Ravenloft #1 – Christie Golden – Sislerin Vampiri

Öyle biri düşünün ki ölümle karşılaştığında gülümseyebilsin ve koca koca şehirlerin halklarını mahveden hastalıkları ortasında gelişip güçlenebilsin. Ah, böyleleri Şeytanın değil de Tanrının hizmetinde olsaydı dünyamız için ne güçlü bir iyilik kaynağı olurdu. Bram Stoker, Dracula. Öyle biri düşünün ki ölümle karşılaştığında gülümseyebilsin ve koca koca şehirlerin halklarını mahveden hastalıkları ortasında gelişip güçlenebilsin. Ah, böyleleri Şeytanın değil de Tanrının hizmetinde olsaydı dünyamız için ne güçlü bir iyilik kaynağı olurdu. Bram Stoker, Dracula Batan güneşin son ışıkları, mabedin vitraylı pencerelerinden süzülerek, taş zeminde solan ışık havuzları oluşturuyordu. Bunun dışındaki tek ışık, sunağın üzerinde duran küçük bir ocaktan geliyordu. Barovia’nın En Yüce Rahibi, hava iyice kararıp, yaşlı gözleri seçemez hale gelene dek işiyle uğraşmaya devam etti. Sonunda, zorunlu kesintiden rahatsızlık duyarak tılsımı bir süreliğine kenara koydu ve devam etmesine yetecek kadar mum yaktı. Mumların sıcak ışıltısı sunağı aydınlattı, ancak mabedin geri kalanı hala gölgeler içindeydi. Ahşap sunak artık kutsal semboller ve törenler için bir yer olmaktan çıkmış, bir atölye masasına dönüşmüştü. Üzeri ince metal işlemesi için gerekli aletlerle doluydu: küçük çekiçler, pürüzsüz yüzeyli bir mücevherci örsü, maşalar ve kalıp için balmumu. Beyaz saçlı rahip son mumu da yakıp yine tılsımın başına döndü. Tılsım zorlu bir efendiydi. Tamamlanmak için ısrar eden hüzünlü çağrısı, rahibin kafasının içinde yankılanıyordu.


En Yüce Rahip, haftalardır, ateşli bir yoğunlukla bu tılsımı yapmaya uğraşıyordu. Hatta, son birkaç gündür hiç dinlenmeden çalışmıştı. Yine de yorgun değildi. Güç damarlarından akıp, eğitilmemiş, hantal parmaklarına yol gösterir gibiydi. Tılsım kendi kendisini yapıyordu. Rahibin boğumlu parmakları sadece onun kullandığı aletlerdi. Adamın ruhunun bir parçası suçluluk duyuyordu. Korkmuş bir halkın rahibi ve rahatlatıcısı olarak görevlerini ihmal ediyordu. Goblin saldırılarının şiddeti her geçen gün artıyordu. Ancak En Yüce Rahip, artan sayıdaki ölülerin son törenlerini yaptırması için yardımcısını göndermişti. Tılsımın sesi, çok daha önemli bir görev üstlendiğini söyleyerek onu rahatlatmaktaydı. Diyordu ki, yapmakta olduğu şey sıradan bir mücevher değildi. Tılsım bu hüzünlü dünyanın, benzerini hiç görmediği türden bir silahtı. Savaşmak için yapıldığı düşman, goblinlerden çok daha kötüydü—karanlığı henüz Barovia’nın üzerine çökmemiş bir düşman. En Yüce Rahip durakladı, heyecandan elleri titriyordu.

Kanlanmış gözlerini sildi ve tekrar işe koyuldu. Kafasının içindeki talimatlara uyarak iki eski şeyi birleştirmiş; bu yeni şeyi oluşturmuştu. Kristal toprağın bir armağanıydı. Kuvarsı içine yerleştirdiği platin de onun gibi kadimdi. Parmakları değerli metale şiddet değil, sevgi rünleri işlemişti. Levha parlayan bir güneş şeklindeydi ve taş ortasına yerleştirildiğinde tıpkı minyatür bir güneş gibi ışık ve güzellikle parlamıştı. Yaşlı rahip dikkatle son rünü işledi. Gözlerindeki teri sildi ve emeğinin ürününe baktı. Yapması gereken bir şey daha kalmıştı. Platin madalyonu boynuna geçirdi ve görünmemesi için cübbesinin içine soktu. Eliyle kesesini yokladı. Birkaç gün önce yazdığı mektup hala yerindeydi. Hafifçe gülümsedi. Esrarengiz güç bir kez daha içine doldu ve hızla kalenin meşaleyle aydınlatılmış koridorlarından aşağıya, kendisinden çok daha genç birinin emin ve hızlı adımlarıyla ilerlemeye başladı. Efendinin uşaklarından biri, rahibin mabedin kapılarını iki yana savurarak çıktığını duymuştu.

Uşak, yaşlı adamın adımlarına yetişmeye çalışarak sordu. “Şimdi ne olacak, Kutsal Efendim?” “Bir at,” dedi En Yüce Rahip kısaca, adama bakmaya bile gerek duymadan. Genç adam, sessizce rahibin isteğini yerine getirmek üzere uzaklaştı. Kalenin efendisi savaşa gitmeden önce uşaklarına ‘Kutsal Efendi’nin her isteğine itaat edilmesini emretmişti. Uşak ayağına çabuk mu çabuktu. Yine de rahip, seyis çocuk atını getirene kadar birkaç dakikayı, kalenin taştan oyulmuş güzel kapılarının önünde huzursuzca ileri geri yürüyerek geçirdi. En Yüce Rahip atın üzerine sıçrayarak bindi ve bineğinin başını sertçe döndürerek gürültüyle avludan dışarı çıktı. Kutsal görevini tamamlamak için Çember’e gidiyordu. Rahip ve at, Eski Svalich yolundan aşağı dörtnala ilerlerken gece bir sis perdesiyle örtünüyordu. Uçuşan çamur parçacıkları atın ve binicinin üzerini lekeliyordu ancak yolcu bunu umursamaz gibiydi. Tılsımın acele ettirmesiyle hayvanı daha da hızlandırdı. Sabırsızlıkla yoldan ayrılarak Svalich ormanına daldı. Bildiği kestirme bir yol yoktu ancak tılsım biliyordu. Sonunda hedefine ulaştı. Barovia kasabasının sınırlarının hemen dışında, büyük taşların oluşturduğu bir çember.

Aynı anda attan inmeye, tılsımı çıkartmaya ve çemberin merkezine koşmaya çalıştı ancak tüm yapabildiği uzun cübbesinin eteklerini ayağına dolaştırarak yere düşmek oldu. Bu yaşlı bedenden bu kadar, diye acı acı düşündü, ayağa kalkarken. Taş çemberinin ortasındaki geniş düz bir taşın yanına çökerek, tılsımı saygıyla üzerine bıraktı. Son kutsama, diye düşündü, ve her şey tamam olacak… Genç rahiplerden biri, onu ertesi sabah aynı noktada buldu. En Yüce Rahibin yüzü huzur doluydu ve ölüm tarafından lekelenmemişti. Gri dudakları hafif, tatlı bir gülümsemeyle kıvrılmıştı. Bir elinde parlayan güneş madalyonunu tutuyordu. Diğerindeyse bir not. Gözleri yaşlarla dolan genç adam, rahibin yazdığı son sözleri okumak için birkaç kez gözlerini silmek zorunda kaldı: İşte Tanrıların bu topraklara armağanı. Onu saygıyla ve iyi kullanın. Fakat bu sırrı sadece rahipten rahibe geçirin. Kuzgun ailesi gelecek ve bu onların kutsal sembolü olacak. Gücü güneşin gücünden gelmektedir: ışık ve sıcaklık. Bu hüzünlü diyarların üzerine düşecek olan Gölge’yi kaldırmak için son umuttur.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir