Taha Caglaroglu – Risalei Nur Estetigi

Güzellik nedir? Güzelliğin kaynağı madde midir, yoksa mana mı? Güzellik ile hakikatin bir ilişkisi var mıdır? Sanat nedir? Sanat-kutsal ilişkisi nedir? Hüznün güzelliği, ölümün güzelliği diye bir şey olabilir mi? Felsefede ‘kötülük problemi’ olarak konuşulagelen sorun hakkında neler söylenebilir? İşte bu sorular çevresinde gelişen konular, insanların zihinlerini hep meşgul etti. Risale-i Nur’daki estetiği aramak amacıyla bu konular, bizim de gündemimize düştü. Güzellik, estetik tecrübe, hayata güzel bakmak, hikmetin güzelliklerini fark etmek Risale-i Nur’da nasıl ele alınıyordu? Bediüzzaman’ın güzel sanatlara ilgisi var mıydı? Bediüzzaman’ın ara sıra ibret için sinemaya gittiğini ve “sinemada geçmiş zamanın gölgelerini hazır zamana getirmek” ifadesini kullandığını veya “Keşke şair olsaydım…” dediğini kaç kişi biliyordu? Risaledeki güzellik anlayışının temel ilkesi: “Bütün maddî güzellikler kendi hakikatlerinin ve manalarının manevî güzelliklerinden ileri geliyor.” (Şuâlar, Dördüncü Şuâ). Risale-i Nur’da çizilen güzellik tablosuna ‘aşkın güzellik’ demek geldi içimden. ‘Aşkın’ transandantal demek. Bu, içkin/immanent’ın zıddı. Dolayısıyla tabiatüstü/maddi olanın dışında ve esas itibariyle müteal/mavera anlamlarına geliyor. Kâinattaki güzelliklerin tümü, aşkın bir güzelliğin tecellisi, aynası, pırıltıları. Kâinat, her an yeniden inşa edilmekte… Yeryüzüne ve gökyüzüne serilmiş güzel masnular, tatlı mahlûklar ve cemalli mevcutlar Allah’ın kutsi cemâline ve nihayetsiz güzel olan Esmâ-i Hüsnâsının sermedî güzelliklerine ayna olup cilvelerini tazelendirmek için hiç durmayarak gelip gidiyorlar. Kendilerinde görünen güzellikler ve cemaller kendilerinin malı değil; tezahür etmek isteyen sermedî ve mukaddes bir cemâlin, daimî tecelli eden ve görünmek isteyen mücerret ve münezzeh bir güzelliğin işaretleri, alâmetleri, lem’aları ve cilveleri. Allah’ın bitimsiz hüsn-ü cemâlinin bir gölgesi bütün mevcudâtı baştan başa güzelleştirmiş. O münezzeh ve mukaddes güzelliğin bir cilvesi kâinatı baştan başa hüsün ve cemâl lem’alarıyla süslendirip ışıklandırmış. İşlenmiş bir eserin güzelliği, işlemesinin güzelliğine; işlemek güzelliği, ustalığın o sanattan gelen unvanın güzelliğine; ustadaki sanatkârlık unvanının güzelliği o sanatkârın o sanata ait sıfatının güzelliğine; sıfatının güzelliği, yeteneğinin güzelliğine; yeteneğinin güzelliği zâtının ve hakikatinin güzelliğine işaret. Her varlıkta görünen çeşit çeşit güzellik, Sâni-i Zülcelâlde olan fiillerin, isimlerin, sıfatların, şe’nlerin ve Zâtının kendilerine mahsus, münasip ve lâyık ve vâcibiyetine ve kudsiyetine uygun olarak hadsiz kemâlâtlarına, nihayetsiz cemallerine, ayrı ayrı ve bütün kâinatın fevkinde güzelliklerine açıkça delâlet etmekte. Bütün güzel mahlûklar, kafile kafile arkasında durmayarak gelip gidiyor, gözümüzün önünden kayboluyor. Fakat o aynalarda kendini gösteren ve cilvelenen yüksek ve değişmez bir güzellik, tecellîsinde devam ettiğinden o güzellikler o güzellerin malı ve o aynaların cemâli değildir. Bilakis güneşin suyun üzerindeki kabarcıklarda göründüğü gibi, onlar sermedî bir cemâlin ışıkları. Nurun gelmesi elbette nuranîdendir; vücud vermesi mevcuttandır; ihsan gınâdan, cömertlik servetten, öğretmek ilimden, hüsün hasenden, güzelleştirmek güzelden, cemal vermek cemildendir. Bütün güzellikler öyle bir güzelden geliyor ki değişen ve tazelenen kâinat, bütün mevcudatıyla o güzelin cemâlini niteliyor, tanıtıyor. Ceset ruha dayanır; lâfız manaya, suret ise hakikate. Bu maddî ve cismanî olan âlem-i şehadet dahi bir cesettir, bir lâfızdır, bir surettir; gayb âleminin perdesi arkasındaki esmâ-i İlâhiyeye dayanır, onunla hayatlanır, canlanır, ona bakar, güzelleşir. Her şeyin güzelliği kendine göredir ve ayrı ayrıdır. Gözle hissedilen bir güzellik, kulakla hissedilen bir güzellikle bir değildir. İmanın, hakikatin, nurun, çiçeğin, ruhun, suretin, şefkatin, adaletin, merhametin ve hikmetin güzelliği ayrı ayrı. Cemîl-i Zülcelâlin sonsuz güzel olan Esmâ-i Hüsnâsının güzellikleri de ayrı ayrı olduğundan, mevcudatta bulunan güzellikler ayrı ayrı düşmüş. Kâinat sarayı bir aynadır; başkasının cemâlini ve kemâlini göstermek için böyle süslenmiş. Bu sarayın başka emsâli yok ki güzellikleri ondan iktibas edip taklit edilsin. Sarayı yapan ustanın kendine lâyık güzellikleri var ki kâinat bütün güzellikleri ondan iktibas ediyor ve o güzellikleri ifade etmek için bir kitap gibi yazılmış. Risale-i Nur’daki bazı metinler, bana edebiyatçıların, yazarların, şairlerin gözüyle risalelere bakmanın, sanat dünyamıza özgün ufuklar açacağı düşüncesini ilham etti. Kur’ân ayetleri, farklı insanlara (bir âmî, bir şair, haymenîşin bir edib, coğrafyacı bir edib, medeniyet ve heyet-i içtimâiyenin mütehassıs bir hakîmi, hikmet-i tabiiyenin bir feylesofu), (tetkikat-ı felsefe ile âlûde olmayan bir âlim, muhakkik bir hakîm, yeni zamanın feylesofu), (avâm, âlim, kozmoğrafyacı bir feylesof, dikkatli bir hakîm, şairâne bir fikir ve kalp sahibi), (müttakî, sâlih, ârif, âşık) (Sözler, Yirmibeşinci Söz) nasıl farklı manalar düşündürüyorsa Kur’ân’ın tefsiri olan risaleler de farklı mizaçta, anlayışta, derinlikte olan insanlara elbette farklı anlamlar çağrıştıracaktı. Bediüzzaman “Sözler”de, Yirmidördüncü Söz’de Allah’ın farklı isimlerinin insanlara farklı şekilde yansıdığını vurgulayarak esmanın farklı farklı olmasının, insanların dahi bir derece tenevvüüne sebep olduğunu, peygamberlerin, evliyanın, asfiyanın başka başka olduğunu, ehl-i aşkta Vedûd isminin ve ehl-i tefekkürde Hakîm isminin daha ziyâde hâkim olduğunu belirtir. Bediüzzaman, “Dağları birer kazık yapmadık mı?” (Nebe’ Sûresi: 7) ayeti üzerinde dururken sırasıyla ‘bir âmînin, bir şairin, haymenîşin bir edibin, coğrafyacı bir edibin, medeniyet ve heyet-i içtimaiyenin mütehassıs bir hakîminin, hikmet-i tabiiyenin bir feylesofunun’ bu kelâmdan farklı hisseler ve nasipler aldığını vurgular. Bir şair için zemin bir tabandır. Sema kubbesi, üstünde konulmuş yeşil ve elektrik lâmbalarıyla süslenmiş bir muhteşem çadırdır. Şair, semanın etekleri başında görünen dağları o çadırın kazıkları olarak hayal eder. Öyleyse edebiyatçılara, sanatçılara Risaleler hangi ufukları taşıyor? Savaşlar, felaketler, hastalıklar, adaletsizlikler içindeki günümüz dünyasına Risaleler nasıl bir celal-cemal dengesi anlatıyor? Felsefi “bunaltı” içinde kâinata “yabancı”laşan, kendisini bilinmez güçlerce dünyanın ortasına “fırlatılmış” hisseden çağdaş insana Bediüzzaman ne söylüyor? Tüketim, fast-food, eğlence, başıboşluk, boşverme atmosferi içindeki insana iktisat ve kanaati esas alan, dünya zevki namına bir şey bilmeyen, savaş meydanlarında Kur’ân tefsiri yazan, hapishanedeyken karşısındaki liseli kızların elli altmış sene sonrasını iman sinemasıyla görüp ağlayan Bediüzzaman, onlara hangi mesajları veriyor? Dinin yerine sanatı ikame etmek isteyen bir zihniyete karşı hangi önerileri var Risalelerin? “Tabiat Risalesi”, “Ene ve Zerre Risalesi”, “On İkinci Söz”, “Haşir Risalesi” boşuna mı yazıldı? İhtiyarlıktaki ve hastalıktaki güzellikler, niçin bir “İhtiyarlar Risalesi”ni ve “Hastalar Risalesi”ni sundu? İşte bu kitap, böyle bir arayışın ürünü. “Risale-i Nur estetiği”ni arama yolunda bir çaba. Kitabımızda üzerinde durulan hususların daha etraflıca ve derinlemesine işlenmesi, en içten dileğimizdir. Taha ÇAĞLAROĞLU BİRİNCİ BÖLÜM Edebiyatımızda Risale-i Nur ve Bediüzzaman Ankara, Kurtuluş. Dede Efendi Sokak… Yanımda Muhsin Demirel ve Muhammed Özdemir. “Edebiyatımızda Risale ve Bediüzzaman”ın serüveni, 7 Şubat 2009’da Rasim Özdenören’in evinde böylece başladı. Bizi kitap dolu bir salona buyur ediyorlar. Kitaplar oldukça düzenli ve alımlı bir biçimde dizilmiş raflara. Rasim Özdenören 69 yaşında ve hâlâ dupduru bir hafızaya sahip. “Hocam, görüşmeyeli on yıl oldu mu?” şeklindeki sorusuyla beni de şaşırtmıştı; çünkü çok iyi hatırlıyordu. Sonradan ekledi: “Sizin okulunuzu ziyaretimden sonra bir de Kızılay’da görüşmüştük.” diye. Ben de hatırlamıştım, Kızılay’daki karşılaşmamızı. Ben “Edebiyatımızda Risale ve Bediüzzaman” adlı çalışmamdan söz ediyorum. Çarpılmışlar’daki “Mor Sinekler”de geçen ölüm konusuna, orada risaleden yapılan alıntılara değiniyorum. Yıllar önce çekilmiş ve Avrupa’da ödül almış “Çok Sesli Bir Ölüm”de geçen ölümle ilgili sözlerin “Mor Sinekler” öyküsünden filme aktarıldığına işaret ediyor. Mavera dergisinin ilk sayısında (Aralık 1976) yayımlanan ve alışılagelenin dışında, hiçbir noktalama işaretinin kullanılmadığı Mor Sinekler’deki ilgili bölümü hatırlıyoruz: “İnanan adam için ölüm nedir ki dedi Hafız Nedir ki hiç dedi eniştem Hafız eniştemin söylediğini duymadı Bir tebdili mekândır dedi Hepimiz öleceğiz eninde sonunda dayım Bütün nefisler ölümü tadacaklar dedi Hafız hepimiz o yolun yolcusuyuz ama er ama geç (…) Yüzde doksan dokuz ahbabın toplandığı âlemi berzaha bir visal kapısıdır diyor Hafız Nenem başımı kucağına çekti saçlarımı karıştırmaya başladı Hafızın konuşmasından korkuyorum konuşması bir fısıltı olarak sürüp gidiyor hiç böyle uyumadım ben Kabir kapısına ağlayarak değil gülerek gir çünkü cemili zülcelalin dairei rahmetine ve mertebei huzuruna gidiyorsun Hasta bir renge doğru götürdüler beni babamın yüzü gibi ve çökmüş ağzı gibi karanlık ve bir şey olmayan bir yer olmayan Ve ziyafetgâhı ebedisi olan cennete çağrılıyorsun, Konuşuyor Hafız Ölüm idam değil hiçlik değil bitiş değil çöküş değil sönmek değil yokluk değil tesadüf değil belki insanın öz yurduna terhisidir Dilinden anlamadığım bir adamlar konuşuyor bir yer olmayan orada sesleri korkutucu değil ama insanlar korkuyor onların konuşmasından hiçbir yerde görünmeyen belki de oralarda hiç olmayan insanlar Fenaya değil bekaya gidiyorsun ademe değil vücudu daimeye sevk olunuyorsun zulümata değil âlemi nura giriyorsun kesrette boğulmayacaksın vahdet dairesinde teneffüs edeceksin (…) Selâ verildiğini duyduğumuzda güneş iyice yükselmişti poyraz hâlâ sürüyordu yerden toz toprak kaldırarak kâğıtları birtakım paçavraları oraya buraya savurarak Ölüm bi şey değil dedim kızlara birdenbire Sonra birden aklıma geldi Ölüm yokluk değil dedim ne dediğimi bilmeden Sonra güneşin ışıkları altında kuşların cıvıltısını işiterek el ele tutuşup koşmaya başladık” Rasim Ağabey, Zaman gazetesine yazdığı bir yazıda Bediüzzaman’ın başkaları tarafından değinilmeyen bir yönüne işaret ettiğini belirtiyor. Kitaplarına yönelip oradan Acemi Yolcu’yu buluyor. Acemi Yolcu’daki Sinek ve Burada Sineğe Yer Yok başlıklı yazılarından söz ediyor ve Burada Sineğe Yer Yok başlıklı yazısından bir bölüm okuyor bize: “Derken ceketimin cebinde taşıdığım Bediüzzaman Üstad’ın ‘Latif Nükteler’ başlıklı risalesini fark ediyorum. Harika bir tasvir: Üstad, hapishanedeki odasında, güz mevsiminde, sineklerin “terhisat zamanı”na yakın bir vakitte, bencil insanların, küçücük tacizleri için sinekleri ortadan kaldırmak üzere bir ilaç kullandıklarından bahsediyor. Bu olay, üstadın rikkatine dokunuyor. Üst tarafını kitaptan aynen aktarayım, daha iyi: ‘Odamda çamaşır ipi vardı. Bilahare o insanların inadına, sinekler daha ziyade çoğaldılar. Akşam vaktinde, o küçücük kuşlar, o ip üstünde gayet muntazam diziliyorlardı. Çamaşırları sermek için Rüştü’ye dedim: ‘Bu küçücük kuşlara ilişme, başka yere ser.’ O da kemal-i ciddiyetle dedi ki: ‘Bu ip bize lazımdır, sinekler başka yerde kendilerine yer bulsun.’ Yaratılmışa yönelmiş bu sevgiyi daha şiddetli ve daha canlı biçimde dünyanın başka neresinde bulabilirim ben? Üstad’ın sineklere yönelttiği sevgiyi, insanlar birbirine yönelttiklerinde niçin çok görülüyor?” Yanımda getirdiğim Elif dergisinin birinci sayısına ilgiyle bakıyor, kapaktaki Sezai Karakoç’u daha iyi görebilmek için dergiyi masadaki vazoya dayıyor. Dergiye bakıp: “Sezai Karakoç’u kim sevmiyor ki!” diyor. Sezai Karakoç’un üç temel dayanağının Mevlâna, İbni Arabi ve Bediüzzaman olduğunu, Bediüzzaman’ın vefatından dolayı Sezai Karakoç’un “Bir Güneş Battı” başlıklı bir yazı yazdığını vurguluyor. Bir ara söz Albert Camus’ye geliyor ve Sezai Karakoç’un Camus’yü “bilmeden İslâm’ı arayan adam” olarak takdim ettiğini belirtiyor. “Bir Bediüzzaman romanı yazmayı düşünmediniz mi, düşünmez miydiniz?” sorusuna gülümseyerek cevap veriyor. “Onu yazacak romancılar çıkacaktır. O romancı, kendisine özgü tarzı da bulacaktır.” diye ümitvar konuşuyor. Özetle şunları söylüyor:

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir