Nazım Tektaş – Pargalı İbrahim

İbretlerle dolu bir hayatı var Pargalı’nın. Osmanlı Devleti’nde yükselmenin sırrı adeta onda vücut bulmuş gibidir. Mevlana’nın insanlığa bir çağrısı olarak dünyada duymayanın kalmadığı sözlerin canlı misalidir, Pargalı İbrahim. Kadın ve erkek olarak başka örnekler de var Osmanlı’nın dokunduğu balçığı altın yaptığına dair. Fakat bunun zirvesi birkaç kişi ve bunların, erkekler arasındaki birincisi, anılan şahıstır. Cins bir tay gibi çıkıp sahneye, devamlı şampiyonluğa koşan, engelleri gözü kapalı aşan, lâkin nefesleneceği yeri dahi bilmeyen bir küheylandır Pargalı. Önceleri ‘Frenk İbrahim’ diye hitap edilirdi milliyetinden dolayı, bilahare ‘Makbul’ sonra, Yavuz Sultan Selim’in kızı Hatice Sultan’la evliliği dolayısıyla ‘Damat’ ünvanıyla anıldı. Bu, zirvelerin karakteri çözülemeyen meşhur adamı nihayetinde ‘Maktul’ oldu, bunun sebebi de sadece kendisidir. Toprağımıza nereden geldiğiyle ilgili, yabancı bir bitkininkine benzeyen hikâyesi var İbrahim’in. İlk göründüğü günlere, bilhassa da ondan öncesine dair bin parça olan bilgilerin bire indirilmesine ve onun ışığında İbrahim’in tanınmasına çalışılacak. Bazı bilinmezler gelecek çeşitli renklere bürünmüş olarak, onları da bir şekil ve bir renk hâline getirmek muradımız olacak. Devletimizde üstlendiği vazifeler, o vazifelerde gösterdiği başarılar ve başarısızlıklar pek mühim. İmparatorlukta, konumuyla ilgili işleri yürütüşündeki farklı usul ve kendisine biçtiği rol, hayretle takip edilecek. İlk göründüğü günden itibaren Pargalı bir Rum çocuğunun hikâyesine başlıyoruz: Meçhulün İzleri İbrahim’in Türkiye macerasının başlangıcı, biraz da zorlama anlatımlarla anlatılır. Kesin bilginin ayırt edilmesi mümkün olmadığından, zayıf görünen bir rivayetle yolu açmaya çalışacağız: İkinci Bâyezid zamanında, Bosna Beyler-beyi İskender Paşa, esir olarak ele geçirip, Kefe Sancakbeyliğinde bulunan Şehzade Süleyman’a hediye etmiş, ikisi beraber büyümüşler.


[1] Büyük bir ihtimalle bu görüş doğru değil, tarihi vakalar ve şahıslarla örtüşmüyor. İskender Paşa’nın Bosna Beylerbeyiliği ve bahse konu akını 1500’den evvel, Şehzade Süleyman’ın Kefe Sancakbeyliği 1509’da başlıyor. İlk adını bilmediğimiz, baştan itibaren İbrahim diye anacağımız çocuk esir alındığında ‘altı yaşındaydı’ denir, o tarihte Süleyman on beş yaşındaydı. İkisi arasında bir iki yaş olduğu tespit edildiğine göre, bu anlatılan dilleri, güzel konuşma sanatını, şiiri ve musikiyi öğrettirdi. Oğlanı günün birinde evlât edinmeyi veya belki de iyi yetişmesinden istifade ederek pahalı satmayı düşündüğünden, devamlı olarak güzel giyinmesini temin ederdi. Her zaman çocuğun tabiattan ve eğitimden elde ettiği kabiliyetleri anlatırdı. Gittiği yerlerde arkasında genç köleyi götürür, böylece yakışıklılığını herkesin görmesini sağlardı. Gerek erkekler, gerek kadınlar bu köleyi o hanımdan kıskanırlardı.” (Lamartin, 3. c. 736.s.) “İbrahim Paşa, Parga’da daha sonra bu bölgede bir sancağa yönetici olan fakir bir Hıristiyan köylüsünün oğlu idi. Köle olarak -Ayamavra’nın fethi sırasında esir alınmıştı- Sultan Süleyman’la birlikte Manisa’da büyümüş ve tıpkı Hürrem Sultan gibi ince ve zeki bir yapıya sahip olduğu için, hükümdarın sadece güvenini değil, dostluğunu da kazandı. Güzel konuşmayı biliyor ve büyük savaş kahramanlarının hayatlarını inceliyordu.

Aynı zamanda coğrafya, felsefe ve hukukla ilgileniyordu.” [2] Ayamavra Adası, Fatih Sultan Mehmet zamanında feth edilmişti; İbrahim’in esir alındığı yer adında yanlışlık yapılmıştır. Şans Tesadüfü Şehzade Süleyman, şanlı Sultan Selim’in tek oğlu olarak padişahlık talimi yapıyor, 1513’ten beri Saruhan Sancakbeyi olarak Manisa’da bulunuyordu. Burası o zaman itibariyle pek huzurlu bir yer değil. Selim-Bâyezid, sonra Selim-kardeşleri uzun süre birbirleriyle uğraştılar, asayiş sarsılmıştı bazı yerlerde. İşte o hengâmede eşkıyalık, haydutluk almış yürümüş Manisa’da. Yirmi yaşlarındaki Şehzade bunalıyor vaziyetin düzensizliğinden, babasından geniş yetki istiyor ve alıyor. [3] Babasının verdiği adı öğrenemediğimiz, Manisalı kadının İbrahim dediği çocuk delikanlı olmuş, görünüşü ve maharetleriyle dillere destan bir hayat sürüyordu. Köle değil de sanki padişahın tek şehzadesi, neşeli ve oldukça şen tabiatlı. Canının çektiğini yapıyor. Havanın iyi olduğu bazı günler, ormanın serin gölgelerinde kemanına dil verip, tabiat ana’ya müzik ziyafeti çekiyor, bundan aldığı haz sonsuz. Şehzade Süleyman, düzensizliğin hüküm sürdüğü günlerden, yaşanan gailelerden bıkmış, etrafındakilerin alışılmış saygı gösterilerinden usanmıştı. Ormanlık alana canını dar atan, biraz avlanmak ve kafasındaki sıkıcı düşünceleri dağıtmak isteyen Şehzade neyle karşılaşacağından habersiz. Ormanın kuytuluğunda, hafif hışırtılarına kulak kabarttığı yeşilliklere dalıp keyfince dinlenen Süleyman, bu hâliyle gönlünü ferahlatırken, duyduğu keman sesiyle sarsıldı. Sanki bu ses cansız tellerden değil de o tellere konmuş bülbüllerden geliyordu.

Ama şu farla ki dertli bülbül değildi şakıyan, yanık bir ses fakat huzur verici. İşte bu yanıklığın şakraklıkla iç içe girdiği efsunlu melodiler, Köle İbrahim ile Şehzade Süleyman’ın kaderlerini, çözülmesi zor, sağlam bir düğümle birbirine bağlayacaktı. Şehzade Süleyman on beş, on sekiz yaş arası, Köle İbrahim’in de ondan çok az büyük yahut küçük olduğu sanılıyor ki emsal dahi sayılabiliyorlar. İbrahim’in yüzünden huzur akıyor, Süleyman’ın yüzünde, yaşadığı olayların yamadığı hüzün var. Aslında tersi yakışırdı ise de durum bu. Ancak, Süleyman’la İbrahim bir araya gelince hüzünle huzurun dengesi sağlanıyor. Talih’in Güler Yüzü Şehzade Süleyman imkânların azamisine sahip olsa da, İbrahim’i tanıdıktan sonra bir şeylerin eksik olduğunu fark etti. Dinden-imandan, tarihten, edebiyattan, musikiden ve bazen de boş şeylerden bahsedilmeliydi günlük hayatta. Ne de olsa istikbalin padişahıydı Şehzade Süleyman, devlet büyük, yükü ağır, işi zor. Lalası ve hocaları iyi bir padişah olarak yetişmesine gayret ederlerken, ruhunun açlık çektiği başka duygularını hesap edemiyorlardı, belki kendisi de farkında değildi bunun. Pargalı İbrahim yeni bir pencere açtı Şehzade Süleyman’ın ufkunda, hatırını, gücünü kullanıp arada bir görüşmeyi daimiye çevirmek için Köle İbrahim’i, sahibesi bulunup, yetişmesinde büyük payı bulunan dul kadından istedi. Ne denebilir ki böyle bir teklife? Dul ve muhtemelen yaşlı da olan kadın, İbrahim’in daha mutlu bir ortama kavuşacağını, ayrıca istikbalinin daha da iyi olacağını düşündüğü için, tereddütsüz “olur,” dedi. Şehzade Süleyman ile Köle İbrahim’in, ecel ayırana kadar birbirinden kopmayacakları bu bağlanmanın yılını, ayını, gününü bilmiyor ve de önemsemiyoruz. Pargalı gemicinin esir alınmış, köle edilmiş oğlu, padişahın oğluyla arkadaş olma şerefine kavuşturuldu. Bundan sonra hiç kimse ona köle diyemeyecek, Şehzade’ye saygı göstermek mecburiyetinde olanlar, ona da saygılı olacak.

Kölelikten azat edilmiş, arkadaşlık zinciriyle bağlanmıştır, Manisa Sarayı’nda Şehzade ile yarenlik edebilen bir dosttur eski köle İbrahim. Her ne kadar idiyse önlerindeki zaman, bunu günlerini gün ederek değerlendirdiler. İbrahim, şen tavrıyla, musiki ziyafeti, tatlı ve bilgi kokan derin sohbetiyle Şehzade’nin yüzünü güldürürken, zeki davranışlarıyla da güven veriyordu. Dost ve arkadaş oldular, zaman akıp gitti. İbrahim, Padişah Sarayında Yavuz Sultan Selim, çok hızlı yaşadı, onlarca yılın zor kaldıracağı mücadeleleri sekiz seneye sığdırmıştı, 22 Eylül 1520’de ecele teslim oldu. Osmanlı cihan tahtının rakipsiz adayı Şehzade Süleyman’ı bekleyen İstanbul’a, iki arkadaş beraberce geldiler. Süleyman, dünyanın en büyük ve itibarlı devletinin padişahı, İbrahim onun en yakını, can dostu. Tabiatıyla aynı merdivenin değişik basamaklarında bulunacaklar, en üstteki aşağıdakini, kuralları da zorlamak suretiyle en yakınına çekip çıkaracak. İşte Pargalı İbrahim’in, Allah vergisi özelliklerini kendi gayretiyle zenginleştirip, ikbal merdivenine kurulup tırmanışa geçeceği günler başlıyor. Kabiliyeti beyninde, hırsı yüreğinde olan İbrahim’in birden zıplatılması akıl kârı olmadığı için, saray’da küçük bir memuriyetle -Hasoda başılıkla- göreve başlatıldı. İşte o küçük memuriyetin mahiyeti: “Enderun’un birinci ve en mühim teşekküllerinden biri olan has odanın başına verilen addır. Hasoda başı aynı zamanda erkân-ı havas-ı cüvanı denilen ağaların da büyüklerindendi. (…) Hasoda başı merasimlerde padişahın elbisesini giydirmek ve soydurmakla muvazzaftı. (vazifeli) Padişah nereye giderse o da beraber giderdi. Hasoda başına tavaşı (hadım) denilen Ak ağalardan tayin olunanlar bulunduğu gibi enderundan yetişmiş iç oğlanlarından tayin olanlar da vardı.

On altıncı asırda Hasoda başının yevmiyesi altmış akçe idi. (…) Hasoda başının derecesi Kapı Ağası payesi ise de Kapı Ağası kendisinden evvel gelirdi. Padişah’ın dört mühründen biri Hasoda başı da bulunurdu.” (Tarih Deyimleri ve Terimleri) 1521’de Kapı Ağası oldu. Esasen lafın gelişi küçük bir görev deniyor Frenk İbrahim’in getirildiği yerlere, hedeflenen yerin yanında küçük. Kapı Ağa’lığı, Saray’da birçok önemli memuriyetlerde bulunanların amiri hükmünde bir makamdır.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir