Val Mcdermid – Ters Tepki

Kayıp Limonluklar Vakası. Conan Doyle’un fazla sıkıcı bulduğu için yazmadığı bir Sherlock Holmes hikâyesi gibi geliyor kulağa. Ama size bir şey söyleyeyim mi, bu konuda Conan Doyle ile aynı fikirdeyim. Sekreterimizin aşk hayatı taze bir aşıya şiddetle ihtiyaç duymasaydı bu işe kesinlikle bulaşmazdım. Sonradan ortaya çıktığı gibi bu da çok iyi olurdu. Soluğumu tutmuş doğru hareket anını seçmek için umarsızca dualar ederek kocaman asansörün arkasına çömelmiştim. Vohaul’un vurucu adamı gibi çirkin bir kas yığını karşısında ikinci şansım olmayacağını biliyordum. Merdiven boşluğundan ortaya çıkar çıkmaz onu gördüm. Ayağa fırlayıp kendimi tavandan sarkan bir çift ağır palanga bağlantılarına attım. Palanga hasmıma doğru fırladı. Adam son dakikada döndü, palangayı gördü ve eğildi. Palanga başının üzerinden ıslık çalarak geçti. Tehditkâr bir tavırla bana doğru yöneldiğini farkedince korkudan ağzım kurudu. Asansörü aramızda tutmak için arkasına geçtim, böylece merdivene doğru atılabilirdim. Adam peşimden koşarken çaresizce diğer palangayı ona doğru fırlattım.


Palanga adamın başının yanına çarptı. Darbeyle asansör boşluğunun karanlığına uçtu. Başarmıştım! Hayatta kalmayı başarmıştım! Rahat bir soluk alıp arkama yaslandım ve “Oyunu Kaydet” tuşuna bastım. Saatime bakınca bugünlük Space Quest III oyununu bırakma zamanının geldiğini gördüm. Ortağım Bill’in yokluğunda bulabildiğim yarım saatlik öğle tatilini bitirmiştim. Kaldı ki sekreterimiz Shelley yemekten her dönebilirdi, gelip beni oyun oynarken yakalamasını istemiyordum. Kedi uzaktayken fare Space Quest oynuyor, bu da güvenlik danışmanlığı ve özel araştırmacılık yapan bir şirketin ortağı için hiç de iş kadınına yakışan bir tavır değil. Küçük ortak olsam bile. O hafta, kentte yalnızca bir gösteri vardı. Bill ticari bir bankaya bilgisayar güvenliği kurmak için Channel Islands’ın sunduğu keyifleri (ve İstakozları?) tatmaya gitmişti. Bu da Kate’in, Mortensen ve Brannigan’ın İngiltere’nin tümü açısından ortalıkta olan tek parçası demekti. Böyle söyleyince, İngiltere’nin Kuzeybatısında ticari suçların önemli bir kısmını araştıran iki kişilik bir şirket yerine dev bir kuruluş gibi görünüyoruz. Hem kadınlar tuvaleti hem de karanlık oda olarak hizmet veren bölüme gittim. Geçen hafta sonu bir ecza şirketinin, laboratuvarını dışarıdan gözaltına almıştım. Bunun sonucu elde ettiğim resimleri basmam gerekiyordu.

PharmAce Supplies’ın deposunda bazı sorunlar vardı. Birkaç gün geçici laboratuvar asistanı olarak çalışmış, çok geçmeden sorunun çalışma saatleri içinde olmadığını anlamıştım. Biri laboratuvarı kilitlendikten sonra içeriye giriyor ve bilgisayar stok kayıtlarında korsanlık yapıyordu. Tek yapmam gereken korsanın kim olduğunu ortaya çıkarmaktı. Birkaç gece Mortensen ve Brannigan’ın en son oyuncağı bir Little Rascal van’ın arkasında sırtıma ağrılar girene kadar süren bir gözetlemeden sonra korsanın kimliğini keşfettim. Kıdemli laboratuvar teknisyenini gösteren kanıt paranın satın alabileceği en son film teknolojisiyle tespit edilmişti. Bill çıktıktan sonra durmak bilmeyen telefonlardan uzakta, karanlık odada yarım saat çalışmayı dört gözle bekliyordum. Hiç şansım yoktu. Perdeyi tam çekmiştim ki dahili telefon, dişçilerin dolguyu düzeltmek için kullandıkları korkunç aletin sesi gibi bir gürültüyle çaldı. Telefonun sesi sustu, ardından Shelley’nin sesi balona binmiş Vakvak Amca gibi çıktı. “Kate, bir müşterin var.” İçimi çektim. Büro bilgisayarında oyun oynamanın öcünü alan İntikam Perisi. Boş bir umutla, “Meşgulüm” diye mırıldandım. “Kate, beni duyuyor musun?” diye seslendi Shelley.

“Defterimde bir randevu görünmüyor” diyerek bir deneme yaptım. “Acil bir durum. Karanlık odadan çıkar mısın lütfen?” “Sanırım” diye homurdandım. Reddetmenin hiç yolu olmadığını biliyordum. Homurdanmaya devam ederek büroma döndüm. İskemleme doğru üç adım atmamıştım ki, Shelley odaya girerek kapıyı arkasından sıkıca kapattı. Yüzünden heyecan okunuyordu: Barones Thatcher’ın yüzünde samimi bir sevecenlik ne kadar sık görülürse onun yüzünde de o kadar çok görülen bir ifade. Bana doldurulmuş bir yeni müşteri formu verdi. Üzerinde Ted Barlow yazıyordu. Teslim olarak, “Anlat bakalım” dedim. “Limonluklar yapıp yerleştiren bir şirketi var ve bankası borcunu ödemesini, açık hesabın geri ödenmesini istiyor ve kredi vermeyi reddediyor. Bunun nedenini bulmak ve bankayı fikrini değiştirmeye ikna etmek istiyor.” Shelley bir solukta konuştu. Çok alışılmadık bir şey. Öğle yemeğinde ne içtiğini merak etmeye başlamıştım.

“Shelley” dedim homurdanarak. “Bu tür işler yapmadığımızı biliyorsun. Adam bazı işler çevirmiş, banka bunu anlamış, şimdi de bu pislikten birinin onu kurtarmasını istiyor. Bu kadar basit. Bu işte bize ekmek yok.” “Kate, lütfen onunla konuş, olur mu?” Shelley beni şaşırtıyordu. O, hiçbir şey için ricada bulunmaz. Maaş artışı istekleri bile kesin ifadelerle yazılmış başvurulardır. “Adam çaresiz, gerçekten yardıma ihtiyacı var. Her tür bahse varım, kötü bir iş karıştırmamış.” “Eğer karıştırmamışsa, Süleyman’ın tapmağı inşa etmesinden beri iş karıştırmamış olan yegâne inşaatçıdır” dedim. Shelley başını salladı, saç örgülerine taktığı boncuklar şıngırdadı. “Sorun nedir, Kate?” diye üstüme geldi. “Küçük insanlar için fazla mı yüksekte ve güçlüsün? Bugünlerde yalnızca rock yıldızları ve yönetim kurulu başkanlarıyla mı ilgileniyorsun? Cowley’de sıradan işçilikten ustabaşılığa yükselen babandan ne kadar gurur duyduğunu anlatır durursun. Babanın küçük bir sorunu olsaydı onu böyle mi başından atacaktın? Bu adam öyle büyük bir işadamı falan değil, yalnızca çok çalışarak ayakta kalan biri ve utanmaz bir banka yöneticisi her şeyini elinden almak istiyor.

Kendine gel, Kate, yüreğin nerede senin?” Shelley şok geçirmiş gibi birden sustu. Kendini kaybetmiş gibiydi. Ama söylediklerinden dolayı olmasa da ilgimi çekmişti. Ted Barlow’u görmeye suçluluk duyduğum için karar vermedim. Shelley’yi, yavrularını koruyan aslan rolüne sokan adamı merak ediyordum. Shelley boşandığından beri onun gıpta edilecek soğukkanlılığını bu kadar yok eden bir adam görmemiştim. “Onu içeri gönder, Shelley” dedim. “Bir bakalım neler anlatacak.” Shelley kapının yanına giderek açtı. “Bay Barlow? Bayan Brannigan sizinle şimdi görüşecek.” Pişmiş kelle gibi sırıttı. Yemin ederim, ergenlik çağındaki iki çocuğunu Hun İmparatoru Attila gibi yöneten bu küçük sert kadın, pişmiş kelle gibi sırıttı. Kapıdan içeriye giren adamın yanında Shelley bir Giacometti heykeli gibi incecik ve narin kaldı. Adam rahatlıkla yirmi santim daha uzundu ve takım elbise üstünde çok yabancı bir şeymiş gibi duruyordu, iri kıyım olduğu için değil. Geniş omuzları dar beline doğru, ütülü takım elbisesinde tek bir kırışıklık yapmadan daralıyordu.

Güçlü ve kaslı olduğunu görebiliyordunuz. Bu yeterli değilmiş gibi bacakları da ince ve uzundu. Uğrunda ölünecek bir bedendi. Ancak yüzü bacakları kadar harika değildi. Ted Barlow’un boynundan yukarısı işe yaramazdı. Burnu fazla büyüktü, kepçe kulaklıydı, kaşları ortada birleşiyordu. Ama gözlerindeki bakış güzeldi, gözlerinin yanında gülme çizgileri vardı. Otuz beş yaşlarında olduğunu tahmin ettim, vücut diline bakılırsa bu yılları pek de büroda geçirmiş gibi görünmüyordu. Kapı ağzında tereddütle durdu, ağırlığını bir bacağından ötekine verdi. Yumuşak mavi gözleriyle gergin gülümsemesi çelişiyordu. Ayağa kalkıp çok rahat deri koltukları göstererek, “Buyrun, içeri girin” dedim. Bu koltukları, benim için pek alışılmadık bir iyilik anında müşterilerim için almıştım. Adam büroya tereddütle girerek sığıp sığmayacağından emin değilmiş gibi koltuklara baktı. Kapının yanında dikilip duran Shelley’ye, “Teşekkürler, Shelley” dedim. Shelley gönülsüzce çıktı.

Ted koltuğa oturdu ve rahatlığına şaşırarak biraz yayılıp yerleşti. Bu koltuklar her zaman böyledir. Cehennem gibi görünür, cennet gibi hissettirir. Önüme yeni müşteri formunu çekerek, “Birkaç ayrıntıya ihtiyacım var Bay Barlow, böylece ihtiyacınız olan hizmeti verip veremeyeceğimizi anlayabilirim.” Shelly adama bayılmış ama iyi bir nedenim olmadan teslim olacak değildim. Telefon numaralarını ve adresi aldım. Stockport’da bir sanayi kompleksi sonra adımızı nereden aldığını sordum. Telefon rehberinin Sarı Sayfaları’ndan seçmiş olması için dua ediyordum, böylece Shelley dışında kimseyi gücendirmeden ondan kurtulabilirdim ama açık ki Vohaul’un adamını temizlemiş olmak günümün tek başarısıydı. “SecureSure’dan Mark Buckland sizi tavsiye etti” dedi. “Mark’ı iyi tanıyorsunuz, öyle mi?” Hâlâ aptalca umuduma yapışmıştım. Belki de Mark’ı yalnızca SecureSure’a alarm taktırdığı için tanıyordu. Böyleyse Mark’dan satın aldığımız bütün malzemelerde bize yaptığı önemli indirimi riske sokmadan da bu adamdan kurtulabilirdim. Bu kez Ted’in gülümsemesi bütün yüzüne yayıldı, çocuksu bir havaya büründü. Evde bu çocuksu çekicilikten çok var, teşekkür ederim. “Yıllardır arkadaşız.

Birlikte okuduk. Hâlâ birlikte kriket oynarız. İnanır mısınız, Stockport Viaduct’da oynadık!” Yutkunup konuşmaya devam ettim. “Sorun tam olarak nedir?” “Şey, sorun banka. Bu sabah bu mektubu aldım” diyerek tereddütle katlanmış bir kâğıt uzattı. Onu zor durumdan kurtarıp kâğıdı elinden aldım. Barlow dünyanın yükü omuzlarından alınmış gibi göründü. Kâğıdı açıp yazıları okudum. Özetle, aldığı 100.000 sterlinlik kredinin; 74-587.34 sterlinini, kredili mevduattan da 6.327.67 sterlin kullanmış olduğunu yazıyordu. Royal Pennine Bankası parasını hemen geri istiyordu, yoksa evine ve işyerine el koyacaktı. Bu bankaya bağlı finans şirketi de Barlow’a ayrıca yazarak Colonial Limonluklar’ın müşterilerine artık kredi vermeyeceklerini bildirecekti.

Ben de benim banka müdürümün aksi mektuplar yazdığını düşünürdüm, Ted’in neden berbat halde olduğunu anlayabiliyordum. “Evet” dedim. “Bu mektubu niye yazdıklarını biliyor musunuz?” Kafası karışmış görünüyordu. “Şey, mektubu alır almaz hemen onları aradım. Bu konuyu telefonda konuşamayacaklarını, bankaya gelmem gerektiğini söylediler. Ben de bu sabah geleceğimi söyledim. Bölgemdeki bir şube değil bu; artık bütün küçük şubeler Stockport’da büyük bir şube altında toplandı, bu yüzden mektubu kimin imzaladığını bilmiyorum.” Bir şey beklermiş gibi sustu. Başımı sallayıp teşvik edici bir gülümsemeyle baktım. Bu her zaman işe yaramıştır. “Dediğim gibi bankaya gittim ve mektubu imzalayan adamı gördüm. Ona neler olduğunu sordum. Adam belgeleri incelersem bana bir neden göstermek zorunda olmadığını anlayacağımı söyledi. Tam bir baş belası. Sonra bankanın gizli nedenlerini tartışma yetkisi olmadığını açıkladı.

Bundan hiç de memnun olmadım, çünkü ödemelerimi bir gün bile aksatmamıştım, dört ay boyunca bir gün bile. Son altı ayda kredili mevduat borcumu da dört bin sterlin azaltmıştım. Bunu adama da söyledim, bana karşı adil davranmıyorsunuz dedim. Omuzlarını silkerek üzgün olduğunu söyledi.” Ted’in sesi öfkeyle yükselmişti. Nedenini anlayabiliyordum. “Peki sonra ne oldu?” diye sordum. “Şey, korkarım biraz kendimi kaybettim. Ona hiç de üzgün olmadığını, bu işin peşini bırakmayacağımı söyledim. Sonra çekip gittim.” Gülümsememeye çalıştım. Ted’in kendini kaybetme fikri buysa, Shelley gibi biri tam onun ihtiyaç duyduğu kişiydi. “Bunun arkasında ne olduğu hakkında bir fikriniz olması gerekir, Bay Barlow” diye üstüne gittim. Barlow başını iki yana sallarken gerçekten şaşkın görünüyordu. “Hiçbir fikrim yok.

Bankaya her zaman günü gününe para yatırdım. Bu krediyi işimi büyütmek için almıştım. Cheadle Health’de yeni bir sanayi kompleksine yeni taşındık ama işimin borcumu zamanında ödeyecek kadar iyi olacağını biliyordum.” “Piyasadaki durgunluk nedeniyle satışların düşmediğinden ve bankanın güvenlik önlemleri almadığından emin misiniz?” Barlow başını salladı, eli sinirle ceket cebine gitti. Suçlu bir ifadeyle durdu. “Sigara içmemin bir sakıncası var mı?” diye sordu. “İçebilirsiniz tabii” diyerek ona bir küllük verdim. “Ne diyordunuz? Durgunlukla ilgili olarak?” Sigarasını sinirle dudaklarının arasına soktu. “Dürüst olmak gerekirse biz durgunluğu hissetmedik. Evlerini satmaya çalışan insanlar nedense satmaktan vazgeçiyorlar ve yaşadıkları mekânlarda değişiklikler yapmaya gidiyorlar. Bilirsiniz, yeni bir yatak odası kazanmak için ev içinde düzenlemeler gibi. Fazladan bir yaşama alanı için limonluk yaptıranlar da çok oldu, özellikle de yetişkin çocukları olanlar. Yani limonluk çift camlı olursa ve içine radyatör konulursa, kışın evin içi kadar sıcak olur. Geçen yıla oranla bu yıl iş hacmimiz gerçekten arttı.” Anladığım kadarıyla çift cam satıcılarının sığır gibi otladığı yerlerdeki yeni mülklere limonluklar eklemekte uzmanlaşmıştı.

Bu biçimde, birkaç standart boyutta bir iki tasarımdan fazlası gerekmiyordu. Görece küçük bir alanda yoğunlaşmıştı: Manchester’ın güneybatısı ve yeni yerleşim yeri Warrington, yani kuzeybatıdaki küçük kutular başkenti. Çalıştırdığı iki satıcı, fabrikaya gerekenden de fazla sipariş getiriyordu, Ted bunda ısrarlıydı. “Bankanın krediyi geri çekme nedenini açıklamadığından kesinlikle emin misiniz?” diye sordum tekrar, bu kadar kötü niyetli olduklarına inanmakta güçlük çekiyordum. Ted tereddütle başını salladıktan sonra, “Şey, adam anlamadığım bir şey söyledi” dedi. “Tam olarak ne dediğini hatırlıyor musunuz?” diye sordum, küçük bir çocukla konuşur gibi. Hatırlamaya çalışarak kaşlarını çattı. Bir fil yavrusunun tığ işi yapmasını izlemek gibiydi aynı. “Şey, ipotek yenilenmesinde kabul edilemez derecede yüksek ödememe oranı olduğunu ama bundan başka bir şey açıklayamayacağını söyledi.” “İpotek yenilenmesi mi?” “Evlerini satamayanlar sermayeleri olması için çoğunlukla ipotek yenileme yoluna giderler. Bu kredi talebinin nedeni olarak da limonluğu gösterirler. Ama bunun benimle ne ilgisi var bilmiyorum” dedi. Ben de anladığımdan emin değildim. Ama anlayacak birini tanıyordum. Ted Barlow’un anlattıkları beni heyecanlandırmamıştı ama ecza şirketi işini beklediğimden daha kısa sürede bitirmiştim, yani hafta boş geçecek gibi görünüyordu, gir iki gün onun işiyle uğraşmak göz çıkarmaz diye düşündüm.

Tam Ted’e son birkaç aydaki müşterilerinin listesini Shelley’ye vermesini söyleyecektim ki sonunda ilgimi uyandırdı. “Şey, bankadan çıktıktan sonra o kadar öfkelendim ki, gidip ipotek yenileten insanlarla konuşmak istedim. Büroya dönüp adlarıyla adreslerini aldım ve Warrington’a gittim. Dört eve uğradım. İki tanesi tamamen boştu. Diğer ikisinde tamamen yabancı insanlar oturuyordu. Ama bu gerçekten çok tuhaf, Bayan Brannigan, orada limonluk falan yoktu. Yok olmuşlardı. Limonluklar sırra kadem basmıştı.” 2 Derin bir soluk aldım. Bu dünyada bütün gerekli noktaları belirterek, bir hikâyeyi başından sonuna kadar düz bir çizgi halinde anlatamayan insanlar olduğunu fark etmiştim. Bazıları Booker Ödülü kazanıyor olabilirler, buna bir itirazım yok. Yalnızca büroma gelmelerini istemiyorum. Ted’in boğazını temizlemesini fırsat bilerek, “Kayboldular mı?” diye sordum. Başını salladı.

“Evet. Artık limonluk falan yok. İki evde oturanlar da birkaç ay önce taşındıklarından beri burada hiç limonluk görmediklerine yemin ediyorlar. Her şey son derece esrarengiz. Bu nedenle yardım edebileceğinizi düşündüm.” Shelley odada olsaydı, Ted Barlow’un yüzündeki güven dolu ifadeyi görünce sırt üstü düşüp bayılırdı herhalde. Eh, doğrusu konu benim de ilgimi çekmişti. Her zaman çözülecek gerçek bir detektiflik işi getiren müşterim olmaz. Bu da bana Bayan Süper Cool’dan zararsız bir intikam almak için bir neden veriyordu. Shelley’nin Ted Barlow’un kurtarıcılığına soyunmasını izlemek kentteki en iyi kabare gösterisi olacaktı. Arkama yaslandım. “Tamam, Ted. Bir bakarız. Tek bir koşulla. Korkarım banka krediyi durdurduğu için nakit ödeme istemek zorundayım.

” Ted benden bir adım ilerdeydi. “Bin sterlin yeterli olur mu?” diye sordu, iç cebinden kalın bir zarf çıkararak. Çaresizce başımı sallama sırası bana gelmişti. “Nakit isteyeceğinizi düşünmüştüm” dedi. “Biz inşaatçılar her zaman bir kenara biraz nakit para koyarız. Kara gün parası. Böylece, önemli insanların ücretlerinin ödenmesini garantileriz.” Zarfı bana verdi. “Açıp sayın, ben aldırmam” diye de ekledi. Dediğini yaptım. Para kullanılmış yirmilikler halindeydi. Dahili hatta bastım. “Shelley, Bay Barlow’a çıkarken bin sterlinlik bir makbuz verir misin? Teşekkürler” dedim. Ayağa kalktım. “Bir iki şeyi halletmem gerek, Ted ama bu öğleden sonra büronda seni görmek isterim.

Saat dört uygun mu?” “Harika olur. Sekreterine adresi bırakayım mı?” Aşırı hevesli görünüyordu. Bu iş çok eğlenceli olacak diye düşündüm Ted’e yolu gösterirken. Shelley’nin masasına pike yapan bir güvercin gibi gitti. Ted’den hoşlanmış olsam da bir insandan hoşlanmanın dürüstlüğünün güvencesi olmadığını, mesleğimin ilk yıllarında öğrenmiştim. Bu yüzden telefonu kaldırıp SecureSure’dan Mark Buckland’ı aradım. Sekreteri hayali toplantılar mavalını okumadı, çünkü Mark her zaman Mortensen ve Brannigan’dan gelen telefonlara çıkardı. Genellikle saygıdeğer miktarda bir kazanç olurdu bu telefonlar. SecureSure, güvenlik danışmanlığı yaptığımız müşterilerimize, tavsiye ettiğimiz donanımları satıyor ve genellikle, bizim için yüksek bir indirim yapmasına rağmen Mark gene de epeyce kâr ediyordu. “Merhaba, Kate!” dedi Mark, sesinde her zamanki aşırı heyecanlı ton vardı. “Şimdi sen söyleme, bırak ben tahmin edeyim. Ted Barlow, haklı mıyım?” “Haklısın.” “Ted’in tavsiyemi tutmasına sevindim, Kate. Adam boka batmış durumda ve bunu hiç hak etmiyor.” Mark’ın sesi samimi çıkıyordu.

Ama zaten hep öyle çıkar. Yetmiş bin sterlin değerinde bir Mercedes coupé’ye binebilmesinin en büyük nedeni de bu. “Ben de bu yüzden seni arıyorum. Saygısızlık etmek istemem ama adamın dürüstlüğünü kontrol etmek istedim. Üç gün boyunca banka memurlarıyla dalaştıktan sonra Bay Barlow’un karanlık sicilinin ortaya çıkmasını istemem” dedim. “Tabii ki dürüst, Kate. Adam tam anlamıyla lekesiz. Çok dürüst olduğu için başı derde giren tiplerden, ne demek istediğimi anlıyor musun?” “Haydi Mark, konuştuğun kişi benim. Adam inşaatçı, Allah aşkına. Çok büyük paralarla oynuyor. İşin normal tanımında dürüstlük yok” diye karşı çıktım. “Tamam, belki vergi memurları onun kazandığı her kuruşu bilmiyordur. Ama bu onu kötü bir insan yapmaz, değil mi, Kate?” “Öyleyse bana doğruyu anlat, reklam sunucusu gibi konuşma.” Mark içini çekti. “Sert bir kadınsın Brannigan.

Tamam. Ted Barlow herhalde en eski arkadaşımdır. En iyi arkadaşım oldu hep. Düğününde sağdıcıydım. Ne yazık ki bir cadalozla evlendi. Fiona Barlow tam bir orospuydu ve bunu öğrenen son erkek de Ted oldu. Beş yıl önce boşandı, o zamandan beri de işkolik oldu. Tek başına çalışmaya başladı, pencere falan değiştiriyordu. Sonra birkaç arkadaşı limonluk yapıp yapamayacağını sordular. Bu arkadaşlarının gerçekten güzel bir evleri vardı, Wimpey, Barratt’da falan. Ted onlar için Viktoryen tarzı bir limonluk tasarladı. Paslanmaz çelikten. Elbette maymun görünce ister. Sitenin hepsi limonluk ister oldu, Ted de limonluk işine girdi. Şimdi gerçekten sağlam küçük bir şirketi var, iyi paralar kazanıyor ve bunu dürüst bir yoldan yapıyor.

Bildiğin gibi ev işinde bu pek alışıldık bir şey değil.” Doğuştan gelen kuşkuculuğuma rağmen etkilenmiştim; Ted Barlow’un limonluklarında her ne oluyorsa adamdan kaynaklanan bir halt değildi. “Ya rakipleri? Onlar çelme takmış’ olabilirler mi?” diye sordum. “Hmm” dedi Mark. “Sanmıyorum. Gerçekten büyük şirketleri zorlayacak kadar ciddi değil. Hayli küçük, saygın ve yerel. Burada olup biteni senin gibi birinin çözmesi gerek. Çözdüğün zaman, Ted bu kadar iyi arkadaşım olduğu için; yüzde onluk komisyonumu bile almayacağım!” “Zarif bir bayan olmasaydım git de kıçını yala derdini Buckland. Yüzde onmuş!” diye homurdandım. “Sırf bunun için yemek davetini erteliyorum. Gene de verdiğin bilgiler için teşekkürler. Ted için elimden geleni yapacağım.” “Teşekkürler Kate. Bunu yaptığına pişman olmayacaksın.

Onun derdini çöz, hayat boyu güvenebileceğin bir arkadaşın olur. Ne yazık ki senin bir limonluğunun var.” Tam cevap verecekken telefonu kapadı. Her zamanki gibi. Benimle dalga geçtiğini, benim de yediğimi anlamam rahat otuz saniye sürmüştür. Shelley’e yeni müşteri formuyla bankaya yatırılması için parayı vermek üzere dış odaya çıktım. Ted Barlow’un hâlâ orada olduğunu şaşırarak gördüm. Ted, Shelley’nin masasının önünde yaramazlık yapıp dersten sonra öğretmenin önüne çıkarılmış bir çocuk gibi duruyordu. Ben içeri girerken Shelley kızardı ve hemen, “Eminim Kate bu adresi bulmakta güçlük çekmeyecektir, Bay Barlow” dedi. “Tamam, o halde gidebilirim. Sizinle sonra görüşürüz, Bayan Brannigan.” Otomatik olarak “Kate” diye düzelttim. “Bayan Brannigan” kendimi evde kalmış büyük halam gibi hissetmeme neden oluyor. Halam, yaşlandığımızda hepimizin olmak istediği keskin zihinli, yenilmez yaşlılardan biridir. Bencil, hastalık hastası, talepkâr, insanları parmağının ucunda oynatan biri.

İnsanların bana Bayan Brannigan demelerine izin verirsem bu özellikleri sanki bana bulaşırmış gibi bir boş inancım var. Rahatsız bir tavırla, “Tamam Kate” dedi. “Çok teşekkür ederim, her ikinize de.” Kapıya doğru yürüdü. Shelley’nin başı önündeydi, kapı kapanmadan parmakları klavyenin üzerinde uçmaya başlamıştı. “Adresi tarif etmesinin bu kadar uzun sürmesi çok şaşırtıcı” dedim formu masasına koyarken. Shelley, “Adama biraz yakınlık gösteriyordum” dedi. Esmer tende farkedilmesi her zaman kolay değil ama kızardığına yemin edebilirdim. “Bu hareketin övgüye değer. Bu zarfta bin sterlin var. Bankaya yatırabilir misin? Kasaya koymamayı tercih ederim.” “Doğru yaparsın. Yoksa alıp harcardın” diye homurdandı Shelley. Ona dilimi çıkartıp büroma döndüm. Tekrar telefonu kaldırdım.

Bu kez Josh Gilbert’ı aradım. Josh bir finans şirketinin ortağıdır. Bu, yaşlılıklarında beş parasız kalacaklarından paranoya derecesinde korkan, bu yüzden gençliklerinde varlıklarının keyfini sürecekleri yerde nasıl değerlendireceklerini bilemeyen insanlara danışmanlık yapan bir şirketti. Josh onları, paralarını sigorta şirketlerine ve tröstlere yatırmaya ikna eder, sonra kazandığı büyük komisyonlarla kendi emekliliği için planlar yapar. Tek fark, Josh’ın kırk yaşında emekli olmayı planlamasıdır. Şimdi otuz altı yaşında ve hedefe kitlendiğini söylüyor. Ondan nefret ediyorum. Tabii ki yanında bir müşterisi vardı. Ama ben bunu bildiğim için saat başına on dakika kala aramıştım. İki randevu arasında beni arayabileceğini düşünüyordum. Uç dakika sonra onunla konuşmaktaydım. Ted Barlow’un sorununu kısaca anlattım. Josh bir sürü “Hımmm” dedi. Sonunda da, “Adamı bir araştırırım” cevabını verdi. “Konuyla da ilgili bir iki yere sorarım,.

ad vermeden. Tamam mı?” “Harika. Ne zaman sonucu alırız?” Telefonda Josh’ın ajandasının sayfalarını çevirdiğim duydum. “Beni kötü bir haftada yakaladın” dedi. “Herhalde bilgiye dün sahip olmaya ihtiyacın vardı.” “Korkarım öyle. Affedersin.” Merkezi ısıtma sistemine baktıkları zaman tesisatçıların yaptığı gibi soluğunu dişlerinin arasından emdi. “Bugün Salı. Bugün çok doluyum ama yarın bakabilirim” diye mırıldandı, yarı kendine yarı bana. “Ama Perşembe günü boğazıma kadar doluyum, Cuma Londra’dayım… Dinle, Perşembe sabahı; kahvaltı edebilir miyiz? Kötü bir hafta derken ciddiydim.” Derin bir soluk aldım. Sabah uyandığımda kendimi; harika hissetmem, ama iş iştir. “Perşembe günü kahvaltı uygun” diye yalan söyledim. “Nerede?” “Sen seç, parayı sen vereceksin” diye cevapladı Josh.

Yedi buçukta Portland’da karar kıldık. Otomobilinizi sizin için park eden adamlar var orada ve bana göre bu, sabahın erken saatinde büyük bir avantaj. Tekrar saatime baktım. Filmlerimi basmak için zaman kalmamıştı. Bunun yerine bilgisayarın veritabanında Ted Barlow için bir dosya açtım. Colonial Limonluklar Şirketi, sanayi sitesinin en son binasıydı. Ted’in oraya yaptığı limonluk gözümü aldı. Binanın ön cephesi boyunca, rahat dokuz metre uzunluğunda, üç metre derinliğindeydi. Temeli tuğlaydı, ince tuğla direklerle dört ayrı bölüme ayrılmıştı. Birinci bölüm klasik Viktorya Kristal Sarayı tarzıydı, çatısında plastik replika Gotik süsler vardı. İkincisi Edward dönemi bir limonluktu, vitraylarında resmedilen çiçek ve bitkilerin renk ve oranlarındaki yanlışlıklar herhalde botanikçilerin saçlarını başlarını yolmalarına neden olurdu. Üçüncüsü son derece sade ve düz çizgileri olan bir limonluktu. Biraz benimkine benziyordu aslında. Son olarak da Raj’ın Son Günleri havasında bir limonluk vardı, plastik yaldızlı ve kemerli pencereler çok uzaktan maun görüntüsü veriyordu. Hasır mobilyalara kurulup uşağınıza tavus tüyü yelpazeyle sizi serinletmesini emredebileceğiz bir yer.

Güney Manchester’da bunlardan çok var. Limonluğun içinde Colonial Limonluklar’ın bürolarını görebiliyordum. Bir an otomobilin içinde oturup baktım. Kapının hemen yanında C biçimli bir resepsiyon masası vardı. Masanın ardında bir kadın telefonla konuşuyordu. I. Charles’ın yedek peruğuna benzeyen permalı saçları vardı. Zaman zaman bilgisayarında bir tuşa basıyor ve konuşmasına devam etmeden önce ekrana sıkıntıyla bakıyordu. Bir yanda, her birinde telefon ve kâğıt yığını bulunan iki küçük masa vardı. Masalarda oturan kimse yoktu. Arka duvarda ana binaya açılan bir kapı vardı. En uzak köşede küçük bir büro cam panellerle bölünmüştü. Ted Barlow bu büroda gömlek kollarını sıyırmış oturuyordu, kravatı gevşekti ve gömleğinin üst düğmesi açıktı. Bir dosya dolabının içindekileri inceliyordu. Resepsiyonun geri kalanını teşhir panelleri dolduruyordu.

Limonluğa girdim. Resepsiyonist telefona neşeli bir sesle, “Bir dakika lütfen” dedi. Telefon düğmesine basarak bana döndü. Küçük kız sesiyle, “Size nasıl yardımcı olabilirim?” diye sordu. “Bay Barlow’la randevum var. Adım Brannigan. Kate Brannigan.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir