Nikos Kazancakis – Allah’ın Garibi

Francesco’nun söylediği sözleri, yaktığı işleri bir bir anlatmış değilim, aralarında değiştirdiklerim de var, söylemediği ama söyleyebileceği, yapmadığı ama yapabileceği şeyler eklediğim de oldu; bilgisizlik, küstahlık, ya da saygısızlıktan sanılmasın; Aziz’in hayatını efsânesiyle bağdaştırayım diye, bu hayatı elimden geldiğince özüyle uzlaştırabileyim diye. Sanatın buna hakkı vardır, sadece bir hak da değil bu, aynı zamanda her şeyi öze bağlamak görevi. Sanat hikâye ile beslenir, onu kurnazca sindirerek efsâneye çevirir. Gerçekten daha gerçek olan bu hikâyeyi yazarken, kahraman ulu şehit Francesco için duyduğum sevgi, saygı ve hayranlık beni altüst etti. Nice sayfa gözyaşıyla lekelendi; havada asılı duran bir el vardı, gözümün önünden bir türlü gitmeyen, yarası durmadan yenilenen bir eldi bu; sanki birinin geçirdiği bir çivi bu ele sonsuzca çakılıp duruyordu. Yazarken, her yanımda azizin görünmeyen varlığını duyuyordum; San Francesco, görevini yapan kişi örneğiydi benim için; bitmez tükenmez amansız bir mücadele ile, en ulu boyun borcumuzu, ahlâktan, gerçekten, güzellikten de üstün bir şey olan, Tanrının bize emanet ettiği maddeyi, özünü değiştirerek ruha çevirme görevini yerine getiren kişi. Peder Francesco, bugün kalemi ele alıp da senin hayatım ve çağını yazmağa kalkışan naçiz ben, hatırlarsın, ilk karşılaştığımızda zavallı bir dilenciydim, çirkindim, saçım sakalım birbirine girmişti, kaşlarımın kılları enseminkilere karışıyordu. Korku doluydu gözlerim, bön bön bakıyordum; kekeliyordum, kuzular gibi meliyordum; sense, çirkinliğimle, aşağılık durumumla alay ederek, bana ‘Leo Kardeş’ arslan kardeş demiştin. Ne var ki, hayat hikâyemi anlatınca sana, ağlamağa başladın; kollarınla sımsıkı sarıp, öptün beni, “Leo Kardeş, bağışla beni,” dedin “‘Arslan’ diyerek seni alaya aldığım doğru, ama şimdi gerçekten ‘arslan’ olduğunu görüyorum; çünkü ancak bir arslan düşebilir peşine, senin düştüğün şeyin.” Manastır manastır, köy köy geziyor, bir çölden ötekine uzanıyor. Tanrıyı arıyordum. Dünya evine girmedim, çoluk çocuk edinmedim, çünkü Tanrıyı arıyordum. Bir elimde ekmek dilimi, ötekinde bir avuç zeytin, açlıktan ölecek gibi olur da yemesini unuturdum, çünkü Tanrıyı arıyordum. Yürümekten şişmişti ayaklarım, dilimde tüy bitinceye dek aynı soruyu sordum durdum. Sonunda kapı çalıp, ilkin ekmek, derken tatlı bir söz, sonra da kurtuluş dilenmekten usandım.


Herkes gülüyordu halime, mecnunun teki deyip, kapı dışarı ediveriyorlardı; böylece, uçurumun kenarına gelinceye dek ittiler beni. Bıkmıştım; küfretmeğe başladım. Ne de olsa ben de insanım, diyordum kendi kendime; yürümek, baş açık, ayak yalın aç karınla dolaşmak… Çaldığım gök kapılarının bir türlü açılmayışı yormuştu beni. Derken; bir gece, umutsuzluğa düşmek üzereyken, Tanrı elimden tuttu; seni de elinden tutmuştu Peder Francesco, tutmuştu da bizi bir araya getirmişti. Şimdi hücremde oturmuş, minik penceremden bahar bulutlarını seyrediyorum. Aşağılara, manastır avlusuna gökler inmiş; yağmur çiseliyor, burcu burcu kokuyor toprak. Bahçedeki limon ağaçlan çiçek açmış; uzaklardan guguk kuşunun sesi geliyor. Yapraklar gülmede hep: Tanrı yağmur olmuş, dünyaya yağıyor. Ne zevk ya Rabbim! Bu ne mutluluk! Toprak, yağmur, gübre ve limon ağacı kokuları nasıl da karışıp, insan yüreğiyle bir oluyor! Doğrusu, insan topraktır. O da, toprak gibi, sine sine yağan okşayıcı bahar yağmurlarını sever. Sulanan yüreğim çatlayıp açılıyor, bir filiz sürüyor içinden; ve son Peder Francesco, sen ortaya çıkıyorsun. İçimdeki toprak baştanbaşa çiçeklendi, Peder Francesco. Anılar kaynaşıyor; zaman, çarkını geri çeviriyor; sen önde, ben ürkek adımlarla ardında, yeryüzünde birlikte yol aldığımız o kutsal anlar yeniden canlanıyor. Hatırlar mısın ilk karşılaşmamızı? Kamım öyle açtı ki o gece, ünlü Assisi kentine girerken sendelemiştim, düşecektim nerdeyse. Ağustostu.

Yüce bir ay vardı. Beğendiğim bu soylu kente, Tanrıya şükürler olsun, önceden de gelmiştim; ama şimdi bambaşkaydı. Neydi bu? Ben nerdeydim? Evler, kale, kiliseler, kuleler: havada dönüyorlar, erguvan gök altındaki bembeyaz denizde yüzüp duruyorlardı. Yeni yapılan San Pietro kapısından kente girdiğimde, akşam yemeği vaktiydi. Ay yeni doğmuştu; kıpkırmızı bir dolunay. Kibar, nazik bir güneşti sanki. Kalenin tâ yukarısından, durgun akan çağlıyan Rocca, çan kuleleri ve damlar üzerine dökülüyor; hendekleri sütle dolduruyordu, derken bu hendekler taşıyor, dereler gibi akan, dar, ağaçlıklı yolları kaplıyordu, kentlilerin yüzlerine öyle bir şavk veriyordu ki, hepsinin de Tanrıyı düşündüğünü sanırdınız. Durdum, önümde açılan görüntü alıp götürmüştü beni. Bu Assisi mi? diye soruyor, ikide bir istavroz çıkarıyordum. Bunların, ev, insan, çan kulesi olduğu gerçek miydi, yoksa ölmeden Cennete mi girmiştim? Ellerimi uzattım; ay avuçlarımı doldurdu, bal gibi tatlı, jelatinimsi bir ay. Tanrının rahmetinin dudaklarımda, şakaklarımda gezindiğini duydum… Ve anladım. Çığlık attım. Belliydi; buradan bir azizin geçmiş olduğu apaçıktı. Kokusu sinmişti havaya. Ay ışığı altında avare avare, yılankavi ağaçlıklı yollardan çıkarak San Giorgio’ya ulaştım.

Cumartesi gecesiydi, büyük bir kalabalık toplanmıştı. Türküler ve boğuk çığlıklar, mandolin sesleriyle, kızarmış balık, yasemin, gül ve ateşte cızırdayan kebap kokularına karışıyordu. Açlık içimi kemirmeğe başlamıştı. “Ey, iyi yürekli Hristiyanlar,” diye seslenerek törendeki bir topluluğa yanaştım, “bu ünlü Assisi kentinde bana sadaka verecek yok mu? Bütün istediğim, yemek, uyumak, sabahleyin de gitmek.” Beni baştan aşağı süzdükten sonra güldüler. “Ne sandın kendini?” diyerek gülmekten katıldılar. “Yaklaş hele, boyunu poşunu görelim.” “Olur a, İsayımdır,” dedim onları ürkütmek için. “Zaman zaman İsa, böyle dilenci kılığında yeryüzünde görünür.” “Sakın bir daha o lâfı ağzına almayasın, yoksa karışmayız bak,” dedi biri. “Sana tadımızı kaçırtmak niyetinde değiliz. Haydi bakalım, yollan! Yoksa alimallah hepimiz birden, bir bir ayaklanır da, çarmıha geriveririz seni!” Bir kahkaha daha koptu; ama aralarında en genci halime acımıştı. “Pietro Bernardone’nin oğlu Francesco, şu bizim “Eli Açık”, o sadaka verir sana. Talihin varmış. Kuyruğunu bacakları arasına kıstırmış, dün Spoleto’dan dönüp geldi.

Git bul onu.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir