Paul Auster – Kış Günlüğü

Bunun hiç başına gelmeyeceğini, gelemeyeceğini, dünyada bunlardan hiçbirinin başına gelmeyeceği tek kişi olduğunu sanırsın; sonra tıpkı herkese olduğu gibi hepsi teker teker senin de başına gelmeye başlar. Yataktan kalkıp pencereye giderken soğuk yer döşemesine çıplak ayaklarınla basıyorsun. Altı yaşındasın. Dışarıda kar yağıyor ve arka bahçedeki ağaçların dalları bembeyaz oluyor. İş işten geçmeden konuş şimdi ve söyleyecek başka hiçbir şey kalmayıncaya kadar da konuşabilmek umudunu taşı. Ne de olsa zaman azalıyor. Belki de şimdilik hikâyelerini bir yana bırakıp hayatının anımsadığın ilk gününden bugüne kadar bu bedenin içinde yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu incelemeye çalışsan iyi olur. Bir duyusal veriler katalogu. Soluk almanın fenomenolojisi denilebilecek bir çalışma. On yaşındasın; yazın ortasında hava sıcak, bunaltıcı sıcak, öylesine nemli ve sıkıcı ki arka bahçedeki ağaçların gölgesinde oturduğun halde alnın ter içinde. * * * Artık genç olmadığın su götürmez bir gerçek. Tam bir ay sonra altmış dördüne basacaksın; çok ihtiyar sayılmasan da, kimsenin ileri yaşlılık olarak görmeyeceği bir yaşta olsan da, senin yaşına gelmeyi başaramamış olanları düşünmeden edemiyorsun. Bu da hiçbir zaman olamayacak şeylerden biriydi, ama oldu işte. Geçen haftaki fırtınada yüzüne çarpan rüzgâr. Isırıcı soğuğun korkunç acısı ve sen, insanı dayak yemişten beter eden bu fırtınada hangi akla hizmet edip evden çıktığını merak ederek boş sokaklarda dolaşıyorsun; ama dengeni yitirmemeye çabalarken bile o rüzgârın da bir keyfi, tanıdık sokakların beyaz tipi altında bulanıklaşmasının da verdiği bir neşe var.


Fiziksel hazlar ve fiziksel acılar. En öncelikli ve en önemli olan cinsel hazlar; ama bunun yanı sıra yemek ve içmek, sıcak su dolu bir küvette çırılçıplak yatmak, kaşınan bir yeri kaşımak, aksırmak ve osurmak, yatakta fazladan bir saat kalıp keyif yapmak, ilkbahar sonu ya da yaz başında ılık bir öğleden sonra yüzünü güneşe çevirip sıcaklığın tenine yayılmasını hissetmek gibi hazlar da var. Fiziksel haz duyduğun sayısız olay var; bir ya da birkaç kez haz duymadan geçen tek bir gün bile yok; ama fiziksel acılar hiç kuşkusuz çok daha ısrarcı ve inatçı, gövdenin hemen her yeri zaman zaman ağrıya, sızıya maruz kalıyor. Gözler ve kulaklar, baş ve boyun, omuzlar ve sırt, kollar ve bacaklar, boğaz ve mide, bilekler ve ayaklar; bir keresinde de doktorun kulağa bir tür ortaçağ vebası gibi gelen “yağ bezesi” teşhisiyle bir hafta boyunca sandalyeye oturmanı engelleyen kıçının sol yanağındaki o kocaman çıbandan söz etmeye bile gerek yok. Minik bedeninin, yani üç-dört yaşındayken sana ait olan bedenin yere yakınlığı, ayaklarınla başın arasındaki mesafenin kısalığı ve artık farkına varmadığın şeylerin bir zamanlar nasıl hep gözünün önünde olduğu ve aklını kurcaladığı: emekleyen karıncaların ve kaybolmuş bozuk paraların, kırılmış dalların ve ezilmiş şişe kapaklarının, karahindibaların ve yoncaların ufacık dünyası. Özellikle de karıncalar. En iyi anımsadıkların onlar. Toprak tepeciklerinden içeri dışarı gidip gelen karınca sürüleri. Beş yaşındasın, arka bahçedeki karınca yuvasının yanına çömelmiş, altı bacaklı arkadaşlarının gidip gelişlerini dikkatle izliyorsun. Üç yaşındaki komşun, görünmeden ve duyulmadan arkandan yaklaşıyor ve oyuncak bahçe tırmığını kafana indiriyor. Tırmığın dişleri kafanın derisine batıyor, saçlarından ve ensenden aşağı kan süzülüyor; çığlık çığlığa eve koşuyorsun, büyükannen yarana pansuman yapıyor. Büyükannenin annene söylediği sözler: “Baban harika bir insan olabilirdi – eğer şimdikinden farklı olsaydı.” Bu sabah, yatak odasına donuk, grimsi ışık süzdüren bir başka ocak ayı şafağının loşluğunda uyanıyorsun; karının yüzü sana dönük, gözleri kapalı, mışıl mışıl uyuyor, yorganı boynuna kadar çekmiş, görünen tek yeri başı ve sen onunla ilk yatışından otuz yıl sonra, aynı çatının altında, aynı yatakta otuz yıl birlikte yaşadıktan sonra karının hâlâ ne kadar güzel olduğuna, ne kadar genç göründüğüne şaşırıyorsun. Bugün kar daha çok yağıyor, sen yataktan kalkıp pencereye giderken arka bahçedeki ağaçların dalları bembeyaz oluyor. Altmış üç yaşındasın.

Çocukluğundan şu yaşa kadar geçen uzun yolculukta âşık olmadığın neredeyse bir an bile olmadığını fark ediyorsun. Evet, otuz yıldır evlisin; ama ondan önceki otuz yılda kaç karasevda ve tutku, kaç heves ve kovalamaca, kaç aşk hezeyanı ve çılgınca kabaran arzu dalgaları oldu? Kendini bildin bileli Eros’un gönüllü kölesi oldun. Yeniyetmeliğinde âşık olduğun kızlar, yetişkinliğinde âşık olduğun kadınlar, her biri ötekilerden farklı, kimi etine dolgun kimi ince, kimi kısa kimi uzun, kimi kitap kurdu kimi sportmen, kimi içine kapalı kimi dışadönük, kimi Beyaz, kimi Siyah, kimi Asyalı; senin gözünde dış görünüşün hiç önemi olmadı, önemli olan, kadında keşfedeceğin iç parıltı, onu benzersiz kılan kıvılcım, ortaya çıkan kişisel özelliğin ışıltısı; başkaları senin gördüğün güzelliği göremese de onu senin gözüne güzel gösteren işte o ışıktı ve işte o zaman onunla beraber olmak, onun yakınında olmak için yanıp tutuşurdun, çünkü dişi güzellik hiçbir zaman direnemediğin bir şeydi. Ta anaokulundaki ilk günlerinde, uzun sapsarı atkuyruklu kıza âşık olduğun sınıfta, tutulduğun o küçük kızla gizlice bir köşeye çekilip yaramazlık yaptığın için Miss Sandquist ikide birde ceza verirdi, ama o cezalar hiç önemli değildi, çünkü âşıktın ve tıpkı şimdi olduğu gibi o zaman da aşk delisiydin. Yara izlerinin dökümü, özellikle de her sabah tıraş olmak ya da saçını taramak için banyonun aynasına baktığında gözüne çarpan yüzündeki yara izleri. Onları pek aklına getirmiyorsun, ama düşününce onların yaşamın izleri olduğunu, yüzüne işlemiş o çeşit çeşit pürüzlü çizgilerin senin kim olduğunu anlatan gizli alfabenin harfleri olduğunu anlıyorsun; çünkü her çizgi iyileşmiş bir yaranın izi ve her yara dünya ile beklenmedik bir çarpışmada, yani bir kaza yüzünden ya da kazanın tanımı “olmaması gereken bir şey” olduğuna göre olmaması gereken bir şey yüzünden olmuş. Olması mutlak olan olaylara karşı beklenmeyen olaylar; bu sabah aynaya bakarken, önünde sonunda sona ermesi gibi kaçınılmaz bir olay dışında yaşamın baştan sona rastlantılarla, olasılıklarla dolu olduğunu fark ediyorsun. Üç buçuk yaşındasın ve yirmi beş yaşındaki hamile annen, Newark’un şehir merkezindeki bir büyük mağazaya alışverişe giderken seni de yanında götürüyor. Annenin, senin gibi üç buçuk yaşında oğlu olan bir arkadaşı da sizinle geliyor. Bir ara sen ve küçük yoldaşın annelerinizin elinden kurtulup mağazanın içinde koşmaya başlıyorsunuz. Orası müthiş büyük bir alan, hiç kuşkusuz o âna kadar ayak bastığın en büyük oda ve böyle devasa bir kapalı arenada çılgınca koşabilmenin elle tutulur bir heyecanı var. Sonunda sen ve o oğlan karınüstü yatıp kaygan zeminde kaymaya, bir anlamda kızaksız kızak kaymaya başlıyorsunuz; bu oyun öylesine eğlenceli oluyor, öylesine baş döndürücü bir haz veriyor ki, giderek daha da pervasızlaşıyorsunuz, yönelimleriniz daha da cüretkâr oluyor. Mağazanın inşaatı ya da onarımı süren bir bölümüne geliyorsunuz ve karşınıza ne gibi engeller çıkacağını hiç düşünmeden yine karınüstü yere yatıp dosdoğru ahşap bir marangoz tezgâhına yaklaştığınızı fark edinceye kadar cam gibi zeminde kayıyorsunuz. Küçük gövdeni biraz kıvırarak karşında heyula gibi yükselen tezgâhın ayağına çarpmaktan kurtulabileceğini sanıyorsun, ama rotanı değiştireceğin o bir an içinde, tezgâhın ayağından çıkan ve suratının hizasına gelecek kadar uzun çiviyi fark etmiyorsun; sen duramadan kayıp geçerken o çivi sol yanağını deliyor. Suratının yarısı yırtılıyor.

Altmış yıl sonra kazayı anımsamıyorsun. Koştuğunu, karınüstü yatıp kaydığını anımsıyorsun; ama duyduğun acıdan, akan kandan, alelacele hastaneye götürülmenden ve yanağına dikiş atan doktordan hiçbir şey kalmamış aklında. Annen doktorun çok iyi iş çıkardığını söylerdi hep ve ilk gözağrısının suratının yarıldığını görmenin travmasını bir türlü atlatamadığı için de bunu ikide bir yineleyip dururdu: Hasarı en aza indiren ve seni ömrünün sonuna kadar sakat kalmaktan kurtaran bir tür çift dikişten söz ederdi. “Gözünü kaybedebilirdin,” ya da daha dramatik bir edayla, “Ölebilirdin,” derdi. Çok haklıydı. Yara izi, yıllar içinde giderek soluklaştı, ama ne zaman baksan görebiliyorsun ve o şans işaretini (gözüne bir şey olmadı! ölmedin!) mezara kadar taşıyacaksın. Yarılmış kaş izleri, biri sağda biri solda, neredeyse tamamen simetrik; birincisi ilkokulda jimnastik dersinde yakantop oynarken tuğla duvara toslayınca oldu (tam da o sıralarda unvan maçında Sugar Ray Robinson’a yenilen boksör Gene Fullmer’ın fotoğrafını anımsatan şişmiş ve morarmış bir gözle gezmiştin günlerce); ikincisi de yirmilerindeyken açık sahadaki bir basket maçında potaya koşarken arkandan faul yapılınca pota direğine çarptığında oldu. Çenende nasıl olduğunu bilmediğin bir iz daha var. Büyük olasılıkla küçükken düşüp kaldırıma kapaklandığın ya da bir taşa çarptığın zaman açılan yaranın, sabahları tıraş olurken hâlâ görünen izi. Bu ize eşlik eden bir hikâye yok, annen de bundan hiç söz etmedi (en azından böyle bir şey anlattığını anımsamıyorsun); bu kalıcı çizginin olsa olsa “görünmez bir el”le yüzüne çizilmesini, bedeninin tarihe geçmemiş olaylara sahne olmasını şaşırtıcı olmasa bile, tuhaf buluyorsun. 1959 Haziranı. On iki yaşındasın ve altıncı sınıftaki arkadaşlarınla birlikte beş yaşından beri gittiğin ilkokuldan mezun olmak üzeresin. Hava çok güzel, ilkbahar sonunun en parlak hali, güneş ışığı bulutsuz, masmavi gökten iniyor, sıcak ama bunaltıcı değil, nem çok az, hafif bir esinti yüzünde, çıplak boynunda ve kollarında dalgalanıyor. Okuldan çıkar çıkmaz beyzbol oynamak için arkadaşlarınla Grove Park’a gidiyorsun. Grove Park, parktan çok bir çeşit köy çayırına benziyor, dört yanı evlerle kuşatılmış, bakımlı çim kaplı büyük bir dikdörtgen, hoş bir yer, küçük New Jersey kasabanızın halka açık en güzel yerlerinden biri; arkadaşlarınla okuldan sonra beyzbol oynamak için sık sık oraya gidiyorsun, çünkü beyzbol en sevdiğin şey ve bıkıp usanmadan saatlerce oynuyorsun.

Yetişkinler yok. Kurallarınızı kendiniz belirliyorsunuz, anlaşmazlıkları kendi aranızda –çoğunlukla sözcüklerle, arada bir de yumruklarla– çözüyorsunuz. Aradan elli yıldan fazla zaman geçince, o öğleden sonraki oyunla ilgili hiçbir şey kalmamış aklında; ama şunları anımsıyorsun: Maç bitmiş, sahanın ortasında tek başına durmuş kendi kendine top tutma oyunu oynuyorsun, yani topu var gücünle havaya atıp yukarı çıkışını ve eldiveninle yakaladığın âna kadar aşağı inişini seyrediyorsun, yakaladığın anda da topu yeniden yukarıya fırlatıyorsun, her seferinde de top bir öncekinden daha yukarı çıkıyor ve birkaç atıştan sonra hiç görmediğin kadar yükseklere çıkıyor, saniyelerce gökyüzünde kalıyor, beyaz top masmavi gökyüzüne yükseliyor, sen de bütün varlığını bu ahmakça işe veriyorsun, bütün dikkatini buna odaklıyorsun, top ve gökyüzü ve eldiven dışında hiçbir şey yok gözünde; yüzün göğe çevrili, topun seyrini izlerken sürekli yukarıya bakıyorsun, o yüzden de yerde olanların farkında değilsin; yerde olanlara gelince, bir şey ya da biri bir anda olanca hızıyla sana çarpıyor ve çarpışmanın etkisi öyle ani, öyle şiddetli, öyle güçlü ki, tank çarpmış gibi bir anda kendini yerde buluyorsun. Darbe başına, özellikle de alnına geldi, ama gövden de sarsıldı; sersemlemiş ve neredeyse yarı baygın bir halde soluk almaya çalışarak yerde yatarken alnından kan aktığını, akmak da değil fışkırdığını görüyorsun, yaraya bastırmak için tişörtünü çıkarıyorsun ve göz açıp kapayana kadar beyaz tişört kıpkırmızı oluveriyor. Öteki çocuklar paniğe kapılıyorlar. Yardım edebilmek için sana doğru koşuyorlar ve sen ne olduğunu ancak o zaman anlayabiliyorsun. Anlaşılan sizin gruptan, arkadaş canlısı, iyi kalpli, B.T. adında (adını anımsıyorum, ama sağ olduğunu varsayarak mahcup etmemek için açıklamıyorum) bir geri zekâlı, senin göğe yükselen atışlarından öylesine etkilenmiş ki, o da oyuna katılmayı ahmak kafasına koyup senin attığın topu tutmak için, yukarıya bakarak, ağzı bir karış açık (başka hangi sersem koşarken ağzını açar) koşmaya başlamış, bir saniye sonra o hızla sana çarpınca ağzı açık olduğu için dişleri doğruca senin kafana geçmiş. O yüzden kafandan kan fışkırıyor, o yüzden sol gözünün üstündeki yarık o kadar derin. Neyse ki aile doktorunuzun muayenehanesi hemen karşıda, Grove Park’ın sınırlarını çizen evlerden birinde. Çocuklar seni derhal oraya götürmeye karar veriyorlar, kanlı tişörtünü başına bastırarak, onlarla, şimdi tam olarak anımsamıyorsun, belki dört, belki altı arkadaşınla birlikte parkı geçip Dr. Kohn’un ofisine dalıyorsunuz. (Tıpkı anaokulu öğretmenin Miss Sandquist’in ya da çocukluğundaki öğretmenlerden hiçbirinin adını unutmadığın gibi, doktorun adını da unutmadın.) Sekreter sana ve arkadaşlarına, Dr.

Kohn’un başka bir hastaya bakmakta olduğunu söylüyor ve kadın acil bir vaka geldiğini doktora haber vermek üzere ayağa kalkmaya vakit bulamadan, arkadaşlarınla sen kapıyı vurmak zahmetine bile katlanmadan muayene odasına dalıyorsunuz. Dr. Kohn’un üzerinde yalnızca sutyeni ve külotuyla muayene masasında oturan orta yaşlı, şişmanca bir kadınla konuştuğunu görüyorsunuz. Kadın şaşkınlıkla çığlık atıyor; ama doktor başından fışkıran kanı görünce kadına giyinip gitmesini, arkadaşlarına da odadan çıkmalarını söylüyor, sonra çabucak yaranı dikmeye koyuluyor. Anestezi yapacak zaman olmadığı için dikiş atılması canını yakan bir işlem, ama doktor dikişleri derine geçirirken haykırmamak için elinden geleni yapıyorsun. Dr. Kohn belki 1950’de yanağına dikiş atan doktor kadar iyi iş çıkaramıyor; yine de kan kaybından ölmediğin ve artık kafanda bir delik kalmadığı için gerekli sonucu sağlamış oluyor. Birkaç gün sonra sen ve altıncı sınıftaki arkadaşların ilkokulu bitirme törenine katılıyorsunuz. Sen bayraktar seçildin, yani Amerikan bayrağını taşıyarak toplantı salonundan geçecek ve bayrağı sahnedeki yerine yerleştireceksin. Başında beyaz sargı var ve hâlâ dikişlerinden arada bir kan sızdığı için gazlı bezin üzerinde büyük bir kırmızı leke oluşuyor. Törenden sonra, annen elinde bayrakla yürürken ona yaralı bir Devrim Savaşı kahramanının portresini anımsattığını söylüyor. “Tıpkı,” diyor, “76 Ruhu gibiydin.” 1 * * * Üzerine gelen şey, her zaman sana baskı yapmış, ezmiş olan şey, dışarısı, yani hava, daha kesin belirtmek gerekirse çevreni saran hava içindeki senin bedenin. Tabanların yere basıyor, ama geri kalan her yanın havayla sarılmış; işte senin hikâyen orada, gövdende başlıyor ve her şey yine gövdende bitecek. Şu anda rüzgârı düşünüyorsun.

Daha sonra, eğer zaman kalırsa, sıcağı ve soğuğu, yağmurun sonsuz çeşitlerini, gözsüz biri gibi sendeleyerek içinden geçtiğin sisleri, Var’daki evin çatı kiremitlerine makineli tüfek gibi çılgınca inen doluları da düşüneceksin. Ama şu anda senin dikkatini çeken şey rüzgâr, çünkü havanın kıpırtısız olması çok enderdir ve arada bir seni kuşatan hiçliğin belli belirsiz soluğu dışında, hafif esintiler ve meltemler, boralar, ani fırtınalar, o çatısı kiremitli evdeyken gördüğün aralıksız üç gün süren karayeller, Atlas Okyanusu kıyısı boyunca kuzeydoğudan esen soğuk rüzgârlar, fırtınalar, kasırgalar, hortumlar var. İşte sen, yirmi bir yıl önce, katılmaya söz verdiğin ve iptal edildiğini bilmediğin bir etkinliğe gitmek üzere sonradan “yüzyılın fırtınası” diye adlandırılacak fırtınada Amsterdam sokaklarında yürüyorsun; bu öylesine şiddetli bir kasırga ki, dışarı çıkmak gafletinde bulunduğun bir saat içinde kentin her tarafında ağaçlar kökünden kopacak, bacalar yere devrilecek, park etmiş arabalar yükselip havada uçacak. Yüzünü rüzgâra vererek kaldırımda yürümeye çalışıyorsun, ama gitmek istediğin yere varmak için gösterdiğin bütün çabaya karşın yerinden kıpırdayamıyorsun. Rüzgâr içine işleyerek seni itiyor ve bir buçuk dakika boyunca olduğun yerde kalakalıyorsun. * * * Bundan on üç ocak önce, saatte yüz mil hızla esen bir başka kasırgayı izleyen gece, son iki aydır yönetmekte olduğun filmin son gecesi, son sahnesi, son karesi, kamerayı başroldeki kadın oyuncunun eldivenli eline sabitleyip onun tek bir bilek hareketiyle elindeki taşı Liffey’nin sularına bırakışı çekilirken sen ellerini Dublin’in Ha’Penny Köprüsü’ne 2 dayamış duruyorsun. İşin hiçbir zorluğu yok, bütün filmde hiçbir kare bunun kadar az çaba ve yaratıcılık gerektirmedi; ama (bütçe sorunları, sendika sorunları, mekân sorunları, hava koşullarının yarattığı sorunlar gibi) sayısız sorunla boğuşarak gerçekleşen prodüksiyonun dokuz haftalık tüketici çalışması sonunda filme başladığından bu yana yedi kilo vermiş olarak, rüzgârlı gecenin nemli karanlığında çekim ekibiyle birlikte saatlerdir köprünün üzerinde dikilip durunca o rutubetli ve buz gibi İrlanda havası iliklerine işledi ve son kareden önce bir anda ellerinin donmuş olduğunu, parmaklarını oynatamadığını, ellerinin iki buz kalıbına dönüştüğünü fark ediyorsun. Niye eldiven giymiyorsun, diye soruyorsun kendine; ama köprüye gitmek üzere otelden çıkarken eldivenler aklına gelmediği için bu sorunun yanıtı yok. Son kareyi bir kez daha çekiyorsunuz, sonra sen, filmin yapımcısı, baş kadın oyuncusu, onun sevgilisi ve ekipten daha birkaç kişi biraz ısınmak ve filmin bitmesini kutlamak için yakındaki bir bara gidiyorsunuz. Bar tıklım tıkış dolu, kendinden geçercesine coşarak öne arkaya sallanan gürültücü bir kalabalığın doldurduğu bir rabarba 3 kayıt odasına benziyor; ama arkadaşlarınla senin için bir masa ayrılmış, böylece oturabiliyorsunuz ve gövden sandalyeye değdiği anda bitkinliğini, fiziksel enerjinin de tinsel enerjinin de tükenmiş ve aklının almayacağı kadar yorulmuş olduğunu fark ediyorsun; öylesine sıfırı tüketmişsin ki, her an bir ağlama nöbetine girecekmişsin gibi geliyor. Bir viski söylüyorsun, kadehi alıp dudaklarına götürürken parmaklarını yeniden oynatabildiğini görüp yürekleniyorsun. İkinci bir viski söylüyorsun, sonra üçüncüyü, sonra dördüncüyü ve bir anda uykuya dalıveriyorsun. Etraftaki onca gürültü patırtıya karşın, iyi kalpli yapımcının seni ayağa kaldırıp yarı sürükleyerek, yarı sırtlanarak oteline götürünceye kadar da mışıl mışıl uyuyorsun. Evet, içkiyi de sigarayı da çok içiyorsun, birkaç dişini kaybettin, yerlerine de diş yaptırma zahmetine girmedin, yiyip içtiklerin çağdaş beslenme mantığının koşullarına uymuyor; sebze yememenin tek nedeni sebze sevmeyişin, sevmediğin şeyleri yemek olanaksız olmasa da zoruna gidiyor. Karının senin için, özellikle de içkin ve sigaran yüzünden kaygılandığını biliyorsun; neyse ki şimdiye kadar çektirdiğin hiçbir röntgen ciğerlerinde, hiçbir kan tahlili de karaciğerinde tahribat olduğunu göstermedi; o yüzden sonunda ciddi zarar vereceğini bile bile kötü alışkanlıklarını sürdürüyorsun, yaşlandıkça da yıllardır sana o kadar haz vermiş olan küçük purolarını ve sık sık içtiğin şarabı bırakma isteğin de, cesaretin de azalıyor; bazen bu şeyleri hayatından bu kadar geç yaşta çıkarırsan gövdenin paramparça olacağını, yaşamsal mekanizmanın çalışamayacağını düşünüyorsun.

Hiç kuşkusuz sakat ve yaralı bir insansın, ta baştan beri içinde yara taşıyan birisin (yoksa ne diye bütün ömrünü sayfaların üzerine o yaranın kanını akıtırcasına sözcükler dökerek geçiresin?); alkol ve tütünden aldığın haz sakat bedenini ayakta tutup dünyayı dolaşmanı sağlayan koltuk değnekleri işlevini görüyor. Karının dediği gibi, “kendi kendini tedavi ediyorsun.” Annenin annesinin tam tersine, karın senin değişmeni istemiyor. Zaaflarına hoşgörü gösteriyor, öfkelenmiyor, seni azarlamıyor ve eğer kaygılanıyorsa, senin sonsuza kadar yaşamanı isteği için kaygılanıyor. Bunca yıldır onunla birlikte oluşunun nedenlerini sayarken, o nedenlerden biri de, karının uzun ömürlü aşk takımyıldızının kesinlikle en parlak yıldızlarından biri olan bu tutumu. Öksürdüğünü söylemeye bile gerek yok tabii; özellikle de geceleri, gövden yatay konumdayken öksürüyorsun; nefes borunun iyice tıkandığı geceler, yataktan kalkıp başka bir odaya gidiyor ve balgamı söküp atıncaya kadar deli gibi öksürüyorsun. Arkadaşın Spiegelman (tanıdığın en tutkulu tiryaki), kendisine neden sigara içtiğini soranlara, şu şaşmaz cevabı veriyormuş: “Çünkü öksürmeyi seviyorum.” 1952. Beş yaşındasın, artık kendi kendine yıkanacak kadar büyüdüğün için tek başına, çırılçıplak banyo küvetindesin ve ılık suda sırtüstü yatarken penisin birden hazırola geçip suyun içinden başını çıkarıyor. Şimdiye kadar penisini sadece ayakta durup aşağıya bakarken görmüştün; oysa şimdi aşağı yukarı göz hizasında olan yeni bakış açısından bakınca sünnetli erkeklik organının ucunun tıpkı miğfere benzediğini fark ediyorsun. Eski moda bir miğfere, hani on dokuzuncu yüzyıl sonlarında itfaiyecilerin giydiği miğferlere benziyor. Bu keşif hoşuna gidiyor; çünkü yaşamının o döneminde en büyük arzun, büyüyünce yeryüzündeki en kahraman meslek saydığın (zaten de öyle) itfaiyeci olmak; vücudunun, hem de bir hortuma benzeyen ve o işlevi gören bir organının minyatür bir itfaiyeci miğferiyle taçlandırılmış olması bu arzuya nasıl da uygun düşüyor. Ömrün boyunca yaşadığın sayısız sidik zorlamaları; idrar keseni boşaltmak için kıvrım kıvrım kıvrandığın ve tuvalet bulamadığın nice olay, örneğin tıkanmış trafiktesin ya da aheste aheste ilerleyen metro vagonunda; “çişini tutmak” için kendini zorlamanın verdiği o dayanılmaz ıstırap. Bu hiç kimsenin sözünü etmediği, ama herkesin günün birinde o noktaya geldiği evrensel bir çözümsüzlük; herkesin başına gelmiştir bu ve insanların çektiği acıların idrar kaçırmak kadar gülünç başka bir örneği yoksa da, insan işeyip rahatlamadan önce bu olaya gülmekten kaçınır; çünkü üç yaşından yukarı olan kim ortalık yerde altına kaçırmak ister? O yüzden, bir arkadaşının ölüm döşeğindeki babasının şu sön sözleri hiç aklından çıkmaz: Adam, “Unutma Charlie,” demiş, “işemek için hiçbir fırsatı kaçırma.” Çağların bilgeliği işte böyle kuşaktan kuşağa aktarılıyor.

Yine 1952, kız kardeşinin doğduğu gün babanın eve getirdiği 1950 model mavi De Soto’nun arka koltuğundasın. Arabayı annen kullanıyor; epeydir yoldasınız, nereden gelip nereye gittiğinizi hatırlamıyorsun, ama dönüş yolundasınız ve eve varmanıza olsa olsa onon beş dakika var; biraz önce çişin geldi, idrar torbandaki baskı giderek artıyor, arka koltukta kıvranmaya başladın, daha ne kadar tutabileceğini kestiremeden elini pipinin üstüne bastırıyorsun. Annene, sıkıştım diyorsun, annen de on dakika daha sabretmeni söylüyor. Hayır, diyorsun, daha fazla tutamayacağını söylüyorsun. Annen, öyleyse burayla ev arasında duracak hiçbir yer olmadığına göre altına yap, diyor. Bu, öyle radikal bir fikir, bin zorlukla kazandığın erkeksi bağımsızlığına öylesine bir ihanet gibi görünüyor ki, annenin söylediklerine inanamıyorsun. Altıma mı yapayım, diyorsun. Evet, altına yap, diyor. Ne fark eder? Eve gider gitmez üstünü başını yıkarız. Ve olan oluyor; annenin kesin ve belirgin onayıyla son kez altına işiyorsun.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir