Akşam saatleriydi. Bir arkadaşımla buluşacaktım. Gecikmemek için kestirmeden vurdum. Geniş, kuytu ve oldukça loş koca bir parktan geçiyordum. Birden bir bank üzerinde duran bir şey ilişti gözüme. Yaklaştım. Siyah, deri ve oldukça da ağır bir çantaydı bu. Kilitliydi. Bilinçsizce sapından yakaladım, buluşma yerimize yöneldim. Gelmemişti. Uzun süre bekledim. Gelmeyecekti… Eve dönüp kilidi kırdım. İçinden ses bantları çıktı. Öylece bakakalmıştım. Ertesi akşam, çantayı aldım ve arkadaşıma gittim. Teypte bantların dili çözüldü. Bir adamın konuşmalarıydı. Sesleri dikkatle dinliyor, anlatılanları tek sözcük atlamadan algılamaya çalışıyorduk. Sabah olmuştu. Uzunca bir süre sonra yeniden buluştuğumda umarsız bir hastalıktan altı aylık ömrü kaldığını söylüyor ve bantlardaki konuşmaları çözüp yazmamızı öneriyordu bana. Kabul ettim ve çalışmaya koyulduk. Fakat ecel doktorun saptadığı tarihi hiç beklemedi. O öldü. Artık bantlar ve ben yapayalnızdık. Ben de tek başıma işi sürdürdüm. İşte burada okuyacağınız anlatı, bu bantların çözülüp kağıda dökülmesiyle ortaya çıktı. Ancak burada şunu da belirtmeliyim: Birlikte iken, arkadaşım, anlatım özelliğinin pek önemli olmadığını, konuşmaların olduğu gibi kağıda geçirilmesinin yeterli olacağını öne sürüyordu. Bir kere, kasetler numaralanmamış, gelişigüzel doldurulmuştu ve bazen bu yüzden sıralarını karıştırdık, sanırım. Arkadaşımın ölümünden birkaç gün önce bantlarda adı geçen kurumlarla yazışmaya kalkıştım ve bunu ondan gizledim. Ama girişimim hiçbir sonuç doğurmadı. Aydınlatıcı bir ipucu olsun elde edemedim. Bantların kahramanı Fahri Tekben’in varlığından; yaşayıp yaşamadığından bile habersizdiler. Son bir çabayla, çalıştığım gazetede üst üste ilanlar yayımlattım. Çantayı, içindekileri, bulunan yeri, her şeyi açıkladım. Bu da boşa gitmişti. Bir Allah’ın kulu da ortaya çıkıp “Çanta benim” dememişti, demiyordu. Bunlar bir yana, iyice kendimi kaptırmış olmalıyım ki, çevremde de iyiden iyiye alay konusu olmaya başlamıştım. Bulduğum çantaya, içinden çıkan kasetlere, anlatılanlara, her şeye ama her şeye “saplantı” diyorlardı ve başka bir sözcük çıkmıyordu ağızlarından. Hele bazıları “Bu zaten…” diye başlayan gerisini duymadığım bir şeyler daha diyorlardı. Desinlerdi. Zaten kepenklerimi kapamıştım iyice. Daha önce sanki daha mı barışıktık ki. İşin kötüsü, arkadaşımı da tanık gösteremezdim artık. “Zorunlu işim” dışında tüm çabamı, zamanımı, dikkatimi, her şeyimi bantlarıma, bu sorunun derdine veriyordum. Bant şeritleri hayatımın her noktasıyla adeta kesişiyor; seslerinden, sözcüklerinden oluşan anlam yükünden beynim zonkluyor, kendilerine esir ediyorlardı beni. Bu bantları dolduran bilinmez kişi dinleyicisini ve bir ses de sahibini bulmuştu sonunda. Giderek bütünleşmiştik de. Bir o ben, bir ben o mu oluyorduk? Bilemiyorum. O konuşuyor, ben mi dinliyordum, ben konuşuyorum, o mu dinliyordu? Bilmiyorum. Olsun. Biz bir arada olmaktan mutluyduk ya…
Barlas Özarıkça – Ters Adam
PDF Kitap İndir |
Başta okuyucuyu kendine çekiciydi daha sonra bu etkisini yitiren bir kitap