmeyeceğini sızdırdı.” Snape gülümsüyordu. “Kaynağım yanlış bir iz bırakmak için planlar olduğunu söyledi; bu o olmalı. Şüphesiz Dawlish‘e bir Kafa Karıştırma Büyüsü yapıldı.

Bu ilk olmazdı; çevresindekilerden çabuk etkilenmesiyle tanınan biri.” “Sizi temin ederim, Lordum, Dawlish emin görünüyordu,” dedi Yaxley . “Eğer kafası karıştırıldıysa, doğal olarak emindir,” dedi Snape. “Sizi temin ederim Yaxley, Seherbaz Ofisi, Harry Potter‘ın korunmasında daha fazla bir rol oynamayacak. Yoldaşlık bizim Bakanlık‘a sızdığımıza inanıyor.” “Yoldaşlık en azından bir şeyi doğru yakalamış öyleyse, ha?” dedi Yaxley‘in yakınında oturan tıknaz bir adam; masanın çeşitli yerlerinde yankılanan hırıltılı bir sesle kıkırdadı. Voldemort gülmedi. Bakışı başlarının üzerinde yavaşça dönen vücuda kaydı; düşüncelere dalmış gibi görünüyordu. “Lordum,” diye devam etti Yaxley. “Dawlish çocuğun transferinde bütün Seherbaz grubunun kullanılacağına-” Voldemot büyük beyaz elini kaldırdı ve Yaxley anında sustu. Voldemort Snape‘e dönerken sinirle izledi. “Çocuğu saklayacakları bir sonraki yer neresi?” “Yoldaşlık üyelerinden birinin evinde,” dedi Snape. “Kaynağa göre bu yer Yoldaşlık ve Bakanlık‘ın birlikte temin edebileceği her korumaya sahip. Oraya vardıktan sonra onu alabilme şansının çok az olduğunu düşünüyorum, Lordum, tabi Bakanlık bir sonraki cumartesinden önce düşmediği sürece; çünkü bu bize geri kalanını kırabilmek için yeterince büyüyü keşfedip kaldırma fırsatı verir. ” “Ee, Yaxley?” diye masanın ucuna seslendi Voldemort.

Ateşin ışığı kırmızı gözlerinde tuhaf bir şekilde parıldıyordu. “Bakanlık öbür cumartesine kadar düşmüş olacak mı? ” Bir kez daha, bütün kafalar çevrildi. Yaxley vücudunu dikleştirdi . “Lordum, o konuda iyi haberlerim var. Ben zorluklarla ve büyük bir uğraş sonucunda Pius Thicknesse üzerine İmperius Laneti yapmayı başardım.” Yaxley‘in çevresinde oturan birçok kişi etkilenmiş göründü; yanındaki Dolohov, uzun kötücül bir yüze sahip bir adam, sırtına bir şaplak attı. “Bu bir başlangıç,” dedi Voldemort. “Ama Thicknesse sadece bir adam. Ben harekete geçmeden önce adamlarımız tarafından Scrimgeour‘un etrafı sarılmış olmalı. Başkan‘ın hayatına kasıt olarak yapılmış tek bir yanlış hamle beni çok geriye sürükler.” “Evet, Lordum, bu doğru, ama biliyorsunuz, Sihirli Kanun Yürütme Ofisi‘nin başı olarak Thicknesse‘in sadece Başkan‘ın kendisiyle değil, bütün diğer Bakanlık departmanlarının başlarıyla da düzenli irtibatı vardı. Kontrolümüzün altında böyle bir üst düzey memurun olması sayesinde şimdi sanıyorum ki diğerlerini de ele geçirmemiz kolaylaşacak ve sonra hepsi Scrimgeour‘u çökertmek için beraber çalışabilir.” “Dostumuz Thicknesse, diğerlerini de döndürmeden önce keşfedilmezse tabi,” dedi Voldemort. “Her halükarda, Bakanlık‘ın öbür cumartesiden önce benim olması hala olanaksız gibi görünüyor. Eğer çocuğa gideceği yerde dokunamıyorsak, o zaman bu, yolculuk ettiği süre içinde olmalı.

” “Orada avantaj bizde, Lordum,” dedi Yaxley; biraz olsun onay görmeye kararlı gibi görünüyordu. “Şu anda Sihirli Ulaşım Departmanı‘nın içine birkaç insan yerleştirmiş durumdayız. Eğer Potter cisimlenirse veya Uçuç Şebekesi‘ni kullanırsa anında haberimiz olacak.” “İkisini de yapmayacak,” dedi Snape. “Yoldaşlık, Bakanlık tarafından düzenlenen veya kontrol edilen her tür ulaşım yolundan sakınıyor; o yerle ilgili hiçbir şeye güvenmiyorlar.” “Daha da iyi,” dedi Voldemort. “Açıkta hareket etmek zorunda kalacak. Ele geçirmesi daha kolay.” Yine, Voldemort, yukarıda yavaşça dönen vücuda baktı lafına devam ederken, “Çocukla ben kendim ilgileneceğim. Harry Potter‘la ilgili pek çok hata yapıldı. Bazıları benim kendi hatalarım. O Potter, kendi zaferlerinden çok benim hatalarım sayesinde yaşıyor.” Masanın çevresindekiler Voldemort‘u endişeyle izledi. Her biri, yüz ifadelerinden anlaşıldığı kadarıyla, Harry Potter‘ın devam eden var oluşundan ötürü suçlanma korkusu taşıyordu. Ancak Voldemort, onlardan biriyle değil de daha çok kendisiyle konuşuyormuş gibiydi.

Hala üzerindeki kendinden geçmiş vücuda doğru konuşuyordu. “Dikkatsiz davrandım ve şans tarafından engellendim. En iyi hazırlanmış planları bile bozdu. Ama şimdi aklım başıma geldi. Daha önce anlamadığım şeyleri anlıyorum. Harry Potter‘ı öldürecek olan ben olmalıyım ve olacağım da.” Bu sözlerle birlikte, görünüşe bakılırsa ona cevap olarak, ani bir feryat sesi geldi; korkunç, acı bir haykırış. Masadakilerin birçoğu hayretle aşağı baktı, çünkü ses ayaklarının altından geliyormuş gibiydi. “Kılkuyruk,” dedi Voldemort, sessiz, düşünceli tonu hiçbir değişime uğramadan ve gözlerini yukarıdaki dönen vücuttan ayırmayarak,” esirimizi sessiz tutma konusunda senle konuşmamış mıydım?” “Evet, Lordum,” dedi, masanın ortalarında oturan ufak bir adam nefes nefese. Sandalyesinde o kadar alçakta oturuyorduki ilk bakışta sandalye boş gibi görünüyordu. O an yerinden fırladı ve ardında gümüşi, merak uyandıran bir parıltıdan başka bir şey bırakmadan aceleyle odadan dışarı çıktı. “Söylediğim gibi,” diye devam etti Voldemort, müritlerinin gergin yüzlerine tekrar bakarak, “şimdi daha iyi anlıyorum, Potter‘ı öldürmeye gitmeden önce birinizden bir asa ödünç almamgerektiğini mesela.” Etrafındaki yüzler şok ifadesine büründü; sanki kollarından birini ödünç almak istediğini duyurmuştu . “Gönüllü yok mu?” dedi Voldemort. “Bakalım… Lucius, senin bundan sonra bir asan olması için bir sebep göremiyorum.

” Lucius Malfoy başını kaldırdı. Cildi ateşin ışığında sarımsı ve cilalı görünümdeydi, gözleri de gölgeli ve çökmüştü. Konuştuğunda, sesi boğuktu. “Lordum?” “Asan, Lucius. Asanı istiyorum.” “Ben…” Malfoy eşine yan yan baktı. Direk önüne bakıyordu, onun kadar solgundu. Uzun sarı saçları sırtından aşağı iniyordu, ama masanın altında ince parmakları kısa süreliğine bileğini kavradı. Onun dokunuşuyla Malfoy elini cüppesinin içine koydu, bir asa çıkardı ve Voldemort‘a uzattı. O da onu kırmızı gözlerinin önünde tuttu ve yakından inceledi. “Ne bu?” “Karaağaç, Lordum,” diye fısıldadı Malfoy. “Ve üstünde?” “Ejderha – ejderha yürek lifi.” “İyi,” dedi Voldemort. Kendi asasını çıkardı ve uzunluklarını karşılaştırdı. Lucius Malfoy istem dışı bir hareket yaptı; saniyenin onda biri kadar bir süre kendi asasının yerine Voldemort‘un asasını alacağını beklemiş gibiydi.

Voldemort hareketi kaçırmamıştı; gözleri kötücülce büyüdü. “Sana asamı mı vereyim, Lucius? Benim asamı mı?” Topluluğun bazısı kıs kıs güldü. “Sana özgürlüğünü verdim, Lucius, bu senin için yeterli değil mi? Ama fark ettim ki sen ve ailen bundan çok da memnun görünmüyorsunuz… Evindeki varlığımın nesi seni bu kadar mutsuz ediyor Lucius?” “Hiçbir şeyi – hiçbir şeyi, Lordum!” “Hep yalanlar, Lucius…” Yumuşak ses, acımasız ağız hareket etmeyi kestikten sonra bile tıslamaya devam ediyor gibiydi. Tıslama büyürken büyücülerden bir veya ikisi titremesine ancak hâkim olabildi; ağır bir şeyin masanın altındaki yerde sürünmesi duyulabiliyordu. Koca yılan yavaşça Voldemort‘un sandalyesinden yukarı tırmanırken göründü. Sonsuza kadar devam edecekmiş gibi bedenini kaldırdı ve Voldemort‘un omuzları üzerinde durdu: Boynu bir adamın bacağı kadar kalındı, gözbebeği yerine dikey çizikleri olan gözlerini ise kırpmıyordu. Voldemort Lucius‘a bakmaya devam ederken uzun ince parmaklarıyla yaratığı boş boş okşadı. “Neden Malfoy’lar hallerinden bu kadar mutsuz görünüyorlar? Dönüşüm, benim güce erişmem, onların pek çok yıllar boyu yürekten istediklerini iddia ettikleri şey değil miydi?” “Elbette, Lordum,” dedi Lucius Malfoy. Eli üst dudağındaki teri silerken titredi. “Gerçekten istedik – istiyoruz.” Malfoy‘un solunda eşi, tuhaf, sert bir edayla başıyla onayladı, gözlerini Voldemort ve yılandan uzaklaştırarak. Sağında, oğlu, başlarının üstündeki hareketsiz bedene bakan Draco, hızla Voldemort‘a baktı ve onunla göz teması kurduğu için korkuyla tekrar gözlerini kaçırdı. “Lordum,” dedi masanın ortalarındaki karanlık bir kadın. Sesi duyguyla doluydu, “sizi burada, aile evimizde konuk etmek bir şeref. Daha üstün bir memnuniyet olamaz .

” Kaskatı ve hareketsiz oturan kız kardeşinin yanında oturuyordu; siyah saçlarıyla ve şiş gözkapaklı gözleriyle ve tavırlarıyla ona hiç benzemiyordu. Bellatrix, Voldemort‘a doğru eğildi, çünkü sadece sözler onun yakınlığa hasretini gösteremezdi. “Daha üstün bir memnuniyet olamaz,” diye tekrarladı Voldemort. Bellatrix‘in söylediklerini düşünürken başını bir tarafa yatırdı. “Bunun senden gelmesinin önemi çok büyük, Bellatrix. ” Yüzüne renk hücum etti; gözleri mutluluk gözyaşlarıyla doldu. “Lordum, doğrudan başka bir şey konuşmadığımı biliyor!” “Daha üstün bir memnuniyet olamaz… Duyduğuma göre ailenizde gerçekleşen mutlu olayla kıyaslandığında bile mi?” Ona ağzı aralık bakakaldı; besbelli kafası karışmıştı. “Ne demek istediğinizi anlamıyorum, Lordum.” “Yeğeninden bahsediyorum, Bellatrix. Ve senin de, Lucius ve Narcissa. Kurtadam Remus Lupin‘le evlendi. Çok gurur duyuyor olmalısınız.” Masanın etrafında yüksekçe bir kahkaha patlaması oldu. Çoğu birbirine neşeli bakışlar atmak için öne eğildi, birkaçı da masayı yumruklarıyla dövdü. Büyük yılan bu karışıklıktan hoşlanmayarak ağzını genişçe açtı ve sinirle tısladı, ama Ölüm Yiyenler, Bellatrix ve Malfoy’ların rezil olmasına o kadar sevinmişlerdi ki onu duymadılar.

Bellatrix‘in biraz önce mutlulukla kızaran yüzü, çirkin lekeli bir kırmızıya dönmüştü . “O bizim yeğenimiz filan değil, Lordum,” diye feryat etti coşkun kahkahalar arasından. “Biz – Narcissa ve ben- o Bulanık’la evlendiğinden beri kız kardeşimizi görmedik bile. Veletinin de evlendiği herhangi bir yaratığın da ikimizle ilgisi yoktur.” “Sen ne diyorsun, Draco?” diye sordu Voldemort, ve sesi alçak olmasına rağmen ıslıkların ve alayların arasından açık seçik duyuldu. “Yavrulara bebek bakıcılığı yapacak mısın?” Rezalet daha da büyüdü; Draco Malfoy kendi kucağına öylece bakan babasına dehşetle baktı, sonra da annesinin gözünü yakaladı. Başını neredeyse belli belirsiz iki yana salladı, sonra karşı duvara donuk donuk bakmaya devam etti. “Yeter,” dedi Voldemort, kızgın yılanı okşayarak. “Yeter.” Ve kahkaha anında durdu. “Zamanla en eski aile ağaçlarımızın çoğu mikrop kapıyor,” dedi Bellatrix, ona nefessiz ve yalvaran bakışlarla bakarken. “Onu sağlıklı tutmak için sizin de onu budamanız gerekiyor, değil mi? Diğerlerinin sağlığını tehlikeye atan parçaları kesip atmanız.” “Evet, Lordum,” diye fısıldadı Bellatrix, gözleri yine şükran gözyaşlarıyla yüzerek. “İlk fırsatta! ” “Elinde olacak,” dedi Voldemort. “Ve senin ailende ve dünyada bize bulaşan mikropları kesip atacağız, sadece gerçek kana sahip olanlar kalana kadar…” Voldemort, Lucius Malfoy‘un asasını kaldırdı, masanın üstünde sarkan, yavaşça dönen figüre doğru uzattı ve ufak bir hareketle salladı.

Figür bir homurdanmayla hayata döndü ve görünmez iplere karşı mücadele etti. “Misafirimizi tanıdın mı, Severus?” diye sordu Voldemort. Snape gözlerini baş üstü duran yüze doğru çevirdi. Bütün Ölüm Yiyenler tutsağa bakıyordu şimdi, sanki meraklarını gösterme izni verilmiş gibi. Kadın ateşe doğru dönerken çatlak ve korkmuş bir sesle dedi ki, “Severus! Yardım et bana!” “Ah, evet,” dedi Snape, esir yavaşça tekrar uzağa doğru dönerken . “Ve sen, Draco?” diye sordu Voldemort. “Bilmeyenler için söylüyorum, bu geceki konuğumuz, yakın bir zamana kadar Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okulu‘nda öğretmenlik yapan Charity Burbage. ” Masanın etrafında oturanlar anladıklarını belli eden sesler çıkardı. Sivri dişli, geniş, kambur bir kadın kıkırdadı. “Evet… Profesör Burbage, cadıların ve büyücülerin çocuklarına Muggle‘lar hakkında ders verdi… Bizden ne kadar farklı oldukları hakkında…” Ölüm Yiyenler’den biri yere tükürdü. Charity Burbage, Snape‘in önüne doğru döndü. Gözlerinden saçlarına doğru yaşlar akıyordu. Ondan uzağa doğru dönerken Snape de ona hareketsizce baktı. “Avada Kedavra” Yeşil ışığın parıldaması odanın her köşesini parlattı. Charity yankılanan bir sesle sallanan ve gıcırdayan masanın üzerine düştü.

Bazı Ölüm Yiyenler sandalyelerinde zıpladılar. Draco, sandalyesinden yere düştü. “Akşam yemeği, Nagini,” dedi Voldemort, yumuşak bir sesle ve koca yılan sallandı ve omzundan cilalı tahtanın üzerine doğru süründü. İKİNCİ BÖLÜM: ANISINA Harry‘nin eli kanıyordu. Sağ elini sol eliyle tutarak ve fısıltıyla küfrederek odasının kapısını omzuyla açtı. Kırılan porselen sesi duyuldu: Odasının kapısının dışında, yerin üstünde duran bir fincan soğuk çayın üzerine basmıştı. “Bu da -?” Etrafına baktı; Privet Drive, Dört Numara‘nın koridoru boştu. Muhtemelen çay Dudley‘nin zekice bir bubi tuzağı anlayışıydı. Harry, kanayan elini yüksekte tutup öbür eliyle parçalarını toplayıp aldı ve odasının kapısından görünen dolup taşmış çöp kutusuna attı. Sonra parmağını musluğun altına tutmak için kuvvetli adımlarla banyoya doğru yürüdü. Hala sihir yapamayacağı dört günün olması aptalca, mantıksız, inanılmaz derecede sinir bozucuydu… Ama kendisine itiraf etmeliydi ki, yine de parmağındaki bu derin kesik onu bozguna uğratırdı. Yaraları iyileştirmeyi hiçbir zaman öğrenmemişti ve şimdi farkına varıyordu ki -özellikle yakın zaman sonrası için yaptığı planlarından önce- sihir eğitiminde bu ciddi bir eksiklikti. Nasıl yapılacağını Hermione‘ye sormayı aklının bir köşesine yazarken, büyük bir tomar tuvalet kâğıdıyla silebildiği kadar çayı silerek odasına döndü ve kapıyı arkasından çarparak kapattı. Harry sabahı tamamen okul sandığını altı yıl önce topladığından beri ilk defa tamamen boşaltarak geçirmişti. Araya giren okul yıllarının başında, sadece içeriğinin en üstteki üç çeyreğini almıştı ve yenilemişti.

Bu da dibine genel bir yıkıntı tabakası bırakmıştı – eski tüy kalemler, kurutulmuş böcek gözleri, artık ona olmayan çiftsiz çoraplar. Dakikalar önce Harry, elini bu karışıklığın içine daldırmıştı, sağ elinin yüzük parmağında bıçak gibi bir acı tecrübe etmişti ve geri çektiğinde bir sürü kan görmüştü . Şimdi daha dikkatlice işine devam etti. Sandığın yanında diz çökerek dibini yokladı ve sönükçe “CEDRIC DIGGORY‘Yİ DESTEKLEYİN” ve “DANDİK POTER” arasında parıldayan eski bir rozeti, çatlamış ve eskimiş bir Sinsioskop’u, ve içinde R.A.B. tarafından imzalanmış olan bir notun saklandığı altın kolyeyi çıkardıktan sonra, sonunda zarara neden olan keskin köşeyi keşfetti. Onu anında tanıdı. Ölmüş vaftiz babası Sirius‘un ona verdiği büyülü aynanın bir kaç santimlik parçasıydı. Harry onu bir köşeye koydu ve geri kalanı için sandığın içini dikkatlice yokladı, ama vaftiz babasının son hediyesinden geriye, enkazın en derin katmanında parlayan, kum taneleri gibi yapışan, toz haline gelmiş camdan başka bir şey kalmamıştı. Harry doğruldu, kendisini kestiği keskin parçayı inceledi ve ona geri yansıyan kendi parlak yeşil gözünden başka bir şey görmedi. Parçayı yatağın üstünde okunmamış duran o sabahki Gelecek Postası‘nın üzerine koydu ve acı hatıraların ve kırık aynanın keşfinin neden olduğu pişmanlık ve özlem darbelerinin ani akışını, sandığındaki geri kalan çerçöpe saldırarak durdurmaya teşebbüs etti. Sandığı tamamen boşaltmak, işe yaramaz şeyleri atmak ve kalanları bundan sonra ihtiyacı olup olmayacağına göre iki yığına ayırmak bir saatini daha aldı. Okul ve Quidditch cüppeleri, kazanı, parşömeni, tüy kalemleri ve okul kitaplarının çoğu arkada bırakılmak üzere bir köşeye yığılmıştı. Teyzesinin ve eniştesinin onlarla ne yapacağını merak etti; gecenin köründe onları yakacaklardı muhtemelen, korkunç bir suçun kanıtlarıymışçasına.

Muggle giysileri, görünmezlik pelerini, iksir yapım seti, bazı kitaplar, Hagrid‘in ona verdiği fotoğraf albümü, bir mektup yığını ve asası eski bir sırt çantasına yeniden toplanmıştı. Bir ön cepte Çapulcu Haritası ve içinde R.A.B. imzalı notla beraber madalyon vardı. Madalyona bu onur yeri değerli olduğu için verilmemişti -normalde değersizdi- onu elde etmenin bedeli için verilmişti. Geriye beyaz baykuşu Hedwig‘in yanında çalışma masasının üstünde duran oldukça büyük bir gazete yığını kalmıştı: Harry‘nin bu yaz Privet Drive‘da geçirdiği her gün için bir tane. Yerden ayağa kalktı, esnedi ve masasına doğru ilerledi. Gazeteleri karıştırmaya ve teker teker çöp yığınına atmaya başlarken Hedwig hiç hareket etmedi. Baykuş uyuyordu ya da uyuma taklidi yapıyordu; şu sıralar kafesinden fazla uzaklaşamadığı için Harry‘ye kızgındı. Gazete yığının sonuna yaklaştığında Harry, yavaşladı ve yaz için Privet Drive‘a vardığından kısa bir süre sonra geldiğini bildiği özel bir basımı aradı; ön sayfada Hogwarts‘ta Muggle Araştırmaları öğretmeni olan Charity Burbage‘in istifası üzerine ufak bir not olduğunu hatırlıyordu. Sonunda buldu. Onuncu sayfayı çevirerek çalışma masasının sandalyesine çöktü ve aradığı makaleyi tekrar okudu. ALBUS DUMBLEDORE HATIRLANIYOR Elphias Doge Albus Dumbledore ile on bir yaşında tanıştım, Hogwarts‘daki ilk günümüzde. Karşılıklı çekimimiz şüphesiz ikimizin de yabancı gibi hissettiği gerçeğinden kaynaklanıyordu.

Okula gelmeden kısa bir süre önce ejderha çiçeği kapmıştım ve artık bulaşıcı olmamama rağmen benekli yüzüm ve yeşilimsi rengim çoğunu bana yaklaşmaya davet etmedi. Albus ise Hogwarts‘a istenmeyen kötü şöhret yükü altında gelmişti. Neredeyse bir yıl önce babası Percival, üç genç Muggle üstünde vahşi ve tanınmış bir saldırı yüzünden suçlanmıştı. Albus hiçbir zaman (Azkaban‘da ölecek olan) babasının bu suçu işlediğini inkâr etmeye teşebbüs etmemişti; tam tersi, ona soracak cesareti topladığımda, bana babasının suçlu olduğunu bildiğini temin etti. Bunun ötesinde, birçoğunun onu zorlamaya teşebbüs etmesine rağmen, Dumbledore, bu üzücü olay hakkında konuşmayı reddetti. Bazıları, gerçekten de, babasının hareketini övme eğilimindeydi ve Albus‘un da bir Muggledüşmanı olduğunu varsaydılar. Daha yanlış düşünemezlerdi. Albus‘u bilen herkesin tasdik edeceği gibi, en ufak bir anti-Muggle eğilimi göstermedi. Aslında, Muggle haklarına kararlı desteği, takip eden yılarda ona pek çok düşman kazandırdı. Fakat birkaç ay içinde Albus‘un kendi ünü babasınınkini gölgede bırakmaya başladı. İlk yılının sonunda, bir daha asla bir Muggle-düşmanının oğlu olarak tanınmadı, ama sadece okulda görülmüş en parlak öğrenci olarak tanındı. Onun arkadaşları olma ayrıcalığı olan bizler, onun örneğinden faydalandık; her zaman cömertçe sağladığı yardımı ve teşvikinden söz etmeye gerek bile yok. Daha sonraları bana, onun en büyük memnuniyeti, öğretmekten aldığını itiraf etti. Okulun verdiği her not ödülünü almakla kalmadı, yakın zaman içinde zamanın en göze çarpan büyülü isimleriyle düzenli mektuplaşmaya başladı; ünlü simyacı Nicholas Flamel, önemli tarihçi Bathilda Bagshot ve sihir teoristi Adalbert Wafling dâhil. Kâğıtlarının bazıları iyi bilinen basımlara ulaştı; Biçim Değiştirme Güncesi, Büyülerle Başa Çıkma ve Pratik İksirci gibi.

Dumbledore‘un gelecekteki kariyeri göz kamaştırıcı olacak gibiydi ve geriye kalan tek soru, ne zaman Sihir Bakanı olacağıydı. Sonraki yıllarda işi almak üzere olduğu sıkça öngörülmesine rağmen, hiçbir zaman Bakanlık hırsları olmadı. Hogwarts‘a başladıktan üç yıl sonra, Albus‘un kardeşi, Aberforth okula geldi. Benzer değillerdi; Aberforth hiçbir zaman kitap kurdu değildi ve Albus gibi olmaksızın, anlaşmazlıkları mantıklı tartışmalarla değil, düellolarla hizaya sokmayı tercih ederdi. Fakat bazılarının söylediği gibi, kardeşlerin arkadaş olmadığını söylemek yanlış olur. Bu derecede farklı iki çocuk ellerinden geldiği kadar iyi geçindiler. Aberforth için, hakkını yemeyeyim, Albus‘un gölgesi altında yaşamanın fazla rahatlatıcı bir deneyim olmadığı kabul edilmelidir. Sürekli onun boyunduru ğu altında kalması, onunla arkadaş kalmasına karşı zorlu bir tehlikeydi ve bir kardeş olarak daha memnun edici olamazdı. Albus ve ben, Hogwarts’tan ayrıldığımızda, birlikte o zamanlar geleneksel olan dünya turunu yapacaktık. Ayrı kariyerlerimize atılmadan önce yabancı büyücüleri ziyaret edecektik ve gözlemleyecektik. Fakat bir trajedi araya girdi. Yolculu ğumuzun arifesinde, Albus‘un annesi Kendra, Albus‘u ailenin başı, evin tek direği olarak bırakarak öldü. Gidişimi Kendra‘nın cenazesine taziyede bulunmaya gidecek kadar erteledim, sonra artık yalnız başıma sürdüreceğim yolculuğa çıktım. Bakacak kardeşleriyle ve onlara kalan çok az altınla Albus‘un bana eşlik etmesi artık mevzu bahis bile olamazdı. Bu hayatımızda en az irtibatta olacağımız dönemdi.

Albus‘a, belki biraz düşüncesizce, Yunanistan‘da Chimera’lardan ucu ucuna kaçmaktan, Mısırlı simyacılarla yaptığım deneylere kadar yolculuğumun güzelliklerini anlattığım mektuplar yazdım. Mektupları bana, öylesine parlak bir büyücü için hayal kırıcı derecede sıkıcı olduğunu tahmin ettiğim günlük yaşamının çok azını anlatıyordu. Kendi tecrübelerimin içine öyle dalmıştım ki, bir yıllık yolculuğumun sonlarına doğru Dumbledore‘ları bir trajedinin daha vurduğunu dehşet içinde duydum: kız kardeşi Ariana‘nın ölümü. Ariana‘nın sağlığı uzun bir süre kötü durumda olmasına rağmen, darbe, annelerinin kaybından hemen sonra geldiği için, kardeşlerinin ikisi üzerinde de derin bir etki bırakmıştı. Albus‘a yakın olan herkes -ve ben kendimi bu şanslı insanların arasından sayarım- Ariana‘nın ölümünün ve Albus‘un bundan kendisini sorumlu tutmasının (elbette suçsuz olduğu halde), onun üzerinde sonsuza kadar iz bıraktığını kabul eder. Eve döndüğümde çok daha yaşlı bir insanın acılarını yaşamış genç bir adam buldum. Albus önceden olduğundan daha ağzı sıkıydı ve çok daha az kaygısızdı. Sefaletine ek olarak, Arina‘nın kaybı, Albus ve Aberforth arasında yenilenmiş bir yakınlığa değil bir farklılaşmaya neden olmuştu. (Zamanla bu ortadan kalkacaktı – daha sonraki yıllarda yakın olmasa da samimi bir ilişkiyi tekrar kurdular.) Fakat o zamandan sonra ailesi veya Ariana hakkında çok seyrek konuştu ve arkadaşları onlardan bahsetmemeyi öğrendi . Takip eden yıllardaki zaferlerini başka tüy kalemler anlatacaktır. Dumbledore‘un büyü bilgisinin durumuna, ejderha kanının on iki kullanımının keşfi dâhil sayısız katkısı, gelecek jenerasyonlara da fayda sağlayacak Büyüceşura‘nın Baş Büyücüsü olarak yaptığı pek çok yargılamada gösterdiği, bilgeliğinin sağladığı katkı gibi. 1945’te Dumbledore ve Grindelwald arasında olan düelloya hala hiçbir Büyücü düellosu denk olmamıştır derler. Tanık olanlar, iki olağandışı büyücüyü savaşırken izlerlerken hissettikleri korku ve şaşkınlığı yazdılar. Dumbledore‘un zaferi ve Büyücü Dünyası‘na yaşattığı neticeleri, sihir tarihinde Uluslararası Gizlilik Yasası‘nın çıkması veya Adı Anılmaması Gereken Kişi‘nin düşüşüne denk bir dönüm noktası olarak nitelendiriliyor.

Albus Dumbledore asla gururlu ya da kendini beğenmiş değildi; ne kadar görünürde gereksiz veya perişan olsa da herkeste değer verecek bir şey bulabilirdi ve inanıyorum ki çok erken yaşadığı kayıpları ona büyük bir insanlık ve sempati kazandırdı. Dostluğunu ne kadar özleyeceğimi kelimelerle tarif edemem, ama kaybım Büyücü Dünyası‘nınkiyle kıyaslanamaz. Çünkü bütün Hogwarts müdürleri arasında en ilham kaynağı ve en sevilen olduğu sorgulanamaz. Ya şarken öldü: Her zaman daha iyisi için çalıştı ve onunla tanıştığım günkü kadar, ejderha çiçeği geçiren küçük bir çocuğa bir el uzatmaya son saatine dek gönüllüydü. Harry okumayı bitirdi, ama biyografiye eşlik eden resme bakmaya devam etti. Dumbledore tanıdık, sevecen gülümsemesiyle gülüyordu, ama yarım ay şeklindeki gözlüklerinin üzerinden bakarken, bir gazete baskısında olsa bile, Harry üzüntüyle karışık bir küçük düşme hissine kapıldı. Dumbeldore‘u epey iyi tanıdığını düşünmüştü, ama bu biyografiyi okuduğundan beri, onu neredeyse hiç tanımadığını anlamak zorunda bırakılmıştı. Dumbledore‘un çocukluğunu veya gençliğini bir kere bile hayal etmemişti; sanki Harry‘nin onu tanıdığı gibi oluşmuştu, saygı uyandıran ve gümüşi saçlı ve yaşlı. Yeniyetme bir Dumbledore düşüncesi tuhaftı, aptal bir Hermione ya da arkadaş canlısı bir Patlar Uçlu Keleker düşünmek gibiydi. Dumbledore‘a geçmişi hakkında soru sormayı hiç akıl etmemişti. Tuhaf, hatta münasebetsiz kaçacağın a şüphe yoktu, ama her şeye rağmen, Dumbedore‘un Grindelwald‘la olan o efsanevi düellonun bir parçası olduğu genel bilgiydi ve Harry, Dumbledore‘a nasıl bir his olduğunu ya da diğer meşhur başarıları hakkında soru sormayı düşünmemişti. Hayır, hep Harry‘yi, geleceğini, planlarını tartışmışlardı… ve şimdi Harry‘ye öyle geliyordu ki, geleceğinin çok tehlikeli ve çok muallakta olduğu gerçeğine rağmen, Dumbledore‘a kendisi hakkında daha fazla soru soramadığında geri getirilemeyecek fırsatları kaçırmıştı, müdürüne sorduğu en kişisel sorunun, Dumbledore‘un dürüstçe cevaplamadığı tek soru olduğu konusunda şüphelenmesine rağmen: “Aynaya baktığınızda siz ne görüyorsunuz?” “Ben mi? Ben kendimi bir çift kalın yün çorap tutarken görüyorum.” Birkaç dakika düşündükten sonra Harry, biyografiyi gazeteden yırttı, dikkatlice katladı ve Savunma Sihri ve Karanlık Sanatlara Karşı Kullanımı‘nın ilk cildinin içine sıkıştırdı. Sonra gazetenin geri kalanını çöp yığınına attı ve odasına doğru döndü. Çok daha düzenliydi.

Yerli yerinde olmayan tek şey, yatağın üstünde duran bugünün Gelecek Postası ve üstünde duran kırık ayna parçasıydı. Harry odası boyunca yürüdü, ayna parçasını bugünün Posta’sının üstünden aldı ve gazeteyi açtı. Kıvrılmış gazeteyi teslim baykuşundan o sabah erkenden aldığında manşete bakıvermişti ve Voldemort hakkında hiçbir şey söylemediğini gördüğünde bir köşeye atmıştı. Harry, Bakanlık‘ın Posta‘ya Voldemort hakkındaki haberleri bastırmamak konusunda baskı yaptığına emindi. Bu yüzden ne kaçırdığını henüz şimdi görmüştü. Ön sayfanın alt yarısı boyunca daha küçük bir başlık, Dumbledore‘un uzun adımlarla yürüyüp endişeli göründüğü bir resminin üzerine yazılmıştı:

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

13 Yorum

Yorum Ekle
  1. Aynen böyle satır atlamadan yazsalardı daha güzel olurdu

  2. Nedense bu kitabı indiremedim

    1. Bende indiremedim

  3. harry potter serisinden daha güzeli olmaz

    1. Evet haklısın ama full yazsalar daha iyi olurdu

      1. Aynen böyle satır aralarındaki atlamadan

  4. harry potter farklı bir dünya harry olmak hogwarts a gitmek quidditch maçı izlemek tarif edilemez…

    kendi büyülü dünyasını inşa etmiş rowling 7 kitabı da ince ince düşünmüş planlamış hissettirmiş… daha fazla anlatmak isterim fakat kelimeler yetmez.(bu kitap efsane seride en sevdiklerimin başında geliyor çok iyi)

    1. Aslında J. K. Rowling Hermonie’nin genç bir kız kardeşi olsun istemiş ama bunu 4te yazacağı için buna geç kaldığını düşünmüş

  5. eeffsanee

  6. fantastik manyak arakadaşlar sizde okuyun bayıldım