Murathan Mungan – Çador

Birbirine umutsuzca benzeyen uzaktaki çıplak dağlar, birbirinden renksiz alçak tepeler, rüzgârın birbirine yakın boyda yığdığı dalgalı kum tepeleri ve bugüne kadar gördüğü her yeri aynı kayıtsızlıkla kavuran tozlu güneşe karşın, ülkesine yaklaştığını, sınıra pek az kaldığını duyumsuyor Akhbar; bunu yolun tanıdık işaretlerinden değil, kalbinin, anısı kendinden bile uzaklaşmış kuytu derinliklerinden biliyor. Sıcak her ikisini de uyuşturmuş. Bir süredir hiç konuşmuyor, yolun, sıcağın, bir yaklaşıp bir uzaklaştıkları başuçlarındaki çölün sesini dinliyorlar. Birbirlerine anlatacaklarını çabucak tüketmiş, yol uzadıkça da konuşma heveslerini yitirmişler. Çöl açıklarından esen acı sıcak, ısırıcı rüzgârdan korunmak için sımsıkı kapadıkları camlara yapışmış kumların beneklediği görüntü, nereden geçtikleri ya da nereye gittikleri konusunda bir şey söylemiyor Akhbar’a. Arkası açık, yolculuklarda yara almış boyası farklı renklerle yamanmış, lastikleri iri dişli, yüksek, eski bir araba bu… Yol boyu defalarca durmak zorunda kalmışlar. Kimi serinlik yerlerde güç tazelemişler. Akhbar, şoförün alnından boynuna kadar süzülen teri görünce, elini kendi yüzüne götürmeyi akıl ediyor. Bir süre sonra insan, terini silmekten vazgeçer, bunu biliyor. Üzeri sütbeyazı ipliklerle beneklenmiş sarı ipekli sarığının ince, serin kumaşıyla yüzünün ve başının terini alıp sarığını yeniden doluyor başına, sıkılıyor. Elleriyle oğuşturarak sanki yüzünü tazeliyor. Akhbar’ın hazırlığını anlamış olan şoför, onu onaylarcasına, “Sınıra yaklaştık,” diyerek gülümsüyor. Kalın mor dudaklarına, araları boşalmış dişlerinin çürüğüne karşın aydınlık bir gülüşü var. İnsanın içinde karanlık duygular uyandırmıyor. Akhbar da gülümsüyor.


Sınırın ilk işaretleri ufukta gözükmeye başladığında, dudaklarının kuruduğunu hisseden Akhbar, matarasını ağzına götürüyor. Nezaket gereği, önce şoföre sorması gerektiğini anımsıyor sonra, “Sen de ister miydin?” diyor. Şoför başını iki yana sallıyor. Uzaktan yalnızca birkaç bina olarak gözüken sınıra yaklaştıklarında, sınırın uzaktan görünenden çok daha fazlasıyla, sımsıkı korunduğunu görüyor Akhbar. Binaların yanı sıra elektrikli tel örgüler, altında mayın olduğunu düşündüren kabarmış toprak parçaları, gözetleme kuleleri, hendekler, siperler; geniş çukurlar içinde ne için yapıldıkları anlaşılmayan her biri bir oda kadar olan küçük kulübeler inşa edilmiş olduğunu görüyor. Geçerliliği defalarca denetlenmiş belgelerinin, yenilenmiş pasaportunun sınır karakolunda sorun çıkarmayacağını umuyorsa da, belli belirsiz bir korku nöbet tutuyor içinde. Uzaktayken duydukları, gazetelerin yazdıkları, kaçanların anlattıkları, her zaman ona beklenmedik tuzaklar hazırlamış olan şanssızlığının yeni bir oyunuyla karşılaşma olasılığı yetiyor içindeki korkuyu diri tutmaya. Yıllar sonra ülkesine dönmek istemesinin kuşku uyandırmasından, bunun, yetkililerce kötü niyetli bir biçimde yorumlanmasından, bu konuda sıkıştırmaya kalktıklarında, nasıl yanıtlayacağını bilemeyeceği akıldışı sorularla karşılaşmaktan çekiniyor. Tek tesellisi, hükümetin devrilmesinden çok daha önce yurtdışına çıkmış olduğu ve bir daha dönmemesinin hiçbir siyasi yönünün bulunmadığı… Bu kadarını onların da bilebileceğini düşünüyor. Sınırlarını bu kadar tutku ve kuşkuyla koruduklarına bakılırsa, bunları da biliyor olmaları gerekir. Her zaman, kimsenin işine karışmayan kendi halinde biri oldu Akhbar. Şoför, onun kaygılarını sezmişçesine, “Boşuna telaşlanma,” diyor. “Göreceksin bak, hiçbir şey olmayacak. Haftada en az beş kere geçiyorum bu yolu. Eskisi kadar sıkı değil hiçbir şey.

Yalan, herkesin gerçeğe bir şey eklemesiyle ortaya çıkar.” Akhbar, bu sözlerin kendisini yatıştırmak için söylenmediğinden emin olmak istiyor gene de. Sınırda durduruluyorlar. Askerler, her gün karşılaşan insanların sıradan selamlaşmasıyla karşılıyorlar arabadan inen şoförü. Bir parça güveni yerine geliyor Akhbar’ın. “Seni sınırdan rahatlıkla geçiririm,” derken yalan söylememiş besbelli. Askerlerle şoför, sınır karakolunun gölgeli yanında ayaküstü birkaç laf ediyorlar. Hallerinden ne konuştukları anlaşılmıyor. Hepsinin de yüzünde, davranışlarında hiçbir anlama gelmeyecek kadar düz, sıradan, neredeyse üzerinde özel olarak çalışılmış bir olağanlık hali var. Az sonra Akhbar’ı da yanlarına alıp hep birlikte karakolun iç kısmına geçiyorlar. Tavandaki geniş kanatlı dev hantal vantilatörün sinir bozan gıcırtılı sesinden başka ses yok. Masanın arkasında oturan, çatılmış kaşlarının gölgelendirdiği yüzünde taşıllaşmış bir nefret barındıran rütbesi yüksek bir asker, Akhbar’ın belgelerini, pasaportunu, hiç konuşmadan inanmaz gözlerle uzun uzun inceliyor. Karşısındakini tuzağa düşürmek istercesine, arada bir aniden başını kaldırarak, kâğıtlarda bulamadığı bir cevabı Akhbar’ın yüzünde bulacakmış gibi delici nazarlarla bakıyor; belli ki, yurda girişte az kullanılan bir sınır kapısının kullanılmış olmasının uyandırdığı olası kuşkuları tartıyor içinde. Akhbar, suçlu olmayan insanların böyle durumlardaki suçlu bakışlarıyla gözlerini kaçırıyor. Haksız yere kurban seçilme korkusunun bakışları bu… Dönüp de yeniden arabaya bindiklerinde, kendini olağanüstü hafiflemiş hissediyor Akhbar.

Kaç yılın korkusu bir anda dinmişti sanki. Yurdundan uzak geçirdiği bütün gecelerin sabahı birden olmuştu. Korkulu bir rüyanın sabahında, yeniden tanıdığı, bildiği, güvenli kollarda gözünü açmış gibiydi. Yolun bundan sonrasının çok daha çabuk geçeceğine inanıyor. Birden sıcağı bile unuttuğunu fark ediyor. Şoförün kendisinden aldığı hiç de az sayılmayacak parayı hak etmiş olduğunu düşünüyor. “Sana niye hiç belge sormadılar?” diyor. “Söyledim ya, haftada en az beş kere gidip geliyorum. Annemden bile daha iyi tanıyorlar beni artık. Ne belgesi soracaklar bana? Yanlış bir şey yapmayacağımı onlar da biliyor. Kaçak taşımak çok daha kârlı bir iş ama, ben bugüne kadar bir tane bile kaçak taşımadım. Ne zaman kaybedeceğini bilemez insan. Başımı derde sokacak hiçbir şey yapmam.” “Bana niye inandın peki? Sana yalan söylemiş olabilirdim.” “Okuma yazma bilmem, ama harfleri tanırım, harflerimi tanıdığım için gördüğüm yazıyı anlarım.

İnsan yüzleri benim için yazı gibidir.” Akhbar’ın yüzü seğiriyor. Yeniden uzun uzun susuyorlar. Sınır karakolunu geçtikten bir süre sonra karşılarına, çevresi eski kalelere benzetilerek kalın, yüksek duvarlarla örülmüş, görüldüğü kadarıyla içinde birbirine bağlı birkaç büyük binanın yer aldığı yekpare bir yapı çıkıyor. Tekin olmayan, ürkütücü bir görünüşü var. Masallarda iyi insanların kaçırılıp kapatıldıkları kötü kalelere benziyor. “Nedir bu?” diye şaşkınlıkla soruyor Akhbar. “Toplama noktası dedikleri yer. Hem mahkeme, hem hapishane, hem kamp yeri. Birçok şeyin birden yapıldığı bir yer anlayacağın. Kaçaklar, suçlular, sınır ihlalcileri hep buraya getirilir. Sonra ne yapılırsa yapılır.” Yapıya yaklaşırken, yapının hizasına düşen noktada nöbet tutan askerler uzaktan “yavaşla” işareti yapıyor; araba yavaşlayıp yaklaştığında arabanın içine güvensiz ve keskin bakışlarla göz attıktan sonra, “geç” işareti veriyorlar. Araba yeniden hızlanıyor. Az sonra, yolun kenarında topraktan tüten bir sanrı gibi bir adam bitiveriyor.

Bu sıcakta kafasında yalnızca incecik bir poşi olduğu halde, bir yere yetişecekmiş gibi hızlı adımlarla kendi kendine konuşa konuşa yürüyor. Şoför, dönüp Akhbar’ın kaygılı bir merakla derinleşen yüzüne baktıktan sonra, “Meczuptur,” diyor. “Bu yolu her gün yürür. Yaz kış hiç üşenmeden her gün ta şehirden ardımızda bıraktığımız toplama noktasına kadar yürür ve geri döner.” Akhbar dönüp şoförün yüzüne, sözlerinin gerisini getirmesini istediği bir merakla bakıyor. “Hikâyesini anlatmamı ister misin?” “Tabii.” “Yakın zamanlara kadar mutlu bir adammış aslında. Yeni evlendiği ve çok sevdiği güzel bir karısı, güzel bir işi, düzenli bir hayatı varmış. Bir gün oturdukları şehirden kalkıp komşu şehirlerden birine, kayınvalidesini ziyarete gitmişler. Birkaç gün onlarla kaldıktan sonra, geri dönüş yolunda, çevirme yapan askerler tarafından arabalarının önü kesilmiş; kimlik denetimi sırasında, evlilik cüzdanlarını yanlarına almadıkları anlaşılmış. Karı koca olduklarını kanıtlayacak hiçbir belge yokmuş yanlarında. Askerler, ikisinin karı koca olduğundan şüphe ettiklerini, üstelik karısının aranan fahişelerden biri olabileceğini söyleyerek, ikisini de tutuklayıp az önce gördüğümüz toplama noktasına getirmişler. Adamcağız bir türlü ikna edememiş onları. Toplama noktasında acil mahkemeye çıkarmışlar adamla kadını. Hemen her yerden çeşitli nedenlerle toplanan çeşitli kişilerle hıncahınç doluymuş mahkeme avlusu: Arananlar, kaçaklar, fahişeler, hırsızlar, şüpheliler, sınır ihlalcileri… Sonunda, mahkeme eve gidip evlilik cüzdanlarını alıp getirmesi kaydıyla, karısını alıkoymuş, adamı salmış.

Adam yolda hiç durmadan son hızla evine gitmiş, evlilik cüzdanlarını kaptığı gibi hiç zaman yitirmeden yola çıkarak gerisin geri toplama noktasına gelmiş, bakmış karısı ortada yok, yalnızca karısı da değil, hiç kimse görünmüyor ortalıkta.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir