Friedrich Schiller – Hayaletgören

Anlatacağım öykü birçoklarına inanılmaz gelecekse de, olayların büyük bir kısmına bizzat gözlerimle şahit oldum. Bu anlatacaklarım, belli bir siyasi vakadan haberdar olan az sayıdaki kişiye –o da eğer bu sayfalar yayımlandığında hâlâ hayattalarsa– memnun olacakları bir açıklama getirecektir; böyle bir anahtar olmasa bile, diğer okurlarca da insan aklının kandırılma ve yolunu şaşırma öyküsüne bir katkı olarak muhtemelen önemli bulunacaktır. Kötülüğün tasarlamaya ve uygulamaya kalkıştığı amacın cüretkârlığı ve bu amaca varmayı güvenceye almak için başvurduğu araçların tuhaflığı karşısında insan iki kere hayrete düşecektir. Kalemimi yalın ve güçlü bir hakikat duygusu yönlendirecektir; çünkü bu sayfalar dünyaya sunulduğunda ben artık hayatta olmayacağım ve bu anlattıklarımdan dolayı ne bir şey kazanacak ne de kaybedeceğim. Kurland’a dönüş yolculuğumda, 17** yılının karnaval zamanı Prens von **’yi Venedik’te ziyaret etmiştim. Kendisiyle **’nin savaş hizmetinde tanışmıştık ve barışın kesintiye uğrattığı bir dostluğu burada tazeliyorduk. Ayrıca ben bu kentin ilgi çekici taraflarını görmek istediğimden, Prens de **’ye geri dönmek için senetleri beklediğinden, beni bu zamanı kendisiyle birlikte geçirmem ve yola çıkışımı ertelemem konusunda kolayca ikna etti. Venedik’te kaldığımız süre boyunca birbirimizden ayrılmayacağımıza dair anlaştık, üstelik Prens bana “Mori”deki dairesinde kalmamı teklif etme nezaketini de gösterdi. Prens burada kimliğini büyük bir dikkatle gizleyerek yaşıyordu, çünkü kendi hayatını yaşamak istiyordu, ayrıca kendisine tahsis edilen kısıtlı gelir kaynaklarıyla, soyluluk unvanının düzeyini ayakta tutması zaten imkânsızdı. Bütün maiyeti, ağızlarının sıkılığına son derece güvendiği iki asilzadenin yanı sıra birkaç sadık hizmetkârdan ibaretti. Gösterişten kaçınması tutumluluktan ziyade yaradılışından kaynaklanıyordu. Eğlencelerden kaçıyordu; daha otuz beşinde, bu şehvet yuvası kentin bütün cazibelerine karşı direnmişti. Cinsi latiflere şimdiye kadar ilgisiz kalmıştı. Mizacına, derin bir ciddiyet ve hayalperestliğe varan bir melankoli hâkimdi. Eğilimlerinde sakin ama aşırılığa kaçacak kadar ısrarlı, seçimlerinde yavaş ve çekingendi; bağlılığı ise sıcak ve ebediydi.


Gürültülü bir insan kalabalığının ortasında yalnız başına yürürdü; kendi hayal dünyasına kapanmış bir halde, çoğu zaman gerçek dünyada bir yabancı gibiydi. Hiç de zayıf biri olmamasına rağmen, başkalarının hüküm ve etkisi altında kalmaya onun kadar yatkın biri daha bulunamazdı. Onu bir kez kazandınız mı, artık sarsılmaz ve güvenilir biri olurdu; farkına vardığı bir önyargıyı yenmek için büyük bir cesaret gösterir, bir başka önyargı içinse canını verebilirdi. Hanedanının üçüncü sıradaki prensi olarak ülkenin başına geçme ihtimali yoktu. İçinde yükselme hırsı hiç uyanmamış, tutkuları başka tarafa yönelmişti. Bir başkasının iradesine bağımlı olmamanın memnuniyeti içinde, başkaları üzerinde hâkimiyet kurmaya da heves etmiyordu: Tüm dilekleri özel hayatının huzurlu özgürlüğü ve zeki bir çevrenin hazzı ile sınırlıydı. Çok okurdu, ama seçici davranmazdı; ihmal edilmiş olan eğitimi ve erken yaşta girdiği savaş hizmetleri, aklının olgunlaşmasına fırsat vermemişti. Sonradan edindiği bütün bilgiler ondaki kavram karmaşasını artırmaktan başka bir işe yaramadı, çünkü bunlar sağlam bir temele dayanmıyordu. Prens Protestan’dı, bütün ailesi gibi, Protestanlığı doğuştandı, araştırıp inceleyerek edinilmemişti, yaşamının bir döneminde dinine körü körüne bağlı biri olmuşsa da, üzerinde hiç araştırma yapmamıştı. Bildiğim kadarıyla, hiçbir zaman farmason olmadı. Bir akşam, her zamanki gibi kendimizi tamamen gizleyen bir maske takıp kalabalığa karışmadan San Marco Meydanı’nda dolaşırken –saat geç olmaya başlamış ve kalabalık dağılmıştı– Prens maskeli birinin her yerde bizi izlediğini fark etti. Maskeli adam, bir Ermeni’ydi 1 ve tek başına yürüyordu. Adımlarımızı hızlandırdık ve yolumuzu birçok kez değiştirerek onu şaşırtmaya uğraştık ama boşuna, maskeli adam sürekli peşimizdeydi. “Burada bir aşk macerasına karışmadınız, değil mi?” dedi sonunda Prens bana dönerek, “Venedikli kocalar tehlikelidir,” diye ekledi. “Bir tek kadınla bile ilişkim yok,” diye cevap verdim.

Prens, “Şurada oturalım ve Almanca konuşalım,” diyerek sözlerine devam etti. “Sanırım bizi birisiyle karıştırıyorlar.” Taştan bir bankın üzerine oturup maskeli adamın önümüzden geçip gitmesini bekledik. Fakat o doğrudan yanımıza geldi ve Prens’in hemen yanına oturdu. Prens saatini çıkarttı ve ayağa kalkarak bana doğru dönüp Fransızca yüksek sesle: “Saat dokuzu geçti. Hadi gelin. Bizi “Louvre’da beklediklerini unutmuşuz,” dedi. Bunu sırf maskeli adama izimizi kaybettirmek için söylemişti. “Saat dokuz,” diye tekrarladı maskeli aynı dilde, ağır ağır vurgulayarak. “Kutlayın kendinizi, Prens.” (O arada ona gerçek adıyla hitap etmişti.) “Saat tam dokuzda öldü.” Bunları söyleyerek ayağa kalktı ve oradan uzaklaştı.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir