Andy Marrifield – Eşeklerin Bilgeliği

Schubert’i düşünmekten kendimi alamıyorum. 20 numaralı piyano sonatını. Ben gökyüzüne doğru pedal çevirirken, hüzünlü melodisi zihnimde dönüp duruyor. Schubert’in yavaş, net, aralıklı akorları, benim aheste pedal çevirişimle, derin derin nefes alıp verişimle uyum içinde. Yeşilin müziğini dinliyorum, radyoya ne hacet. Öğle sonrasının güneşi altında, bu kasvetli melodiler öyle sevinç veriyor ki şaşırıyor insan. Fransa’nın Auvergne bölgesindeki evimin oralarda, yüksek bir dağ geçidinde bisiklet sürüyorum. Havalar çok soğumadan, kar yüzünü göstermeden bisikletimle yollardayım. Şu dar yol; taş evlerle, metruk ahırlarla, tehditkâr köpeklerle ve gıdaklayan tavuklarla dolu küçük köylerin, Le Chambon’un, Le Bancillon’un ve Channat’nın yanından geçerek tepelere tırmanıyor. Gerçek yerler bunlar, en azından bana öyle görünüyorlar; burada zaman ortaçağda durmuş sanki. Dağa tırmanmak zor iş, zira inek pislikleri saçılmış kuru çakıl zeminde dengesini kolayca yitirebilir insan. Zirveye vardığımda mükafatım engin bir vadi manzarası; aşağıda Allier Nehri var. Tepeler kesif sisin içinde inip çıkıyor, iç içe geçiyor, havada yüzüyor adeta. Hava dingin, huzur dolu, sessizlikse tatlı bir müzik gibi. Kırlar doğal bir oditoryum sanki; akustiği keskin mi keskin.


Dönemeci geçiyorum. Bir çayırlık açılıyor önümde. İçimde bir sonat çalıyor, dışarıdaki manzaradaysa senfoni. Schubert, gencecik bir delikanlıyken şaheserler yaratan Franz Schubert burası için bire bir. Öyle genç bir yaşta ölmüştü ki; otuz bir yaşında, yani benden neredeyse on beş yaş gençken. Duruyor, bisikletten iniyor ve bir ağaca, ama belli bir ağaca, dönemecin oradaki ağaca yaslanıyorum. Bu noktada saatlerce durmuşumdur vaktiyle; etrafa bakarak, vadiyi seyrederek, Dünya’yı temaşa etmişimdir. Eğim dik, neredeyse 45 derece; ayaklarımın altındaki çimler ezilmiş; yabani otlar, eğreltiotları var her yanda. Yılın yarısı boyunca, boz renkli on kadar eşeğin yuvası buralar. Kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde eşeklerin otlayışını seyretmek büyüleyici bir şey. Bir nevi terapi, hatta meditasyon. Aklınız başınıza gelebilir de gidebilir de. Avustralyalıların bir sözü vardır, “Kırlarda eşekleri seyrederken, iskemlenizi unutmayın” derler. Saatlerce seyredebilirsiniz onları; hipnotize eder, bağımlı yaparlar insanı. Gönlünüzü kaptırdınız mı onlara, kendinizi kurtaramazsınız bir daha.

Eşeklerin otlar arasında ayaklarını sürüye sürüye giderken ve kafalarını toprağa gömüp otlanırken çıkardıkları belli belirsiz hışırtıları duyarsınız sadece. Bu hışırtı tamamen eşeklere özgü bir şey, hususi bir dil oyunudur; bir koyun ya da keçi sürüsünün sesinden çok farklıdır, keza kırlardaki atlar ya da ineklerin sesinden de. Eşekler hem otlanır hem aranırlar: Dişleri ve dudakları yere yakın gezerek otlanır, yiyecek bulmak için toprağı yakından tararlar. Dar ve uzun burunları sayesinde müthiş bir hassasiyetle aranır, sırf nicelik değil, niteliği de ararlar. Eşeklerin bacakları aldatır insanı: Dizleri, baldırları, topukları, incik kemikleri ve topuk eklemleri fevkalade latif, zarif ve incedir. Onlarınkine kıyasla atların bacakları biçimsiz görünür. Bu sıska bacakların nasıl olup da onca yükü taşıyabildiğini havsalası almaz insanın. Dar bir dağ geçidini, sırtında eşeğin taşıdığı yük, hiçbir at arşınlayamaz, en azından onun kadar kendinden emin, güvenilir ya da sabırlı bir biçimde yük taşıyamaz. Atlar hızlıdır hızlı olmasına, ama eşekler kadar dayanıklı değildir, hele hele onlar kadar çevik hiç değildir. Ayrıca güç bir durum karşısında da geriliverirler. Eşeklerin hiç kıpırdamadan kaldığı durumda tabanları yağlarlar. Tedirgin bir atı kandırıp, kendi zararına iş gördürebilirsiniz çoğu kez; korkutup tehlikeli, netameli yollara sokabilirsiniz. Ama eşeklere bunu yapamazsınız; onların hayli sağlam bir kendini koruma güdüleri vardır. Eşeğin malum inatçılığı da işte bundan kaynaklanır.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir