AYLARDAN hazirandı, günlerden de cuma. Vakte gelince, Dina Richardson’un herkesçe kuşkuyla karşılanan ifadesine bakılırsa, Priest ve River sokaklarının kesiştiği yerde adı çağrıldığında saat tam üçe on vardı. Şaşıran genç kız dönmüş ve çevresine bakınmıştı. «O, Anneli! Sen misin, canım? Ben de seni düşünüyordum Nereden geliyorsun? Nasılsın? Sinirli misin?» Skoga sakinleri bu güzel arkadaşlığa yirmibeş yıldır alışkın olmasalardı, yavaşlayıp iki kıza daha yakından bakmak gereğini duyarlardı. Çocukluktan beri birbirlerinin zıttıydılar. Dina, oldum olası konuşkan, canlı ve yaşamayı seven bir kızdı. Anneli’yse sessiz, içine kapanık ve genellikle düş kurmaktan hoşlanan bir insandı. Dış görünüşleri de buna uygundu: Dina’nın koyu kumral saçları doğuştan kıvırcıktı ve kıpkısa kesilmişti; kalkık bir burnu ve içleri gülen çekik gözleri vardı. Anneli ince yapılıydı, soluk tenliliğinden gelme aşırı duygulu bir görünüşe sahipti ve klasik güzellik anlayışına uygundu: Uçuk sarı renkli saçlarını ensesinde zarif bir topuzla derlemişti. Bütün bu dış aykırılıklara rağmen gerçekten de iyi geçinen iki arkadaştılar. «Berbere gittim,» dedi Anneli. «Bugün saç yıkamamın daha iyi olduğunu düşündü annem. Çünkü duvak o zaman daha kolay takılırmış. Ah ne kadar sinirliyim, bilsen! Ne işlere giriyorum, anlatamam. Skoga Kilisesinde bir yaz düğünü kulağa nasıl hoş geliyor,okuldayken bugünlerin hayalini nasıl da kurardık, değil mi? Sen bir teğmenle evlenirdin, ben de en azından bir seksen boyunda iri yapılı biriyle…» Sesinde beliren korkulu titreyiş üzerine sustu. Duyarlılıktan daima ürken Dina beklenmedik bir giriş yaptı: «İyi ama şekerim, sen de bölgenin en varlıklı bekârını yakalamış bulunuyorsun Kızların hepsi kıskançlıklarından neredeyse çatlayacaklar Anneler de öfkelerinden kaplarına sığamıyor Yarın bütün kasaba kilisede olacak ya da dış kapısında toplanacak seni eleştirmek için. Dikkat et ayağın sürçmesin! Kekeleyip kızarma, seven birinin heyecanıyla mutlu ol, yeter; çünkü seninki bu kuytu verde yılın düğünüdür. Bir vakitler Joakim’in annesine ait ikiyüz yıllık gerçek dantelden bir duvak takacağını, seksen kişilik şampanya şöleni verileceğini falan hep biliyorlar. Hatta balayım bile…» «Sus, Allah aşkına! Sinirli olduğumu söyledim sana. İşin tuhafı, en çok eli ayağı tutmayan benle babam. Annemle Joakim durumu gülerek karşıdan seyrediyorlar.» Dina’nın koluna girdi, birlikte Irmak sokağından aşağıya indiler. Anneli’nin beyaz elbisesi arkadaşının kırmızı elbisesi yanında alabildiğine parlıyordu; kızların birinde beyaz bir çanta, ötekinde de kırmızı bir şemsiye vardı. «Joakim’in emri üzerine Falkman’ın dükkânına gidiyorum. Buketime bakacağım. Görüp de beğendiğimi söylemeliymişim.» «Nasıl bir buket hazırlatmış acaba?» «Ah! Güllerden herhalde.» Anneli dalgın görünüyordu. Fakat az sonra pencere ardında bulunan birine gülümseyerek el salladı. «Len orada. Hayır, ötede. Berberde oturmuş Yarına hazırlık yapıyor olmalı.» Köşeyi dönüp, Mini sokağına saptılar Pahalı sigaralar satan yeni tütüncüyü geçip vitrini karanfillerle tıklım tıklım dolu bir mağaza önünde durdular Dina hemen burun kıvırıverdi. «Böyle de vitrin yapılır mıymış! Hayır, ben içeri girmeyeceğim. Fanny Falkman’a tutuluyorum. Onun dağınık haliyle sonu gelmez sözleri dayanılır gibi değil. Burada dışarıda bekleyeceğim. Acelen olduğunu kadına hissettirmeyi unutma, emi?» Dina en yakın arkadaşını kayıtsız bir baş selâmıyla uğurlayarak beyaz elbisesiyle çiçekçi dükkânına girip gözden kayboluşunu seyretti. Bir bulut kaplamıştı güneşi. Kurşuni renkli, kalın bir buluttu; Dina, şemsiye getirmekteki ileri görüşlülüğü beğendi. Tam o sırada kendisine doğru gelen Livia’yla Olivia Petren’e gözü ilişti. Çiçekçi Falkman’ın iş konularıyla karışık konuşmasının daha iyi olup olmadığını düşündü bir an. Bir yargıya varmaya vakit kalmadan iki kız kardeşi karşısında buldu Onlara bakan, altmışbeşlik bu iki kadının Skoga kasabasındaki en iyi aileden olduğuna dünyada inanmazdı. Olivia şişmandı, etleri yer yer fırlamıştı; her hareketinde, parlak düzeyi dalgalanıp kabaran çiçekli, ipek dar bir elbise giymişti Livia zayıf ve kuruydu; Dina’nın doğduğu sıralar moda olan leylak renginde bir şapkayı gardrobundan bulup buluşturmuş, başına geçirmişti Şapkanın alt kenarından bakan gözleri bir maymununki kadar kurnaz ve meraklıydı. Hpr zamanki gibi ikisi birden konuşmaya başladılar. «Ya ya, Günaydın, Sevgili Dina, günaydın! Annen baban nasıl?» «Hâlâ İtalya’dalar mı? Pek yazık! Hele şimdi..,» «… Şimdi düğünü ve hazırlıkları kaçırıyorlar. Evet, biz de davet edildik. Sevgili Anneli’cik o kadar uzun bir süre büromuzda çalıştı ki.. Sanırım, düşüncesi…» «Olivia onun erkek kardeşimizin bürosunda çalışmış olduğunu söylemek istiyor. Ne Sebastian’ın işyeriyle, ne de yaptıklarıyla yakından uzaktan bir ilişkimiz yok tabiî. Bunu sevgili babamızdan aldı gerçi, ama onunla ilgimiz yok. Strom’lar ve Anneli çok nazikler, bu mutlu günde bizi de hatırlamak zahmetine katlandılar…» Dina umuda kapılarak: «Yağmur yağacak galiba Belki de ben…» diyecek oldu «Aman Tanrım! Livia, şapkan ne olacak? O basamaklardan ayrılalım, girişte duralım biraz da Sadece bir sağanaktır belki. Dün de öyle oldu. öyle bardaktan boşanırcasına yağdı ki, bütün bakla fidelerimizi mahvetti; ancak beş altı dakika sürdü bereket…» Dina şık şemsiyesini açtı ve yavaşça gülümsedi; çiçekçi dükkânının girişini seyredebildiği kaldırım kısmından ayrılmadı yine de Kırmızı ipekli elbisesine yağmur damlaları vurdukça ayakları habire ıslandı; sabırsızlıkla bekleyen bakışlarım dükkân kapısına çevirdi. Şu Anneli hâlâ gelemeyecek miydi? Hem bu iki ihtiyar kızın çenesini kapamanın yolu yok muydu? «Ah canım! Ne de güzel bir gelin olacak! Gelinliği Bayan Persson dikiyormuş; fevkalâde birşey çıkacağına kalıbımı basarım. Yalnız eteğe onaltı metre kumaş gitmiş…» «Ne yazık, Doktor Hammar bugünleri göremedi, vakitsiz öldü zavallı.» Livia leylakrenkli şapkasını üzüntüyle salladı. «Söz aramızda ondan iyi üvey baba bulunamazdı; her eve bir erkek gerektir. Yoksa o kuş beyinli Gretel Hammar ne kendine, ne de kızına gözkulak olabilirdi. Kilisede yürürken ne güzel bir görüntü meydana getirecekler, öyle değil mi?» «Ah, evet!» diye Olivia tombul ellerini sevinçle çırptı. «Damadın annesinin İngiliz soylularından olduğu da pek belli.» Livia hışımla sözü ağzına tıkadı onun: «Benim sözünü ettiğim damat değil, Edward Strom. Gelinin babası olduğundan kilisede kızın koluna giren tabiî o olacak.» ‘ «Mihrapta da damada teslim edecek öyle mi?» dedi Olivia, kıkırdadı; uygunsuz bir konudan söz eder gibi hali vardı. «Biliyor musun, o monoklü alıp, tek gözüne yerleştirmiyor mu, tüylerim diken diken oluyor Bütün vücudum ürperiyor; neye benziyor kendisi? Ah! Tıpkısı tıpkısına… Sezebiliyor musun, Dina?» Sır verecekmişçesine eğildi, kızarmış yanaklarla birşeyler fısıldadı. Skoga kasabasının diğer üçbin sakini gibi ihtiyar kızın gizli arzusunu bilen Dina bu kez biraz daha yumuşak ve dostça davranmaya karar verdi. «Yok canım!» dedi, fısıldayarak. «Lord Peter Wimsey olamaz, hiç sanmam!» Olivia mutlu bir şekilde güldü, hayranlığını çeken kişi Tütüncünün köşesinde belirince gözleri daha da süzüldü. Erkeğin acelesi vardı, fakat buna rağmen girişteki ufak grubu selâmlamak için yaklaştı. Dina düşünceli bir tarzda ona baktı. Son altı aydır zihnini kurcalayan şeyi hatırladı: Joakim Cruse üzerine kesin bir yargıya varmamıştı hâlâ. Çirkin bir genç falan değildi. Biraz zayıf sayılırdı o kadar. Saçındaki kırmızılık besbelliydi; üstelik bir zamanlar moda olan ve gerçekte küçüklere yakışan bir biçimde kesilmişti. Otuzbeşindeki bir genç adama yaraşır gibilerden değildi pek. Fakat açık gri yazlık elbisesi, gök mavisi çizgili yeleği kusursuz bir elden çıkmıştı, (hava ve ısı derecesi ne olursa olsun yelek giyerdi Joakim) monoklü da olmayınca insanda kendine güven besleyen şık bir kişi izlenimini bırakıyordu. ‘Bazan çok budaladır,’ diye düşündü Diana. ‘Şimdiki gibi şu değerli iki yaşlının elini öperken yağmur altında ıslanır. Ve bazan da kendisi orada mıdır diye kuşkuya düşersiniz. Buna rağmen…’ Joakim’in sorusunu yüksek sesle cevaplandırdı ; «Evet, Falkman’ın dükkânında. Kendisini almak üzere yanına giderseniz, memnun oiur sanıyorum. Kadının çenesinden kurtulamıyordur bu türlü.» Erkek her birini selâmlamak için üç kere eğildi ayrı ayrı, çiçekçinin basamaklarına kadar olan kısa arayı geçti ve kapıyı açtı. Dükkânın yeşilli koyuluğunda kaybolurken kapı zilinin çıngırtılı sesini duydular.
Maria Lang – Gelin Çiçeği Cinayeti
PDF Kitap İndir |