Paul Auster – Timbuktu

Kemik Bey, Willy’nin bu dünyadaki günlerinin sayılı olduğunu biliyordu. Tam altı aydır öksürüyordu Willy, bu öksürükten yakasını kurtaramayacağı da artık belli olmuştu. Başladığından bu yana en ufak bir iyileşme göstermeden, ağır ağır ve amansızca kendi yolunu çizmişti bu öksürük; şubatın üçünde, ciğerlerin dolu olduğuna işaret eden haϐif bir hışırtı olarak başlamış, yazın ortasında balgam söktüren, hırıltılı kasılmalara, pıhtı kusarak biten sarsıntılara dönüşmüştü. Bunlar da yeterince kötüydü ama son iki haftadır bronşlardaki müziğin tonu değişmiş, gergin, sert ve takırtılı olmuştu; öksürük nöbetleri artık öylesine sıklaşmıştı ki neredeyse biri bitmeden öbürü başlıyordu. Ne zaman bir nöbet gelse Kemik Bey, göğüs kafesine binen basınç yüzünden Willy’nin bedeninin patlamasını bekler olmuştu. Bundan sonra sıra kanamadadır herhalde, diyordu Kemik Bey; sonunda, cumartesi günü öğleden sonra o ölümcül an geldiğinde, sanki Cennetteki bütün melekler ağızlarını açıp hep birlikte şarkı söylemeye başladılar. Washington ‘ı Baltimore’a bağlayan yolun kıyısında dururlarken Willy’nin elindeki mendile topak topak kırmızı şeyler tükürdüğünü Kemik Bey kendi gözleriyle gördü; gördüğü anda da artık hiç mi hiç umut kalmadığını anlayıverdi. Odžlümün kokusu Willy G. Christmas’ın üzerine çökmüştü; nasıl ki güneşin bulutların arasında duran ve her gün yanıp sönen bir lamba olduğu tartışılmazsa Willy’nin sonunun geldiği de o kadar tartışılmazdı. Zavallı bir köpeğin elinden ne gelirdi ki? Kemik Bey, ta küçücük bir yavru olduğu günlerden beri Willy’yle birlikteydi, içinde sahibinin olmadığı bir dünyayı düşünemiyordu bile. Her düşüncesi, her anısı, toprağın ve havanın her zerresi Willy’yle dopdoluydu. Alışkanlıkların silinmesi güçtür, yaşlı köpeklere yeni numaralar öğretilemeyeceği konusundaki mesellerin de gerçek bir yanı var kuşkusuz; ama Kemik Bey’in olacaklardan korkmasının nedeni yalnızca sevgi ya da bağlılık değildi. Varoluşu konusunda kapıldığı dehşetti. Willy’yi dünyadan çekip alın, dünyanın da mutlaka sonu gelirdi. Kemik Bey, o ağustos sabahı Baltimore sokaklarında ölüm döşeğindeki sahibiyle birlikte ayaklarını sürüye sürüye yürürken işte böyle içinden çıkılması güç bir durumun içindeydi.


Yalnız kalan bir köpek, ölü bir köpek demekti, Willy son nefesini verir vermez Kemik Bey’in de bir an önce ölmekten başka bir beklentisi kalmayacaktı. Willy zaten günlerden beri onu bu sona hazırlıyordu, Kemik Bey ne yapacağını ezberlemişti bile: Köpek avcılarından ve polislerden, polis arabalarından ve plakasız otomobillerden, yani şu sözüm ona insan toplumundaki ikiyüzlülerden nasıl uzak duracağını öğrenmişti. Seninle ne kadar tatlı konuşurlarsa konuşsunlar “korumak” sözcüğü tehlikeliydi. Ağlarla ve uyuşturucu iğne atan silahlarla başlar, kafesler ve neon ışıklarıyla dolu bir karabasana dönüşür, sonunda da öldürücü bir iğne ya da bir doz zehirli gazla iş biterdi. Kemik Bey cins bir köpek olsaydı, güzellik yarışmasına katılır gibi ortaya çıkar ve birisi tarafından sahiplenilme şansı olurdu; ancak Willy’nin yoldaşının damarlarında olmayan kan yoktu: Yarı kollier, yarı labrador, yan spanyel, yarı bilinmez bir tür; üstüne üstlük yara bere içindeki derisi kabuk kabuktu, ağzından kötükokular yükseliyor, kan oturmuş gözleri de sürekli hüzünlübakıyordu. Onu kurtarmak isteyecek birinin çıkması olanaksızdı”. O evsiz barksız ozanın dediği gibi, “sonuç baştan belliydi”. Kemik Bey bir çırpıda yeni birine kapılanmazsa daha sonra kimse onun suratına bakmazdı. “Uyuşturucu iğnelerden kurtulmayı başarsan bile,” dedi Willy, Baltimore’daki o sisli sabah vakti düşmemek için bir sokak lambasına tutunurken, “bil ki seni daha binbir şey bekliyor. Seni uyarıyorum, kemo sabe. Ya kendine yeni bir sahip bulursun ya da günlerin sayılıdır. Şu kasvetli sokaklarda çevrene bir bak. Her köşe başında bir Çin lokantası var; sen önlerinden geçerken oradakilerin ağızlarının sulanmayacağını sanıyorsan Doğu mutfağı hakkında bir şey bilmiyorsun, demektir. Onlar köpek etine bayılırlar dostum. Aşçıbaşılar başıboş köpekleri toplayıp mutfağın arkasındaki bölmede kesiverirler – hem de haftada on, yirmi, otuz köpeği.

Yemek listesinde onları ördek ya da domuz diye yutturabilirler ama bu işten anlayanlar neyin ne olduğunu bilirler; gurmeler bunu yutmaz. Bir tabak moo goo gai pan olmak istemiyorsan, şu Çin lokantalarından birinin önünde kuyruğunu sallamadan önce iyice düşünmelisin. Ne dediğimi anlıyor musun Kemik Bey? Düşmanını tanı, sonra da bir adım uzak dur ondan.” Kemik Bey anlamıştı. Willy’nin söylediklerini her zaman anlardı. Kendini bildi bileli böyleydi bu, Amerika topraklarında yedi yıl geçirmiş herhangi bir göçmen kadar iyiydi artık Inǚ giloşçası. Inǚ giloşça ikinci diliydi elbette, annesinin öğrettiği dilden de epeyce farklıydı; telaffuzu biraz bozuksa da, bu dilin sentaksı ile dilbilgisinin inceliklerini adamakıllı öğrenmişti. Kemik Bey’in zekâ düzeyindeki bir hayvan için bu pek tuhaf ya da alışılmadık sayılmamalı. Çoğu köpek, iki ayaklıların dilini oldukça iyi öğrenir ancak Kemik Bey şanslıydı, sahibi kendisine eşit muamele yapıyordu. Ta başından iyi arkadaş olmuşlardı, Kemik Bey’in Willy’nin yalnızca en iyi arkadaşı değil tek arkadaşı olduğunu düşünürseniz, bir de sabah gözünü açtığı dakikadan akşam sarhoş olup kendinden geçtiği dakikaya kadar durmaksızın konuşan tam bir laf manyağı olan Willy’nin kendi sesine hayran olduğunu da unutmazsanız, Kemik Bey’in insanlara özgü dile bu kadar ısınmasının nedeni de açıkça ortaya çıkmış olur. Bütün bunlardan sonra şaşırtıcı olan tek şey, Kemik Bey’in sahibinden daha iyi konuşmayı öğrenmemesiydi. Çaba göstermediğinden değil ama beden yapısı yardımcı olmuyordu buna, kaderin ona uygun gördüğü ağız, diş ve dil yapısıyla elinden gelen en iyi şey, kesik kesik havlamak, gurultular, mırıltılar çıkarmak, iniltili, ne olduğu belirsiz bir sohbete girişmekti. Çıkardığı bu seslerin anlaşılır olmaktan ne kadar uzak düştüğünün ne yazık ki farkındaydı, yine de Willy ona hep söz hakkı tanırdı, zaten önemli olan da buydu. Kemik Bey, canı ne zaman isterse konuşabilirdi, o zaman da sahibi onu dikkatle dinler, insan ırkından biriymiş gibi konuşmaya çabalayan dostunun yüzünü gözlerdi; Kemik Bey’in ağzından çıkan her sözcüğe dikkat ettiğine yemin edebilirdiniz. Oysa Baltimore’daki o kasvetli sabahta, Kemik Bey ağzını açmıyordu.

Birlikte geçirecekleri günlerin, hatta belki de saatlerin sonu gelmişti, uzun konuşmalarla geçirecek zamanları yoktu, lafı uzatacak, saçma sapan konuşacak zamanları da. Odžyle durumlar vardır ki, düşünceli ve disiplinli davranmak gerekir, onların içinde bulundukları sıkıntılı durumda da Kemik Bey’in çenesini tutup iyi ve sadık bir köpek gibi davranması doğru olacaktı. Willy’nin tasmayı boynuna geçirmesine hiç itiraz etmedi. Son otuz altı saattir ağzıma bir lokma bir şey koymadım, diye sızlanmadı da; dişi köpek kokusu almak için havayı koklamadı; her sokak lambasının, her yangın söndürücünün dibinde işemek için durmadı. Willy’nin yanında salına salına yürüdü, Calvert Sokağı 316 numaraya gitmek için boş caddelerden geçerken sahibinin peşinden ayrılmadı. Kemik Bey, Baltimore’dan hoşlanmıyor değildi. Bunca yıldır bulundukları öteki kentlerden pek farkı yoktu Baltimore’un; bu yolculuğa ne için çıktıklarını anlasa da, bir adamın dünyadaki son saatlerini daha önce hiç gitmemiş olduğu bir yerde geçirmeyi tercih ettiğini düşünmek onu üzüyordu. Bir köpek asla böyle ahmakça bir hata işlemezdi. Hayatının muhasebesini yapar, sonra gidip bildiği bir yerde ruhunu teslim etmeye çalışırdı. Oysa Willy’nin ölmeden önce yerine getirmesi gereken iki iş vardı, her zamanki inatçılığıyla, kendisine ancak bir tek kişinin yardımcı olabileceğini kafasına takmıştı. Bu kişinin adı da Bea Swanson’du; bu kadının en son Baltimore’da yaşadığı söylendiği için de onu bulmak üzere Baltimore’a gelmişlerdi. Bütün bunlar iyi hoş da, Willy’ nin planı işlemezse Kemik Bey, bu elmalı kekler ve mermer basamaklar kentine tıkılıp kalacaktı; peki o zaman ne yapacaktı? Telefon edilse yarım dakikada çözümlenecek bir işti bu ama Willy önemli işleri telefonla halletmekten inanılmaz derecede nefret ederdi. Bir garip aleti kaldırıp göremediği biriyle konuşmaktansa günlerce yürümeyi yeğliyordu. Işǚ te böylece tam üç yüz yirmi kilometre yol teptikten sonra şimdi ellerinde bir harita olmaksızın Baltimore’un sokaklarını arşınlıyor, olup olmadığı bilinmeyen bir adresi arıyorlardı.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir