Viktor Pelevin – Omon Ra

Yeryüzünün en sınır tanımaz ve yaratıcı romancılarından Pelevin bu kez uzaya el atıyor. Sovyet Uzay Programı üzerine acımasız bir hiciv ve tek hayali kozmonot olup uzaya çıkmak olan Omon’un kara mizahla yüklü öyküsü. Fantastik yazının eşsiz örnekleriyle tüm dünyada büyük ilgi uyandıran Viktor Pelevin, saçmalığı estetik sınırlarına vardıran ve eleştirmenlerin Gogol ve Bulgakov’un eserleriyle kıyasladığı şaşırtıcı bir yapıtla bir kez daha Türkçe’de. Yazın tarihinin unutulmayacak serüvenlerinden biri için geri sayım başlıyor. Rus Evreni’nin Kahramanları için 1 Omon, çok sık rastlanan bir isim olmamakla birlikte, muhtemelen en iyisi de değildir. Fikir babama aitti. Bütün hayatı boyunca polislik yapmıştı ve benim de polis olmamı istiyordu. İçki içtiği zamanlarda, “Beni dinle, Ommy,” derdi. “Eğer böyle bir isimle polis olursan… sonra bir de Parti’ye katılırsan…” Arada bir insanlara ateş ettiği olduysa da, babam aslında cani ruhlu biri değildi. Güler yüzlüye sıcak bir kişiliği vardı. Beni çok severdi; hayatın kendisine bahşetmediklerini hiç değilse bana vereceğini umardı. Asıl isteği, Moskova civarında küçük bir toprak parçası edinerek, orada pancar ve sâlatalık yetiştirmekti – pazarda satmak, hatta yemek için bile değil; beline kadar soyunup toprağı belleyerek, kıvrılıp bükülen kızıl solucanların ve toprağın altındaki diğer canlıların hareketlerini izlemekti niyeti. Bu sayede, el arabalarına doldurduğu gübreyi tatil köyünün bir ucundan öbür ucuna taşıyabilir ve diğer insanların bahçe kapılarının önünde durarak onlarla şakalaşabilirdi. Bunlardan hiçbirini elde edemeyeceğini anladığında, Krivomazov kardeşlerden hiç değilse birinin uzun ve mutlu bir hayat süreceğini umut etmeye başladı (babamın bir diplomat olarak yetiştirmek istediği büyük abim Ovir, on bir yaşında menenjitten ölmüştü ve onun hakkında tek hatırladığım, alnında dikdörtgen şeklinde uzun bir doğum lekesi olduğudur). Babamın benim adıma yaptığı planlar bana gerçek bir güven telkin etmeyi başaramadı – ne de olsa, kendisi Parti’liydi ve Matvei gibi mükemmel bir Rus ismi vardı; ancak tüm çabaları karşılığında tek kazandığı, küçük bir emekli aylığı ile yalnız ve sarhoş bir ihtiyarlıktan ibaretti.


Annemi çok iyi anımsamıyorum. Onunla ilgili aklımda kalan tek hatıra, tabancasını kılıfından çekmeye çalışan üniformalı sarhoş babamm ellerine yapışıp, saçları darmadağın olmuş bir halde “Matvei, kendine gel!” diye bağırmasıdır. Annem ben çok küçükken öldü, ben de teyzelerimden biri tarafından büyütüldüm. Hafta sonları babamı görmeye giderdim. Genellikle öfkeli ve sıkıntılı bir hali olurdu; çok gururlandığı madalyası ise, lekeli pijamasının üzerinde yamuk bir şekilde asılı dururdu. Odasında kötü bir koku vardı ve duvarda da, sırtüstü yatmış Adem’in üzerinde süzülen sakallı bir Tanrı’nın kudretli elini narin insanoğlununkine dokunmak üzere uzatışının tasvir edildiği, Michelangelo’nun ‘Yaratılış’ adlı freskinin bir röprodüksiyonu asılıydı. Bu resmin babamın üzerinde şaşılacak derecede derin bir etkisi vardı, belli ki geçmişten bir şeyler hatırlatıyordu ona. Babam çekyat divanm üstünde horlarken, ben de genellikle odasında yere oturur ve oyuncak trenle oynardım. Zaman zaman uyanır ve gözlerini kısarak bir süre dikkatle bana bakardı. Sonra divanın kenarından aşağı sarkar ve bir koluyla yerden destek alarak, sıkmam gereken iri ve damarlı bir el uzatırdı bana. “Pekâlâ, soyadın ne?” “Krivomazov,” diye yanıtlardım, mahcup bir gülümsemeyi taklit ederek. Başımı okşar ve bana şeker verirdi; bütün bunları o kadar ruhsuz bir tavırla yapardı ki, itici bile bulmazdım. Teyzem hakkında söyleyebileceğim pek bir şey yok gibi – bana karşı oldukça ilgisizdi. Boş zamanlarımın büyük bir kısmını genç öncüler için düzenlenen çeşitli yaz kamplarında ve uzun dönem gündüz okullarında geçirmemi sağlamak için elinden geleni yapardı. Çocukluğumla ilgili hatırladığım her şey, şu veya bu şekilde, gökyüzünü düşlemekle bağlantılı.

Tabii ki, yaşantımın başlangıcı bunlardan ibaret değildi. Daha öncesinde, başka çocuklarla ve yerlere gelişigüzel saçılmış büyük plastik küplerle dolu uzun ve aydınlık bir oda vardı; tahta kaydırağın, hevesli bir aceleyle zar zor tırmandığım buz tutmuş basamakları vardı; avluda ayazdan çatlamış, boyalı alçıdan yapılmış genç dağcı modelleri ve daha pek çok şey vardı. Ancak, bütün bunları gören kişinin kendim olduğunu söyleyemem; kişi, çocukluğunun ilk zamanlarında (belki ölümden sonraki gibi) bütün yönlere aynı anda yayılır, öyleyse henüz var olmadığını söyleyebiliriz – kişilik, daha sonraki evrelerde, belli bir yöne bağlılık belirdiğinde ortaya çıkar. Oturduğum yer, ‘Cosmos’ sinemasından uzakta değildi. Gittikçe incelen bir sütun oluşturan katı titanyum dumanının üstünde, yere saplanmış devasa bir pala gibi dikilen madeni bir füze, mahallemizi hâkimiyeti altına almıştı. Ancak işin tuhafı, kişiliğimin başlangıcını bu füze değil, oturduğum binanın yan tarafındaki küçük çocuk parkında bulunan tahta uçak belirlemişti. Aslında tam manasıyla uçağa benzemiyordu; daha ziyade, iki pencereli bir oyun eviydi. Bir tamirat sırasında, yıkılan bir tahta perdenin tahtalarından yapılma bir çift kanat ve bir kuyruk çakılmıştı üzerine. Daha sonra da, her yanını yeşile boyamışlar ve birkaç tane büyük, kırmızımsı yıldızla süslemişlerdi. İçine iki ya da üç kişi sığabilirdi. Küçük üçgen penceresi askerlik şubesinin duvarına bakan, ufak bir çatı odası vardı – parkta oynayan çocukların yazılı olmayan bir anlaşması gereği, bu çatı odası pilot kabini kabul edilirdi ve uçak vurulduğunda, dışarı ilk atlayanlar uçağın gövde kısmında oturanlar olurdu. Pilot ise ancak daha sonra, yeryüzü artık iyice gürleyerek pencerelere doğru yaklaşırken arkalarından atlayabilirdi – eğer vakit bulabilirse tabii. Ben her zaman pilot olmaya çalışırdım. Tüylü menekşelerin ve tozlu kaktüslerin umutsuzca pencerelerinden bakındığı askerlik şubesinin tuğla duvarı olması gereken yerde, gökyüzünü, bulutları ve altımızdan süzülüp geçen Yeryüzü’nü sahiden görebilirdim. Havacılarla ilgili filmlere bayılırdım ve bu filmlerden biri çocukluğumun en güçlü deneyiminin kaynağı olmuştu.

Karanlığın bütün evreni kapladığı bir aralık gecesi, teyzemin televizyonunu açtığımda, kanatları salman, yan tarafında bir maça ası, gövdesinde de haç bulunan bir uçak belirdi ekranda. Televizyona doğru eğildim ve tam o anda, kabin bölmesinin yakın plan görüntüsü ekranı kapladı. Kalın camların ardında, tam olarak insana benzemeyen bir surat, sert plastikten yapılma pırıl pırıl kulaklıktan olan bir başlığın ve kayakçılarınkini andıran koruyucu gözlüğün altından gülümsedi. Pilot, uzun siyah yenli bir eldivenle örtülü elini kaldırarak bana doğru salladı. Ardından, başka bir uçağın iç kısmının görüntüsüyle doldu ekran: İçi kürklü paltolar giymiş iki havacı, birbirinin tıpatıp aynı kontrol kollarının başında oturmuş, metal çerçeveli pleksiglasın ardına dikkatle bakarak, bir düşman uçağının döne döne yan taraflarından yaklaşmasını izliyorlardı. Havacılardan biri ötekine, “M-109,” dedi. “Bizi düşürecekler.” Kemikleri çıkık, yakışıklı bir yüzü olan öbürü başıyla onayladı. “Bunu senin aleyhinde kullanmam,” dedi, besbelli yarım kalmış bir konuşmayı kaldığı yerden sürdürerek. “Ancak sakın unutma: Dua et de Varya’yla aranızdaki şu şey ömür boyu sürsün… Mezara dek!” Bu noktada, ekrandaki olaydan koptum. Ani bir düşünceyle sarsıldım; hatta bir düşünce bile değil, düşüncenin hafifçe belirmiş gölgesiydi adeta -sanki asıl düşünce, yalnızca ucundan dokunarak, zihnimi ıskalayıp geçmiş gibiydi- daha demin, ekrana baktığım o kısacık süre içinde, içi ldirklü paltolar giymiş iki havacının oturduğu kabinden dünyayı görebildiysem, buna ya da başka bir kabine televizyonun yardımı olmadan girmeme hiçbir şey engel olamazdı. Çünkü uçuş, bir duygu kümesinden başka bir şey değildir. Daha şimdiden taklit etmeyi öğrendiğim en önemli şeydi bu, kırmızı yıldızlarla süslü kanatlı barakanın “çatı odasında oturup, aslında gökyüzü olması gereken yerdeki askerlik şubesinin duvarına bakarak, kısık sesle vızıltılar çıkarırken öğrendiğim bir şey. Bu belli belirsiz kavrayış beni öylesine sarstı ki, filmin geri kalan kısmını pek dikkat göstermeden izledim. Ancak ekran duman izleriyle dolduğu ya da yerde duran bir dizi düşman uçağı bana doğru havalandığı zaman, televizyon gerçeğine geri dönüyordum.

“Demek oluyor ki,” diye geçirdim içimden, “bir uçaktan dışarı bakarmışçasına, kendi içimden de dışarı bakabilirim. Dışarıya nereden baktığının pek bir önemi yok, önemli olan ne gördüğün…” O andan sonra, kışın caddelerde gezinirken, bir uçağın içinde karla kaplı tarlalar üzerinde uçtuğumu düşledim; bir köşeyi dönerken başımı yana doğru eğerdim ve dünya da uysallıkla sağa ya da sola yatardı. Yine de, tam bir katiyetle kendim olarak adlandırabileceğim kişi, sonradan ve yavaş yavaş şekillendi. Sanırım gerçek kişiliğimi, gökyüzünün ince mavi tabakasının ötesindeki karanlık uzay boşluğunu hedefleyebileceğim! anladığımda hissetmiştim ilk kez. Aynı kış mevsimiydi. Bir akşam, Moskova’nın başka bir köşesindeki İktisadi İcraat Sergisi civarında geziniyordum. Karla kaplı boş ve karanlık bir sokakta yürümekteydim. Birdenbire, sol tarafımdan gelen ve kocaman bir telefonun çalışını andıran o vızıltıyı duydum. Döndüm – ve onu gördüm. Sanki bir koltuktaymışçasına arkasına yaslanarak oturmuştu boşlukta. Yavaşça öne doğru eğiliyor ve arkasındaki borular da tıpkı onun gibi ağır ağır aynı doğrultuda hareket ediyordu. Başlığının siyah camı üzerinde ışıldayan tek yer, üçgen şeklindeki parlak bir noktaydı; ancak beni görebildiğini biliyordum. Yüzyıllardır ölü olmalıydı. Kendine güvenli bir tavırla kollarını yıldızlara doğru uzatmıştı ve bacaklarının herhangi bir yardıma ihtiyaç duymadığı öylesine belliydi ki, insana gerçek özgürlüğü yalnızca ağırlıksız olmanın verebileceğini ilk ve son kez olarak kavramıştım – sırası gelmişken, şu Batılı radyo seslerinin ve muhtelif Soljenitsinler tarafından yazılmış tüm o kitapların hayatım boyunca bana sıkıntıdan başka bir şey vermemiş olmasının sebebi de budur. Yüksek sesle ifade edemesem de, birkaç saniyeliğine bile olsa bir araya gelen her insan grubunu, aralarındaki en rezil ve en aşağılık bireyi bağnazca taklit etmeye sessiz bir tehditle zorlayan devletten nefret ederdim; ama banş ve özgürlüğün yeryüzünde elde edilemeyeceğini anladıktan sonra, ruhum yukarılara çıkma arzusuyla doldu.

Seçtiğim yolun gerektirdiği hiçbir şey vicdanımla ters düşmüyordu artık; çünkü vicdanım beni uzayın derinliklerine çağırıyor ve yeryüzünde olup bitenler pek ilgisini çekmiyordu. Karşımda gördüğüm, bir sergi pavyonunun duvarındaki tanıtım mozaiğiydi. Uzaydaki bir kozmonotun resmiydi yalnızca, ancak bana o güne dek okuduğum düzinelerce kitaptan daha çok şey anlatmıştı bir an içinde. Birinin bana baktığım aniden hissedene kadar, orada durup onu seyrettim. Dönüp baktığımda, arkamda benim yaşlarımda ve epey tuhaf kılıklı bir oğlan gördüm. Sert plastikten yapılmış parlak kulaklıkları olan deri bir başlık takmıştı ve boynunda da plastik bir yüzücü gözlüğü asılıydı. Benden biraz daha uzun boylu ve muhtemelen birkaç ay büyüktü. Projektörün aydınlattığı alana girdiğinde siyah eldivenli elini kaldırarak dudaklarına soğuk bir gülümseme kondurdu ve bir an için, üzerinde maça ası bulunan o savaş uçağının kabinindeki havacı karşımda duruyor sandım. Adı Mitiok’tu. Farklı okullara gittiğimiz halde, birbirimize yakın oturduğumuz ortaya çıktı. Mitiok’un birçok konuda kuşkuları vardı ama bir şeyden çok emindi. Öncelikle pilot olacağını, sonra da Ay’a gideceğini biliyordu. 2 İnsanın sık sık başından geçen ama fazlaca üzerinde durulmayan sıradan olayların akışı ile hayatın genel hatları arasında ilginç bir ilişki olduğu aşikardır. Yaşamıma nasıl bir yön vereceğim konusunda henüz ciddi ciddi düşünfneye bile başlamadan önce, her şeyin çoktan belirlenmiş olduğunu şimdi gayet iyi anlayabiliyorum. En basit haliyle anlık bir görüntüsü bile verilmişti bana.

Geleceğin bir yanlasıydı belki bu. Ya da belki de, geleceğin yankıları olarak kabul ettiğimiz şeyler, uzun süre sonra geriye dönüp bakıldığında gelecekten kopup gelmiş bir yankı gibi görünen o an yaşamın toprağına düşen gelecek tohumlandır aslında. ‘ Sözün lasası, yedinci sınıftan sonraki yaz sıcak ve tozluydu; ilk yansından bütün hatırladığım, Moskova dışındaki anayollardan birinde yaptığım uzun bisiklet gezileridir. ‘Sport’ marka yarı-yarış bisikletimin arkasına, birkaç kez katlanıp şasiye mandalla tutturulmuş kalın bir parça kâğıttan yapılma, özel bir kaynanazınltısı takmıştım – ben pedal çevirdikçe, kâğıt tekerin tellerine çarpıyor, bir hava motorunu andıran seri ve dingin bir sesle vızıldıyordu. Asfalt bir yokuştan hızla her inişimde, hedefine yaklaşan bir avcı uçağı oluyordum ve tabii ki her zaman da Sovyet tarafında yer alıyordum. Bunun için kimse beni suçlayamazdı; tek sorumlu, yaz başında binlerinden duyduğum bir şarkının aptalca sözleriydi: “Phantom’um gürleyerek mermi gibi yükselir bulutsuz gökyüzünün maviliklerine.” Şarkının aptalca olduğunu çok iyi biliyor olmama karşın, derinden etkilendiğimi itiraf etmeliyim. Başka hangi sözleri hatırlayabiliyorum? “Bir duman izi görüyorum gökyüzünde… Teksas’taki evim çok uzaklarda…” Bir baba, bir anne ve Mary adında biri vardı; şarkıda adıyla anıldığına göre, gerçekten de var olan bir kişiydi bu Mary. Temmuz ayının ortalarında Moskova’ya döndükten sonra, Mitiok’un annesiyle babası ‘Roket’ kampında yer ayırttı bize. Güneydeki çocuklar için düzenlenen tipik bir yaz kampıydı bu, hatta belki de çoğu kamptan biraz daha iyiceydi. Aslında orada geçirdiğimiz günlerin ilk birkaçını hatırlıyorum yalnızca – sonradan önem kazanan olayların tümü o sıralar olmuştu zaten. Trende, Mitiok’la birlikte bir vagondan öbürüne koşturup, bulabildiğimiz bütün şişeleri tuvaletlere atmıştık. Şişeler daracık delikten geçip, demiryoluna düşüyor ve sessizce patlıyorlardı. Kafamda yer eden o aptal şarkı, bu basit oyuna Vietnam’ın özgürlük mücadelesi gibi bir hava veriyordu. Kampa katılacak herkes aynı trendeydi.

Ertesi gün hepimizi ıslak bir taşra istasyonunda indirdiler, saydılar ve kamyonlara bindirdiler. Dağların arasından dolaşan bir yolda uzun süre ilerledikten sonra, sağ tarafımızda deniz belirdi ve çeşitli renklere boyanmış küçük evler bize doğru yaklaşmaya başladı. Asfaltlanmış bir tören alanında kamyonlardan indik; yan tarafında selvi ağaçları bulunan merdivenlerden çıkarılarak, tepenin üstüne kurulmuş, alçak cam duvarları olan bir binanın önüne getirildik. Burası yemek salonuydu. Akşam yemeği vakti geldiği halde, soğuk bir öğlen yemeği bekliyordu bizi – çünkü tahmin edilenden birkaç saat geç varmıştık oraya. Yemek oldukça kötüydü – içinde yıldız şeklinde makarnalar yüzen bol sulu bir çorba, pilavlı kart tavuk ve tatsız tuzsuz bir meyve kompostosu. Kartondan yapılma uzaygemisi maketleri, yapışkan görünümlü mutfak tutkalıyla kaplı iplerle yemek salonunun tavanına asılmışlardı. Bir tanesine hayranlıkla bakakaldım – meçhul sanatçı çok büyük bir uğraş vererek her tarafını “USSR” harfleriyle donatmıştı. Batmakta olan güneş, pencereden girip modelin üzerine vuruyordu; bu sahne, metroda tünelin karanlığından çıkan bir trenin ışığıymış gibi göründü bana bir anda. Nedense hüzünlendim. Oysa ki Mitiok gayet neşeliydi ve çene çalmak istiyordu. Çatalını birdenbire havaya kaldırarak, “Yirmili yıllarda tek bir çeşit uzaygemisi vardı,” dedi. “Otuzlu yıllarda değiştiler, ellilerde bir kez daha değiştiler ve bu böyle sürüp gitti…” “Yirmili yıllarda nasıl uzaygemileri vardı?” diye sordum kayıtsızca. Mitiok bir an düşündü. “Alexei Tolstoy’un çok kısa aralıklı patlamalardan güç alan o kocaman madeni yumurtaları vardı,” dedi.

“Temel ilke buydu ama daha pek çok çeşitlemesi yapılabilirdi.” “Ama hiçbir zaman gerçekten uçmadılar,” dedim. Hakkında konuştuğumuz maket, esintiyle hafif hafif sallanmaktaydı. Mitiok onu işaret ederek, “Bunlar da öyle,” diye yanıtladı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir