Jack Higgins – Fırtınadan Önce

DEUTSCHLAND yelkenlisi, 26 Ağustos 1944. Rio de Janeiro’dan ayrılalı on bir gün oldu. Belem’de demirledik. Hava sıcak. Alışveriş küçük çapta. Son kömürler de boşaltıldı. Alabileceğimiz yük yok. Safra yerine Rio’dan kum doldurduk. Ambar kapaklarını çivileyip kapattık, yolculuğa hazırız. Akşama doğru yağmur bekleniyor. Prager köşeyi dönerken, uzaklarda, deniz yönünden gök gürültüleri duyuldu, göğü bir baştan bir başa kaplayan şimşekler bir an için limanı kesin hatlarıyla ortaya çıkardı. Her zamanki gibi bir grup küçük tekne, üç ya da dört yük gemisi ana iskeleye bağlı duruyordu. Deutschland, ırmağın ortasına demirlemişti, limanın tek yelkenlisi olduğundan dikkat çekiyordu. Yağmur aniden bastırdı. Sıcak ve ağırdı, ırmağın öte yakasındaki ormanda çürüyen bitkilerin kokusuyla doluydu.


Prager ceketinin yakasını kaldırdı, eski deri çantasını koltuğunun altına kıstırdı ve balık iskelesinin sonundaki Lizbon Işıkları barına doğru hızla yürüdü. Müzik sesi, hafif de olsa duyuluyordu, içinde geceden bir şeyler bulunan, ağır, hüzünlü bir sambaydı bu. Verandaya çıkan merdivenleri tırmanırken gözlüklerini çıkardı ve mendiliyle sildi. Sonra dikkatle takarak içeri bir göz gezdirdi. Barın öbür ucunda, önünde bir şişe ve bir bardakla oturan Deutschland’ın lostromosu Helmut Richter’le barmenden başka içerde kimseler yoktu. Kalın ceketi, başında denizci kepi olan uzun boylu, iri kıyım bir adamdı bu, uzun sarı saçları ve sakalıyla 28’inden daha yaşlı görünüyordu. Prager içeri girdi. Elindeki bardağı parlatan barmen başını kaldırdı. Prager onu görmezlikten geldi ve üzerindeki yağmur sularını silkeleyerek bar boyunca yürüdü. Elindeki çantasını ayaklarının dibine bıraktı. “İyi akşamlar Helmut.” Richter ağır ağır başını salladı ve içki şişesini kavradı. “Bir içki, Herr Prager? ” “Hayır, istemem.” “Makul bir cevap.” Richter bardağını yeniden doldurdu.

“Cachaca. Karaciğer kadar beyni de çürüttüğünü söylerler. İyi bir Schnapps’ın yerini hiç bir zaman alamaz, ama otuz dokuzdan beri onu da gördüğümüz yok.” “Kaptan Berger burada mı? ” “Gemide sizi bekliyor.” Prager yeniden çantasını aldı. “O halde hemen kalksak iyi olur. Fazla vaktimiz yok. Beni soran oldu mu?” Richter cevaplamadan önce, biri, Portekizce, “Hey, Senhor Prager, bu ne güzel sürpriz!” diye seslendi. Arkasındaki küçük odalardan birinin perdesi açılırken, Prager sese doğru başını çevirdi. Elinde bir şarap şişesi, buruş buruş ve son derece şişman bir adam oturuyordu orada. Terden lekelenmiş haki üniformasının dikişleri yer yer sökülmüştü. Prager gülümsemeye çalıştı. “Kaptan Mendoza. Siz hiç uyumaz mısınız? ” “Pek sık değil. Bu kez ne var, iş mi, eğlence mi? ” “İkisi de.

Biliyorsunuz, Alman uyrukluların durumları bugünlerde güçleşti. Hükümetiniz her zamankinden daha düzenli rapor istiyor.” “Öyleyse, Berger’le adamlarını şahsen görmeniz gerekli.” “Her ayın son haftasının ilk günü., Rio’daki adamlarınız bu konuda çok titiz.” “Ya Senhora Prager nasıl? Uçakta birl “Burada iki yıldır liman müdürlüğü yapıyorum, Deutschland buraya hep düzenli sefer yapar, iki ayda bir falan,” dedi Mendoza. “Evet? ” “O büyüklükte bir gemi için bir süvari, bir ikinci kaptan ve lostromo, altı tayfa ve bir aşçı yeterlidir.” “Doğru.” Mendoza, düşünceli bir tavırla şarabından bir yudum aldı. “Aldığım bilgiye göre, bu seferde Berger’in yirmi kişilik mürettebatı var.” İçten gülümsedi, ama şişman yüzündeki gözleri sert sert bakıyordu. Prager sözcükleri dikkatle seçerek, “Rio’da çok Alman denizcisi var,” dedi. “Sayıları da her gün artıyor. Bu savaş, dostum, sizin için pek hayırlı olmadı.” “Sanırım Berger, elinden geldiğince fazla adama iş vermeye çalışıyor.

” Mendoza’nın yüzü bir gülümsemeyle aydınlandı. “Pek tabii. Bakın bunu hiç düşünmemiştim. Sizi daha fazla tutmayayım. Belki yarın birlikte bir içki daha içeriz.” “Ben de isterim.” Prager hızla dışarı çıktı. Richter onu sahanlıkta bekliyordu. Arkada, yağmur durmaksızın toprağı kamçılıyordu. “Her şey yolunda mı? ” diye sordu. “Pek değil,” dedi Prager. “Bir şeyler döndüğünün farkında. Ama gerçeği bilmesi mümkün değil. Zaten aklı başında hiç kimse inanmaz bu işe.” Richter’in omuzuna hafifçe vurdu.

“Haydi, şimdi gidelim.” “İçerde söyleyemedi m. Ama biri sizi arıyordu,” dedi lostromo. Arkada birisi kımıldadı. Prager geri dönerken, beyaz tropik giysileri içindeki bir rahibe gölgeden sıyrıldı. Boyu bir elliden fazla olmayan ufak tefek bir kadındı. Kaygısız, duru gözleri ve kırışıksız, sakin bir yüzü vardı. “Rahibe Angela,” dedi Richter. “…Rio Negro misyonerliğine bağlı İnayet Rahibelerinden. Tanıştırmaya gerek yok Helmut. Rahibe Angela’yla çok eski dostuz.” Şapkasını çıkararak uzattığı elini, rahibe şaşırtıcı bir güçle sıktı. “Yeniden görüştüğümüze sevindim.” “Ben de, Herr Prager. Neden burada olduğumu biliyorsunuz sanırım.

” “Ah, evet.” Otto Prager gülümsedi. “Galiba biliyorum.” Deutschland’ın provasına, liman kuralları gereği, bir çapa feneri asılmıştı. Bir sandalla iskeleden ayrıldıklarında ilk gördükleri şey bu fener oldu. iyice yaklaştıklarında yelkenli kesin hatlarıyla, kara direkleriyle ortaya çıktı. Prager, iskele merdivenini tırmanırken tekneyi keyifle inceledi. 1881 yılında Clyde’de Hamish Campbell tarafından yapılmış üç direkli bir yelkenliydi bu. Uzun bumbası, zarif yelken pruvası, teknenin sevgiyle, anlayışla ve zevkle yapıldığını ortaya koyuyordu. Tekne bütün hayatını ticari seferlerde geçirmişti; Newcastle-on-Tyne’-den Valparaiso’ya kömür, Amerika’nın batı kıyısına Şili nitratı, Avusturalya’ya kereste, İngiltere’ye yün taşımış… Bitmez tükenmez yollarda gidip gelmişti. Yelkenlinin gemiler karşısında hayat hakkı kalmayınca da, elden ele geçmiş ve üç kez adı değişmişti. En sonunda Alman asıllı bir aileye ait Mayer Kardeşler adlı Brezilya firması tekneyi satın alarak ona Deutschland adını vermiş ve kıyı ticaretinde çalıştırmaya başlamıştı. Rio, Belem ile Amazon ırmağı ağzının arası, tam yüklü durumda iki buçuk metrelik çekişi olan böyle bir tekne için çok uygun sulardı. Prager, küpeşteye kadar giderek rahibe Angela’ya elini uzattı. Yakında, İskelenin üstünde Richter duruyordu.

Grandi sereninin dibindeki üç tayfa, tekneye çıkan bu küçük rahibeye hayretle bakıyorlardı. İçlerinden biri koşarak geldi, rahibenin öbür elinden tutmak için uzandı. Rahibe teşekkür etti. “Kaptan Berger’le ilkin ben konuşsam iyi olur sanırım,” dedi Prager ona. “Nasıl isterseniz, Herr Prager,” diye karşılık verdi rahibe sakin bir sesle. Prager, Richter’e döndü. “Sevgili rahibeyi aşağı salona aldıktan sonra beni kaptan kamarasının dışında bekler misin? ” Richter ve rahibe Angela kaporta merdiveninden inerek kayboldular. Prager de kıça, orta güverteye doğru yürüdü. Sonra durdu, kollarını kavuşturdu, kapıyı vurdu ve içeri girdi. Kamara küçüktü, sade bir biçimde döşenmişti. Dar bir ranza, üç dolap ve Berger’in oturduğu, üzerinde harita cetveller, ölçme aletlerinin bulunduğu bir masadan başka pek bir şey yoktu içinde. Kaptan başını kaldırdı, gözlerinde bir rahatlama ifadesi vardı. “Kaygılanmaya başlamıştım.” O sıralarda 48 yaşında, orta boylu, geniş omuzlu, kıvırcık siyah saçları ve sakalı hafif kırlaşmış, yüzü denizden ve güneşten yanmış bir adamdı. “Özür dilerim,” dedi Prager.

“Rio’dan buraya uçarken yolda fırtınaya yakalandık. Pilot, Carolina’ya inip hava düzelene kadar orada kalmakta ısrar etti. Dört saat orada bekledik.” Berger, önündeki kutuyu açarak bir puro çıkardı ve ona uzattı. “Son savaş haberleri nasıl? ” “Kötü.” Masanın öbür yanından kendisine uzatılan ateşle purosunu yaktı. “Bu ayın on beşinde Amerikan ve Fransız kuvvetleri Akdeniz kıyısına çıkarma yaptılar, iki gün önce de Fransız tankları Paris’e girdi.” Berger bir ıslık öttürdü. “Gelecek durak Ren, desene? ” “Öyle olur sanırım.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir