Mehmet Murat Somer – Buse Cinayeti

Televizyondaki bilgi yarışmasını açıp, sadece soruları dinlemek üzere banyoya geçtim. Tüm yarışmalar gibi bu da cahillere yönelik. Yine de soruların çoğunu bilmek hoşuma gidiyor. Kulüpteki kızlardan bazıları “sen de katılsana” deyip duruyorlar. “Ne hoş olur, tüm ihtişamınla. Ortalığı yıkar geçersin.” “Ayol müsaade ederler mi?” diye geçiştiriyorum. İlk tur sorular bitmeden tıraşım bitti, iş geldi makyaja. Keyfim yerindeyse bu iş uzun sürer. Keyfim yoksa iki dakikada biter. Hava sıcaktı, kulüp erken saatte dolmazdı bile. Yani vaktim boldu. İyi bir makyajla Hollywood’un şaşaalı dönem yıldızlarını aratmayacak hale gelirim. Favorim her zaman için Audrey Hepburn’dür: Oğlansı bir güzellik. Yine fıstık oldum işte.


Aynada kendime okkalı bir öpücük yolladım. Kendinden simli, yarı transparan, leopar desenli elbisemi giyip duraktan taksi çağırdım. Hüseyin geldi. Bu oğlan da gündüz efendi efendi bana “abi” diye seslenip gece sulananlardan. Apartmandan çıkarken yine it gibi gülümsedi. Biner binmez taksinin ışığını kapattı. Huyumu biliyor. “Kulübe mi?” Sanki bu saatte başka yere gittiğim olurdu. “Evet.” Uzun ve manasız konuşmayı sevmem. Hareket ettik. Yola bakacağına gözleri bende. Aynadan bakışı yetmeyince dönüp omuz üstünden küstahça bakmaya başladı. Biraz tipim olsa neyse ama beni hiç tutmazdı. Fazla baby–face, oysa ben biraz daha adam kılıklı erkekle “Tamam abi… Şansımızı denedik, ne var…” Mahallelinin bana karşı tavrı zamanla, beni tanıdıkça değişti.

Başlangıçta gündüz gece farkını anlamazken, –ya da anlamaz gibi davranırken– bir gece yarısı mahallenin ortasında olay çıkartan bir adamı, üstümdeki daracık mini elbiseye bakmadan, thai–boks ve aikido ile halledince duraktaki şoförlerin de bana bakışları farklılaşmıştı. Kendimden cüsseli bir adamı uluorta halletmem saygınlığımı sağlamıştı. Kulübün önünde inerken Hüseyin “Çıkışta alayım mı?” dedi. John Holmes çıkacağını bilsem hadi neyse bir sefer deneyelim ama temel göstergelerin hiçbiri yoktu: Ne burun uzundu, ne de parmaklar. “Yok,” dedim, “belli olmaz ne zaman çıkacağım, hiç bekleme.” Kapıda korumamız Cüneyt beni karşıladı. Bu oğlanın adı bana hep takma ad duygusu veriyor. İçimden ona Mehmet–Ali falan gibi isimler uyduruyorum. Body salonlarında kas şişirip duranlardan. Bir gece kulüp boşken, kızlar çok ısrar edince onunla bir aikido gösterisi yaptık. Bir hafta sırtı ağrımış. Oysa gösteri niyetine, hafiften savurmuştum onu. Zaten, salonlarda kas şişirenler genelde kof çıkıyor. Bir de aldıkları steroidlerden dolayı, o iş de muhteşem olmuyor. Hatta bazısı ile, hiç olamıyor.

Bu gece kulüp yine kalabalık. Maşallah revaçtayız. Bundaki payımı inkâr edemem. Kulübe yeni bir anlayış getiren, işletmenin kural ve değerlerini yenileyen benim. Kulüpte, cüzi de olsa bir hissemin olması, kızların bana patron muamelesi yapmasına neden oluyor. Bana olan saygılarında sadece “kısmi patron”luğum değil; gündüzleri başka bir işimin –yani gelir kaynağımın– olması, dolayısıyla da onlar gibi sadece müşteri geliriyle yaşamamam var. Serap hemen yanıma yaklaştı, müziğin gürültüsünü bertaraf ederek konuştu. “Abla benim oğlan yine geldi… Ne dersin gitsem mi?” Virgin Mary’den ufak bir yudum aldım. “Yine bedava mı?” “Ama biliyorsun ona zaafım var.” “O da bunu kullanıyor. Böyle giderse bu ay ev kiranı bile çıkaramayacaksın.” “Sonra gece işe çıkarım…” “Gece sende kalmıyor mu?” “Ayol hiç olur mu!. Ailesiyle yaşıyor. Gece yarısından önce eve dönüyor. Abisi kızıyormuş.

” İçimden güldüm. Ben o abileri iyi bilirdim. Kendi yaptıkları, yapmasalar da kafalarından geçenler inanın beni bile ürkütecek türdendir. Gözlerindeki arzulu pırıltıyı görünce ders vermekten vazgeçtim. “Sen bilirsin canım ama dikkatli ol, fazla kapılma,” dedim. “Aman zaten kapıldım kapılacağım kadar.” “E git o zaman.” Serap kendinden kısa boylu, on dokuz yaşındaki kara kuru cılız ve dolayısıyla asabi görünüşlü sevgilisine doğru koşar adım uzaklaştı. Koşarken bile gerçeküstü kırıtmasını sektirmedi. Söylediğine bakılırsa oğlanın malı görülmelikmiş. Bakınca hiç umulmazdı. Aman, aslında bunun kimde çıkacağı da belli olmazdı zaten. İçkimi bara bırakıp kalabalığa karıştım, dans pistine yöneldim. Aralarından geçerken kızlar beni fark edince selamlaşıp öpüştük. Piste çıktığımı fark eden DJ Osman, her zaman için en sevdiğim parça olan Weather Girls’in “It’s Raining Men”ini çalmaya başladı, ben de dans etmeye.

Buse yanıma yaklaştı, karanlıkta bile yüzünün solgunluğu belli oluyordu. Bazen makyaj da işe yaramıyor. Dans edermiş gibi yaparak bana sokuldu. “Ne olur biraz konuşalım,” dedi. Sırtını sıvazladım. Pistten beraberce indik. DJ odasındaki Osman’ın şaşkın bakışlarına “sonra” anlamında bir hareketle cevap verdim. “Hayrola?” “Yukarı çıkalım mı? Burası çok gürültülü. Bağırmak istemiyorum.” Kızlar arada beni dertlerini paylaşmak, olduk olmadık her konuda akıl sormak, paralarını nasıl değerlendirecekleri gibi mali danışmanlık için veya Güzin abla olarak kullanırlar. Üst kata, idare odasına çıktık. Asma kat, basık tavan, kulübün içine bakan ufacık bir pencere, devasa bir masa, köşede kasa, oturma yerleri çökmüş eski yüzlü iki koltuk, stoklanmış tuvalet kâğıdı, kâğıt peçete ve içki kasaları. Ben şarap kasaları üzerine tünedim. Buse, üstü boş tek koltuğa çöktü. Gözlerini bana dikti.

Açıklama bekler gibi bakıyordu. Kısa bir süre bekledim. Anlamaya çalıştım. Hatırlamadığım bir şey mi vardı? Hayır, yoktu. “Ne var ayol?” dedim. “Sorar gibi bakma, konuşmak isteyen sensin.” Gözlerini bana dikip baktı. Beni tartar gibiydi. Söyleyeceklerini söyleyip söylememek konusunda beni tartıyordu. Nihayetinde karar vermiş olmalıydı. “Korkuyorum,” dedi. “Çok korkuyorum…” Sorar gözlerle bakmaya devam ettim. Ne olur ne olmaz diye yüzüme de anlayışlı bir gülümseme yerleştirdim. “Evet de nasıl başlayacağım bilemiyorum. Kafam karışık.

” “E anlat ayol o zaman. Nasıl istersen öyle anlat,” dedim. Gözlerini yere çevirdi. Uzunca bir süre sesi çıkmadı. Ben de rakı stokunu saymaya başladım: Üzeri streçlenmiş dokuz kasa. “Korkuyorum…” “Onu anladım tatlıcığım,” dedim. “Neden korkuyorsun?” Devam etmesini bekledim. Lakin hâlâ ses yoktu. Ben de beyaz şarapları saymaya geçtim: Beş kasa. Azalmıştı. Bu aralar beyaz şarap içenler çoğalmıştı. Stok hızlı eriyordu. “Elimde bazı belgeler var.” Buse hâlâ yere bakıyordu. Her kelimesini seçerek ağır ağır konuşmaya başladı.

“Bunlar önemli biriyle ilgili. Çok önemli biri. Duyulsa kıyamet kopar. Skandalin en âlâsı.” Ufaktan merak etmeye başlamıştım. “Yıllar öncesi… Biriyle, şimdi önemli olan biriyle beraber olmuştum. Hem de öyle bir sefer değil. Beraberlik gibi bir şeydi. Uzun sürdü. Bazı resimlerimiz var. Çeşitli zamanlarda, yerlerde. Bir de bana yazdığı notlar. Not dediğime bakma, aslında bir tanesi tam mektup gibi. El yazısıyla. İmzalı falan.

Yani basbayağı mektup aslında. Adlı adınca her şeyi anlatıyor.” Yine uzun bir suskunluk oldu. Merakım artmıştı. Ama boş beklemeye tahammülüm yoktur. Kırmızı şaraplara geçtim. Genelde az tüketilir. Sadece iki kasa. Gözümü korkutan biralar on altı kasa, dört fıçı. “Bunların bende olduğunu bilen birileri var.” Kızların çoğu boşboğazdır. Herkese her şeyi anlatabilirler. Hele de beraber oldukları meşhur biri varsa övünmek adına hemen anlatırlar. Nasıldı, yok nasıl oldu… Aslında sadece heteroymuş ama bizimkine nasıl bayılmış, hayran olmuş, hatta vurulup âşık olmuş. Yani bizimki ne kadar özel ve güzelmişe gelen övünme hikâyeleri.

Hepsi gerçek değildir. Herkes kadar biz de arada uydururuz. Ama tanıdığım Buse öylelerinden değildir. Aslında, düşününce birden onunla ilgili ne kadar az şey bildiğimi fark ettim. Asıl adı Fevzi’ydi. İstanbulluydu. Teşvikiye’de yalnız oturuyordu. Kedisi vardı. Yaşı diğerlerine göre biraz fazlaydı, tahminimce otuzlarının sonundaydı. Bizde kırkı geçenler, parası varsa eve kapanır, değilse ya pavyona düşer ya da taşraya, halka iner. Her ilde bizimkilerin mesken tuttuğu içkili bir kebap salonu bulunur. Taşraya geçenler yılda bir İstanbul’a alışverişe gelir, kendilerini gösterir, oralarda ne kadar mutlu ve huzurlu olduklarını iç burkucu bir yalancılıkla anlatırlar. Her neyse, Buse on yıl kadar önce silikon taktırmıştı. Sonra… bolca Eau d’lssey parfüm kullanıyordu. “Ben ilişkime ihanet etmedim.

Hiç etmem. Yaşandı bitti.” Yine suskunluk. Bu sefer gözlerini yerden kaldırıp duvara dikti, işletme belgesini ve vergi levhasını boş gözlerle izliyordu. Ben de okumaya başladım. “Zaten bu özeldi. Hâlâ da öyledir. Çok özel.” Buse, gözlerini işletme belgesine dikti ve daldı. Bana anlatmasa da ilişkisinin geçmişine kapsamlı bir sanal yolculuk yaptı. Ben de masanın kenarındaki kaplamanın kalkık ucuyla oynamaya geçtim. Takma tırnaklarımla kaplamanın kalkık ucunu çekip bırakıyordum. Kaç kere tekrarladığımı saymadım. “Ama şimdi iş karıştı. Bir ara birilerine anlattım.

Kafam iyiydi. Ne anlattığımı tam hatırlamıyorum, ama epey bir–şeyler anlatmış olmalıyım. Sonra başka birileri de bu belgeleri öğrendi. Ve şimdi benden istiyorlar.” “Neden?” diye sordum. “Şantaj için. Galiba…” “Kim bunlar?” “Bilmiyorum… Önce mesaj bıraktılar. Telesekreterime. Önemsemedim. Dediklerim yapmadım… Sonra eve girmişler. Dün gece. Ben buradayken. Her yeri karıştırmışlar. Bulamamışlar.” “Hırsızlık mı?” “Önce ben de öyle zannettim ama değil.

Param vardı, duruyor. Müzik seti yerinde. Mücevherler tamam. Ama ortalık talan edilmiş. Bütün gün ev topladım.” “Peki sen nereye sakladın ki bulamamışlar?” “Annemde…” dedi. “Anlamadım.” Kızların çoğu aileleriyle pek görüşmezler. Dışlanma meselesi. “Annemde. Orada hâlâ benim odam duruyor. Arada gidip kalıyorum da.” “Anladım…” dedim. “Onun evini de bulurlarsa diye korkuyorum. Yaşlı kadın, evden çıkmaz bile.

” Bu cümleleri bir nefeste söylemişti. Yani konuşmamız birden hızlandı. “Evden çıkmıyorsa sorun yok.” “Var aslında. Annemin gözleri görmez.” Birden kafamda bir resim oluştu, gözlerim parladı. “Ne yani seni bilmiyor mu?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir