Peter Weiss – Direnmenin Estetiği

Dört bir yanımız taşın içinden kabaran insan bedenleriyle çevriliydi, bazıları öbek öbek birbirlerine sarmalanmış figürler, bazıları da varlıklarını ancak kolsuz, bacaksız ve başsız bir gövdeyle, desteklenmiş bir kolla, çatlamış bir kalçayla, dökülen bir doku parçasıyla belli eden kırık kalıntılar; geriye kaykılmışlıklarıyla, kaçmakta ve saldırmakta oluşlarıyla, birbirlerini koruyuşlarıyla, parmaklarının ucunda yükselişleri veya iki büklüm duruşlarıyla savaştıkları her hallerinden belli olan gövdeler; yere serilmiş ölülerin bile yalın ayaklarıyla, dönük sırtlarıyla, baldır konturlarıy-la katıldıkları tek, ortak bir devinim. Boz duvarın içinden fırlayan, yetkinliği ve bütünlüğü ancak anılarda kalmış, taştaki biçimleri silikleşmeye yüz tutmuş devasa boyutlarda bir boğuşma. Bir şey tutmak ister gibi pütürlü yüzeyin içinden uzanan ve ancak aradaki boş kısımdan sonra omzuyla birleşen bir el; derin çatlakları, kıvırcık sakalların çevrelediği, ağzı ardına kadar açılmış, gözleri boş boş bakan kırık dökük ve derin çatlakların açıldığı bir yüz, bir giysinin kat kat kıvrımları; zamanın yıkıcı etkisiyle her şey nihayetine ermek ve kaynağına dönmek üzere. İfadelerini korumayı başarmış olan ayrıntılar, bütünün anlaşılmasını sağlayan ve dağılmaya yüz tutmuş kalıntılar, kasların ve kas liflerinin can verdiği parlak bir pürüzsüzlüğün yanı sıra ne olduğu belirsiz çıkıntılar, gerilmiş koşumlarıyla atlar, yuvarlak kalkanlar, fırlatılmaya hazır mızraklar, işlenmemiş oval bir taştan başka bir şeye benzemeyen, Ortadan ikiye yarılmış bir kafa, gerilmiş kanatlar, zaferle kalkan bir kol, figürlerden birisi sıçrarken ortaya çıkan ve çevresinde giysi kumaşları dalgalanan bir topuk, artık yerinde olmayan kılıcı tutan sıkılmış bir yumruk, insanların böğürlerine ve enselerine dişlerini geçirmiş uzun tüyleri salkım saçak av köpekleri, sadece ucu kalmış parmağıyla üstüne atlamakta olan hayvanın gözlerini gösterirken yere düşmekte olan bir adam, savaşçı kadınlardan birini korumak için saldırıya hazır pençeleriyle onun önüne atlamakta olan bir aslan, kuş pençeli eller, pörtlek alınlardan fırlayan boynuzlar, birbirlerine dolanmış, üstleri pul pul bacaklar, her yanda karınlara ve boyunlara dolanmış, dillerini oynatan, keskin dişlerini göstererek çıplak göğüsleri sokan yılanlar. Bir yanda eski canlılıklarını yitirmekte olan bu insan eseri yüzler, bu parçalanmış görkemli eller, donuk kaya kütlesinin içine çekip gözlerden sakladığı bu kocaman kanatlar, bu taş bakış, çığlık atmak üzere ardına kadar açılmış bu ağızlar, bu koşuşturma, bu tepinmeler ağır silahların bu darbeleri, zırhlı tekerleklerin bu dönüşü, saçtıkları şimşekler, bu ezip geçmeler, bu şahlanışlar ve yıkılışlar, pütürlü taş kütlesinden çıkıp yükselmek için harcanan bu sonsuz çaba. Öte yanda saçların zarif bukleleri, hafif giysilerin bedenleri sarışındaki incelik, kalkan kayışlarındaki ve miğfer kenarlarındaki işlemeler, acımasız bir mücadelenin, keskin kılıçların mahşeri içine düşmüş okşanası bedenlerin yaydığı ışığın yumuşaklığı. Birbirlerini tutan, iten, ezen, boğazlayan donuk çehreli figürler, atlarından kayıp düşerken dizginlere dolananlar; bir yanda keskin kılıçlar karşısındaki korunmasız çıplak tenler, öte yanda soylu ve tanrısal bir soğukluk, bir yanda bir deniz canavarının, bir zümrüdüankanın, bir Kentau-ros’un yenilmezliği, öte yanda acı ve umutsuzluktan çarpılan yüzler; mahşeri bir boğuşma hali; inceleyici gözlerle baktığımız bu kabartma frizindeki bedenleri türlü şekiller alan bu figürler tanrısal bir hükmü yerine getirir gibi çılgınca bir şiddetle birbirlerine saldırırken kıpırtısız ve umursamazdılar, duyulmayan bir böğürtüyle bağırıyorlardı, hepsi acıyla başkalaşırken ürküntü halinde ve sabırla, sürgit bir boyun eğme ve sürgit bir başkaldırı içinde bir uyanışı bekliyor, üstlerine gelen tehlikeyi bertaraf etmek ve son noktayı koymak için olağanüstü bir güç harcıyorlardı. Etraftan ara sıra hafif bir tınlama ve hışırtı duyuluyor, birkaç dakika boyunca adımların yankısı ve insan sesleri çevremizi sarıyordu, sonra yeniden bu çarpışmayla baş başa kalıyorduk; bakışlarımız sandaletlerin içindeki ayak parmaklarında gezindi, sonra yere düşmüş birinin parçalanmış başından irkiltiyle uzaklaşıp can veren başka birine kaydı, ölmekte olanın takatsiz eli, onu perçeminden yakalamış bir tanrıçanın koluna dokunuyordu hafifçe okşar gibi. Kabartma frizinin bittiği yer olan şerit halindeki çıkıntı savaşanlar için ayaklarını bastıkları zemindi, bu dar ve pürüzsüz şeritten yükselerek kendilerini bu kargaşanın içine atıyorlar, atların nalları bu şeride vuruyor, giysilerin kenar süsleri bu zemini yalıyor, yılansı bacaklar bu şeridin üstünde kıvrılıp bükülüyordu; bu zemin yalnızca bir tek yerde kırıktı, oradan toprağın cini yukarı doğru yükseliyordu; boş göz yuvalarının altındaki parçalanmış yüzüyle, ince bir giysiye sarınmış kocaman göğüsleriyle, kopan parçaları yüzünden yumruya dönüşmüş olan eliyle bir şey ararcasma ve öteki eliyle teslim olduğunu belli edercesine taşın kenarından yükseliyordu; birden kaba saba bir elin parmakları pervaza doğru uzandı, sanki toprak cininin bileğine ulaşmak istiyorlardı, kabartmaların altında el yordamıyla, taşa kazınmış harflerin silik izlerini aradı parmaklar, ardından bu parmakların sahibi Coppi, tel çerçeveli gözlüğünün ardındaki miyop gözleriyle, Heilmann’ın yanında getirdiği kitabın yardımıyla söktüğü bu harflere yaklaştı. Yayvan ağızlı, ince dudaklı, büyük sivri burunlu Coppi daha sonra Heilmann’a dönüp pür dikkat ona kulak verdi, birlikte bu kargaşanın içindeki tarafları isimleriyle belirleyip çevremizde dalgalanmakta olan gürültü eşliğinde savaşın nedenleri üzerine konuşmaya başladık. Belirsizlikten hiç hoşlanmayan, kaynağı belirtilmemiş yorumlara katlanamayan, ama edebiyatın gereği olarak algının arada sırada bilinçli olarak serbest bırakılmasını da gerekli gören, hem bilim adamı hem kâhin olmak isteyen, kendisine Rimbaud dediğimiz on beş yaşındaki Heilmann bize, yirmi yaşına yeni girmiş, okulu bitireli dört yıl olmuş, hem iş hayatını hem de işsizliği tanımış olan iki dostuna, bana ve devlet karşıtı bildiriler dağıtmaktan bir yıl içerde yatan Coppi’ye, Zeus’un yönetimindeki tanrıların devler karşısında kazandığı zaferin ifadesi olan bu boğuşmanın anlamını açıklıyordu. Yarı bedeni topraktan fırlamış Gaia’nın önünde duruyorduk, onun oğulları olan Gigantlar küstahça tanrıların kutsallığına başkaldırmışlardı, ama Pergamon topraklarında gelmiş geçmiş bütün mücadeleler, karşımızdaki bu tasvirin altında gizliydi. Attalos hanedanının kralları yontucularından, binlerce yaşamın uğrunda harcandığı geçici varlıklarının ebedi bir boyuta taşınmasını istemiş ve kendi yüceliklerini ve ölümsüzlüklerini anıtlaştırmalardı. Kuzeyden topraklarına sızan Galatların dize getirilmesi, soylu kavmin vahşi ve çapulcu güçler karşısında kazandığı zafer anlamına geliyordu ve taş oyucular, çelik kalemleri ve çekiçleri, tebaanın huşuyla önünde eğileceği ebedi bir düzeni resmetmişti. Tarihsel olaylar mitsel bir kılıfla seriliyordu gözler önüne, son derece somut, ürküntü ve hayranlık uyandırıcıydı, ama yine de insanoğlunun değil de insanüstü bir gücün eseri gibiydi her şey, karşısında çaresiz boyun eğilmesi gereken bu gücün bir yanında sayısız köle ve esir, öbür yanındaysa bir hareketle yazgıları belirleyen bir azınlık vardı.


Halk, tören günlerinde bu yapıtın önünden gelip geçerken başını kaldırıp kendi tarihinin yansımasına bakmaya cesaret edemezdi, oysa din adamlarının yanı sıra filozoflar, şairler, oraya yolu düşen sanatçılar, tapınağı çoktandır uzman gözüyle arşınlıyorlardı ve cahiller için açıklanamaz olan bu yapıt, ehiller için nesnel ölçülerle değerlendirilebilecek bir zanaattı. İşi bilenler, uzmanlar sanattan söz edip hareketin uyumunu, bedenlerin dilinin iç içe geçişlerini göklere çıkarırken, eğitimden ve kültürden uzak kalanların gözleri, ardına kadar açılmış hayvan ağızlarına takılıyor, onların pençe vuruşlarını kendi bedenlerinde hissediyordu. İmtiyazlılar yapıttan zevk alıyor, ötekilerse katı bir hiyerarşinin esiri olarak yapıtla aralarındaki kopukluğu seziyorlardı. Yine de bazı figürler, dedi Heilmann, ayrı bir simgesel anlam taşımıyordu; yenik düşen, kendi canlarına kıyan Galatlar 1 , gerçekte yaşananların trajikliğini doğrudan gösteriyordu. Ama yenilenler, diye araya girdi Coppi, açık alanlarda değil, taht salonla1 Savaşta yendikleri, Galatların can verişlerini tasvir eden heykeller yapan Pergamonlular o zamana kadar görülmemiş biçimde düşmanlarını anıtsallaştırmıştı. (Ç. N. ) rındaki zafer nişanlarının arasında yerlerini almak durumundaydı, kalkanların ve miğferlerin, kılıçların ve mızrakların sırf kimin elinden koparılıp alındığını hatırlatsınlar diye. Savaşların yegâne amacı kralların egemenliğinin kanıtlanmasıydı. Devlerle, cinlerle karşı karşıya gelen tanrılar gücün kimde olduğunu hatırlatmanın ve hafızada canlı tutmanın aracıydı. Egemenlerin piyonu durumundaki isimsiz askerlerin yıllarca süren savaşlarda başka isimsiz askerlerle boğuşmasını resmeden bir yapıtın hizmetkârlara istendiği gibi davranamama, onların konumunu yüceltme tehlikesi vardı, zaferin sahibi savaşanlar değil krallardı ve yenenler tanrılarla eşdeğer tutulurken zayıflar tanrılar katında hor görülenlerdi. İmtiyazlılar tanrıların var olmadığını biliyordu, çünkü tanrı maskesi takanlar kendileriydi. Kendilerini bildikleri için de daha heybetli olmak uğruna ellerinden geleni yapıyorlardı. Sanatın işi, onların konumlarını ve yetkilerini doğaüstü güçlermiş gibi göstermekti. Yetkinliklerinden en ufak bir kuşku duyulmamalıydı.

Heilmann, düzgün hatlı, kalın kaşlı, geniş alınlı aydınlık yüzünü toprağı simgeleyen Gaia’ya dönmüştü. O Ura-nos’u, yani Gök’ü, Pontos’u, yani Deniz’i ve bütün Dağ’ları yaratmıştı. Gigantları, Titanları, Kyklopları ve Erinysleri doğurmuştu. Bizim soyumuz buydu. Onların öykülerine bakarak dünyevi olduklarında karar kıldık. Başımızı kaldırıp topraktan fırlamış olan Gaia’ya baktık tekrar. Yüzünü çevreleyen dalgalı saçları omuzlarına dökülmüştü. Omzunda bir kâse dolusu nar taşıyordu. Ensesinden aşağıya yapraklar ve üzümler sarkıyordu. Yukarı dönmüş kırık dökük yüzünde merhamet dileyen ağzı belli belirsiz seçiliyordu. Çenesinden boğazına kadar bir yara uzanıyordu. En sevdiği oğlu Alkyoneus biraz uzağında dizlerinden birinin üstüne çökmüştü. Yumrulaşmış bir taş parçası halindeki sol elini, annesine dokunmak ister gibi ona uzatmıştı. İleriye doğru uzanmış, parçacıklar halindeki sol bacağının ucunda asılı kalan ayağıysa hafiften ona dokunuyordu. Kalçası, karın bölgesi ve göğsündeki kaslar krampla kasılmıştı.

Zehirli sürüngenin kaburgasında açtığı küçük yaradan ölüm acısı fışkırıyordu. Sırtındaki ardına kadar açılmış kuş kanatları Alkyoneus’un düşüşünü yavaşlatıyordu. Onun hemen üstündeki tanınmaz hale gelmiş çehrenin konturları, boynun ve toplanıp miğferin altına sokulmuş saçların sert çizgileri, Athena’nın acımasızlığının ifadesiydi. Bedenindeki salı-nımla birlikte beli kemerle sıkılmış bol giysisi arkaya uçuşuyordu. Gövdesini saran kumaşın kaymasıyla sol göğsü üzerindeki pul pul zırh ve Medusa’nın küçük çehresi görünüyordu. Koluna geçirdiği yuvarlak kalkanın ağırlığını yeni kahramanlıklara atılmak üzere öne doğru vermişti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir