Özgürlük mü istiyor? Vurun, öldürün onu. Güneş Kastello’ya ulaşmış, damları ışığa boğmuştu. Şimdi kabarıyor işte ve inişli çıkışlı yokuşlara yayılıyor, köyün kaskatı çirkinliğini acımasız, çırılçıplak ortaya koyuyor. Kül rengi, asık suratlı bir köydü bu; kupkuru, taştan yapılmış evlerinin kapılarını kurtlar kemirmişti, iki büklüm giriliyordu içeriye; kapkara, kasvetliydi ev içleri. Küçücük avlular fışkı, keçi gübresi, insan kokuyordu. Ne bir ağaç vardı avlularında, ne bir ötücü kuş kafesi ne de pencere kenarında bir kırmızı karanfil saksısı, bir fesleğen tenekesi. Her yer taş taş üstüneydi. Bu taşların içinde yaşayan ruhlar da onlar gibi katıydı, çok uzaktı konukseverlikten. Dağlar, evler, insanlar, hep aynı çakmaktaşından oyulmaydı. Pek seyrek, yalnız güzel günlerde, köyün ucunda kimi zaman bir kahkahanın çınladığı duyulurdu. Ama bu alışılmamış bir şeydi; neredeyse dine saygısızlık sayılırdı. Yaşlılar başlarını çevirip kaşlarını çatarlardı; kahkaha sönüp gidiverirdi. Büyük bayram günlerinde, Noel’de, Paskalya’da, Karnaval’ın son gününde biraz daha çok yiyecek ve içecek bulup gırtlaklarından bir şarkı yükseldiğinde haykırışa benzerdi; sızlanmayı andırırdı bu şarkı. İç paralayıcı, tekdüze, yaslı iniş çıkışlarla bitip tükenmeksizin ağızdan ağıza dolaşırdı. Bu şarkı, bir türlü akla gelmeyen hangi dehşetin, kıyımın, köleliğin, açlığın ürünüydü kimbilir? Bir yakınmadan da öte, bu şarkı yüzyıllar boyu katlanılan açlığın, kırbacın, ölümün silinmez izini taşırdı. Yine de insanlar, serseri otlar gibi bu düşman taşlara yapışmış kopmuyorlardı artık. Epir’lilerin dayanıklıydı kellesi; dünyanın sonuna kadar da kopmayacaklardı. Gövdeleri, ruhları, taşların rengine bürünmüştü, katılığını alıvermişti. Onların bir parçası olmuşlardı sanki; ya hepsi insandı ya da hepsi taştı; birlikte katlanıyorlardı yağmura, kuraklığa, kara. Bir adamla kadın, ötekilerden kopup gelen papaz onları evlendirdiğinde, birbirlerine söyleyecek tatlı söz bulamazlardı, bu tür sözleri bilmezlerdi hiç. Kaba yünden battaniyeleri altında sessizce birleşiverirlerdi. Yalnız tek şey düşünürlerdi: Bu taşlan, dağlan ve açlığı devredecek çocuklar yaratmak. Kadınlar sayıca çoktu, kalabalıktı; erkeklerse bu kadınlara yetmeyecek kadar az. Evlenip ilk geceler kanlarının karnına bir çocuğun tohumlarını attılar mı, çoğu yürekleri paralanarak çeker giderdi. Bu taşocağmda nasıl yaşasınlar? Uzaklara, çok uzaklara giderler, dönmekte gecikirlerdi hep. Şarkı, acı acı, “Uzun yolun yolcusu, uzun sürer dönüşü” der. Kadınlar, yalnızlık içinde kurur, göğüsleri pörsüyüp sarkmaya başlar, dudaklarının üstü kıllanır, geceleri uykuya dalarken soğuktan ürperirlerdi. Tanrı’ya, rüzgâra, ölüme karşı verilen amansız savaş onların hayatıdır işte. Bu nedenle iç savaş Kastello’nun insanlarını şaşırtmadı, ürkütmedi, alışkanlıklarını değiştirmedi. Yalnız, o güne kadar içlerinde biriken görünmez, sessiz şey şimdi patlıyor, birden gemi azıya alıveriyordu. İnsanoğlunun en eski dürtüsü, öldürme isteği, frenini koparıvermişti. Hepsinin, nedensiz yere, ara sıra da bilmeden, yıllardan beri nefret ettiği bir komşusu, dostu, kardeşi vardı. Nefret, bir çıkış yolu bulamadan birikmişti ağır ağır. Birden, köylülere tüfek verilmeye, el bombası dağıtılmaya başlanmıştı; tepelerinde kutsal sancaklar dalgalanıyordu; papazlar, yüksek rütbeliler, gazeteciler, komşularını, dostlarını, kardeşlerini öldürmeye itiyorlardı onları. Bunun, yurdu ve dini kurtarmanın tek yolu olduğunu söylüyorlardı. İnsanoğlunun eski çağlardan beri kaderi olan cinayet, birden yüce bir doğrulanma yolu buluyordu. Ve insan avı başladı, kardeş avı. Kimi Kızıl Takke’yi kafasına geçirip dağa çıktı. Ötekiler köylerinde mevzilenmiş, partizanların konakladığı Kartaltepesi’ne bakıyorlardı hep. Ya Kızıl Takkeliler haykırarak tepenin yamaçlarına iniyor ya da Kara Takkeliler tepeye saldırıyorlardı. Gövdeler birbirine yapışıyor, kardeş kardeşi büyük bir coşkuyla, şehvetle boğazlıyordu. Saçı başı dağınık kadınlar bile avlulardan dışarı uğrayıp erkekleri daha iyi kışkırtabilmek için damlara tırmanıyorlardı. Köpekler bile efendilerinin ayaklan dibinde havlıyor, avdan paylarına düşeni istiyorlardı. Sonunda karanlık basıyordu, savaşçıları yutuveriyordu karanlık. İçlerinde silahsız bir tek kişi vardı, umutsuzca açıyordu kollarını; ama boşunaydı çabası. Köyün Papazı Peder Yannaros’tu bu adam. Bir sağa bakıyordu, bir sola; kimin yanını tutacağını, kime arka çıkacağını bir türlü kestiremiyordu. Gece gündüz, kuşku içinde durup dinlenmeden soruyordu kendi kendine: “İsa yeryüzüne dönse kimden yana çıkacak? Karalardan mı? Kızıllardan mı? Yoksa o da orta yerde durup kollarını açarak, ‘Kardeşler, sevin birbirinizi! Kardeşler, sevin birbirinizi!’ diye mi bağırır?” İşte, Kastello köyündeki Tanrı temsilcisi Peder Yannaros, kollarını açarak böyle bağırıyordu. Ama dilediği kadar bağırsın, kimse dinlemiyordu onu; gerek Karalar ve gerekse Kızıllar onu küfre boğuyorlardı: “Hain, Bulgar, Bolşevik!” “Karga, faşist, halkı kışkırtan herif!”
Nikos Kazancakis – Kardeş Kavgası
PDF Kitap İndir |