Sinan Yağmur – Aşkın Gözyaşları #1 Tebrizli Şems

Şems: Beni bugüne kadar doğru yazmayan kalemlere sesleniyorum! Bugünün kalemleri, sözü kendilerinden önce yaşamış hakiki kalemlerden ödünç almadan yazamıyorlar. Ancak o zaman okunabilir sanıyorlar yazdıklarını. Ay gibi onlar. Kendi ışıkları yok… Güneşleri, (Şems’leri)! Asıl kaynakla ilişkiye girmekten nedense korkuyorlar bu yansıtıcı kalemler. Ya çarpılırsak o ışıktan. Gözlerimiz kamaşırsa. Bugüne kadar bildiğimizi sandığımız her şey doğru değilse… Bütün yazdıklarımızın bir yanılgı olduğu ortaya çıkarsa… Sahte hayatların içinde yaşayarak nasıl varılır hakikate! Bir ses, bir sözcük nasıl gelir senin kalemine… O zaman hemen sarılırsın işte daha önce yaşanmış, yazılmış o hakiki yazılara… Ve hakikatle doğrudan ilişki kurmak yerine, o meşakkatli yolculuğu yapanların üzerinden bir defa daha yazmaya kalkışırsın, her sahte sözünüzle eksilttiğiniz gibi gerçeği. Beni yazmaya niyetlenen, beni tanımadan nasıl taşıyabilir deryamı çöllerine? Tasavvufun tozunu yutmayanlar, Konya’nın yolunu tutmayanlar ne derece doğru anlayabilirler beni. Beni anlamayanlar, bana ait olmayan sahte düşlerini benim üzerimden taşıma cüretini nasıl bulabildiler? Yediğim bıçak darbelerinden daha derin acılar verir ruhuma beni olduğum gibi görmeyen yazılar. Ben ki kuralları yıkmaya gelmiş Şems, ben ki dünya nimetlerini elinin tersi ile itmiş Şems, nasıl olur da 40 kural yaftasını yakıştırırlar bana. Neden kendi entrikalarının ortasına yerleştirirler beni? Karşılıksız sevgiyi yaşamak gerekiyormuş. Birini sevmenin, delice bir aşkla bağlanmanın, güzelliğini yaşamanın hazan mevsimine gelmek olduğunu bilmiyordum. Meğer hayatta ne çok şey kaçırmışım… Ya ben erken geldim, ya sen çok geç kaldın vuslata. Cemşid, rüyasında görüp var olduğunu bilmediği maşuku için tahtından vazgeçerek Anadolu’yu karış karış gezdi. Ben Mevlâna için bahtımdan vazgeçmişim çok mu? Hangi kelâm Kimya’nın sırrını çözmüş ki kalemleri ile Kimya’mı yazma cesareti bulmuşlar? Beceremedikleri acemilik yanılgısı aşk senaryolarında benim ismimi ve sevenlerimi kurgulamak hangi vicdanın sesidir? Aşkın kök salmış çınarından korkan, mum titrekliğinde kalemler taşıyan bu insancıklar ateşi avucunda taşıyan beni ve çınarlaşan aşkı nasıl açıklayabilirler? Ateş (Aşk), ağaç, su sadece birer kelimedir sizin için… Bir hikâye kurup, içine yerleştirmeye çabalarsınız hemen bu kelimeleri… Onların kendi hakikatlerini hiç merak etmezsiniz… İç seslerini harflerin… Kanat çırpmalarını, kâinatın ahenkli zikrine katılışını her birinin… Ve sizi nasıl değiştirdiklerini göremezsiniz yaşarken… Siz sadece hikâyelerle ilgilenirsiniz… Hayatınızın bir hikâyesi olmadığı için kelimeleri zorla, o kurduğunuz derme çatma hikâyelerin içine sokmaya zorlarsınız… Emrivaki bir yazım şeklidir bu! Kelimelerin gönlünü almayı bilmezsiniz! Onlara verilen canı hissetmeden, siz, kim olduğunuzu nasıl hissedeceksiniz… Aşkı bilmeden bir kelimeye dokunabilir mi insan? Onu yazıya nasıl sokabilir… Bahçeyi hazırlamadan ağaç fidanını toprağa nasıl dikeceksiniz… Yazının mümbit bahçesi için toprak gereklidir… Aşkın sizin yazı bahçenize nur yağdırmasına ihtiyaç vardır… Aşkı bilmeyen bahçe, toprak, su olabilir mi? Bir kelime olabilir mi? Aşkı bilmeden bir insan yazmaya oturabilir mi? Şems ki, Mevlâna’yı Mevlâna yapandır.


Şems ile karşılaşıncaya kadar Mevlâna bir âlimdir. Konya’nın sevgilisi, olgun ve makul başmüderrisi. Aklın ve onun çocuğu olan, bilimin dairesi içinde dolaşan mantıklı bir İslâm âliminden bir cezbe adamı çıkaran Şems’tir. Şems ansızın gelir. Yaşı kırkı bulmuş olan Mevlâna’nın belki de hiç beklemediği ve ümit etmediği anda. Ama kırk, peygamberî bir yaştır. Üstelik son fırsattır. Çalınır… ardına kadar açılır kapı. Girer içeri sessizce yolcu. Geçiyordur… uğramıştır… kalır… Gariptir Şems. Bu aniden gelen mağrur adam, mağrurluktan başka bir imlâyla mağrurdur. Sahte tevazuyu kibir ile eş tutar ve ondan bu yüzden nefret eder. Kabiliyet bir Allah vergisiyse onu saklamanın da sahtecilik anlamına geldiğini düşünerek mağrurdur. Dili bu yüzden bu kadar keskindir. Kaide dışı ama harikuladedir.

Üstelik her kelâmında ”belâ”ya bir davet vardır. Karanlık ve siyaha ait yabancı. Durak şaşırtan yolcu. Yolcuyu yolundan eyleyen dilber. Kimliği belirsiz; ama olsun: Şems’in saçları Tebriz’in gecesidir. Yüzü İsfahan’ın güneşi. Mihr ve mah onun kelâmından dökülür. Çünkü Şems hatırlatır. Ezelde büyük bir karşılaşma olmuştur. Şems’tir. Şems güneş demektir. Öyle bir taşkın yaratır ki Mevlâna’nın engin denizlere benzeyen; ama henüz rüzgâr görmemiş sakin ve emniyetli ruhunda, Ay’ın küçük denizler üzerinde yarattığı gelgitlerin onun taşkını yanında esamesi bile okunmaz. Çünkü Mevlâna bir okyanustur. Şimdiye değin denizlerin, kamerlerin ardı sıra yürüyüp durmuştur da ancak şimdi güneşin cazibesine tutulmuştur. Gündelik hayatın dağdağasından farklı bir boyutta, suyun toprağa kavuşması gibi değil, iki suyun birbirine kavuşması gibi kavuşurlar.

Şems hem canı, hem cananı olur Mevlâna’nın. Müridi ve mürşidi. Aslında bereketin taşkını bu çoğullukta. Kim âşık kim maşuk, bu kavuşmada belli değildir. Ne gam! Aşktır aralarındaki. Zamanın, mekânın ve cinsiyetin sınırlarını çoktan aşmış, bu aşkınlıkla aşkın kaynağına dayanmış, küstah nazarlarca kavranması mümkün olmayan bir aşk. Anlamayanlar da anlayışsızlıklarında mazur, nereden anlasınlar ki?… Sonu o kadar kanlı geleceği için belki, Şems bir bıçak gibi böler Mevlâna’nın ömrünü tam orta yerinden ikiye. Öncesinde Mevlâna ne idiyse artık o değildir. Temkinliyse temkini bırakır, makul idiyse aklın sınırlarını çatlatır. Şems sükûnet değildi. Mevlâna bu kadar fırtınayı nasıl taşıdı? Nasıl bu kadar yandı da yanmadı? Şüphe yok ki Tebrizli’nin bariz vasfı karanlığıdır. Ama onun karanlığı, karanlık değil, sır olduğu için böyle aydınlatıcıdır. Kim olduğu, ailesi, sülâlesi, mahiyeti belli olmamakla birlikte bu harikulade karanlığa en uygun düşen isim yine de Şems’tir. Şems… Söylemiştim ki güneş demektir. Belki de bu yüzden Mevlevî ayininin rengi önce siyahtır, beyaz tennure sonra açılır.

Adı: Muhammed, babası: Ali, memleketi: Tebriz. Sadece bu kadar. Başka hiçbir şey yok. Ne olur öyle kalsın! Çünkü başkasına gerek yok. Bu ne kadar içli bir kelâmdır böyle. Ve, Şems’e ne kadar yakışmaktadır. İki kubbe var İslâm âleminde; ki, ikisi de yeşil, Kubbe-i Hadra. Biri Peygamber’in, biri Mevlâna’nın. Şimdi Mevlâna, Kubbe-i Hadrası’nın altında. Babası, oğlu, çelebisi ve kâtibi, Selâhaddin’i ve Hüsameddin’i ile üzerine titreyen zarif kalabalığının arasında. Dokunmaya kıyılamayacak denli soylu bir gül; nazlıdır, nazında. Vakurdur, vakarında. Şehirlidir, inceliklidir; nezaketinde, zarafetinde. Ve daha fazlasında, zamana uzanırken. Şems, uzakta.

Karanlığında. Bir köşede. Tenhalığında. Yalnız yatıyor. Yalnızlık aşkın vekâletidir. Ölüm aşkın kefaretidir. Her aşk bir baş götürür. Bu kez baş veren Şems olmuştur. Her şey insanoğluna feda iken, insanoğlu ise kendine cefa olmuştur. Ben Ali oğlu Muhammed. Tarihin andığı üzere: Tebrizli Şems. Dedem Azeri Türküdür. Babam Melekdadoğlu Ali. Dedem Horasanlıdır. Dedem Alamüfte yetişip büyümüş daha sonra, Hasan Sabbah’ın talebelerinden olmuştur.

Horasan’da dedemin ticari bir husumeti nedeniyle ailem Tebriz’e göç ederek oraya yerleşmiş. Ben burada 1183 yılında dünyaya gelmişim. Bana Muhammed ismini vermişler. Soyum Şia’nın İsmailiyye mezhebinden, fıkhi olarak da Caferiyye ekolünü benimsemişlerdir. Dedemin çok hırçın, sivri dilli olduğunu söylerler. Çocukluğumda çok kavgacı ve sözünü esirgemeyen bu yapımdan dolayı annem beni hiç göremediğim dedeme benzetirdi. İnsanların iki yüzlülük ve yalakalıklarına tahammül edemiyordum. Yanlış yapanı gördüğümde öfkeleniyor lâfımı esirgemiyordum. Babam bu özelliğimden dolayı: — Deden dilinden belaları üzerimize çekti. Hiç kimse ile geçinemediğinden oralardan buralara göç etmek zorunda kaldık. Bari sen dilini tutmayı bil oğlum, derdi. Babam iflah olmam ve eğitim almam için beni medresede Kur’an öğrenmeye yolladı. Yaşıtlarım doğru dürüst cümle kuramazken ben yedi yaşında hafızlık eğitimine başlamıştım. Medrese hocası bana sıska ve çelimsiz olduğumdan “tarla kuşu” lakabını vermişti. Oysa ben başlangıçta şahinleşecek sonra rüyalar kuşu üveyik olacaktım, onların haberleri bile yoktu.

Sınıftakiler bir ayda cüzden Kur’an’a geçememişlerdi. Ben geldiğim günün ertesi Kur’an-ı Kerim’e başlamıştım. Hocam şaşırdı. “Sen normal değilsin tarla kuşu” demeye başladı. O gece babam teheccüd namazı kılmaya kalkmıştı. Ben de abdest aldım, arkasında namaza başladım. Selamdan sonra: — Oğlum teheccüd cemaat namazı değildir, uykudan kalkınca kılınır, üstelik sen mükellef yaşta değilsin. Ama namazı kılmana sevindim, diye yanağımdan öperek odasına geçti. Rahlenin üzerindeki Kur’an’ı elime aldım, okumaya başladım. Gecenin ortasında başladığım Kur’an’ı güneşin doğuşuna yakın bitirmek üzereydim. Gözüm yoruldu, dinlenmek için uzandığımda içim geçmiş, rüyamda melekler bana okuduğum âyetleri okuyordu. Uyandım… İçim sevinç dolu uyanışımla Kur’an’ı kapattım. Okuduğum âyetleri unutmamak üzere ezberlediğimi fark ettim. Kur’an’ı tekrar elime aldığımda parmağım tevâfuken Şems Sûresi’ni açtı. Âyetleri okurken onuncu âyete gelince göğsümün balon gibi şiştiğini hissettim.

Orada bayılmışım. Kendime geldiğimde parmağım hâlâ onuncu âyetin üzerinde duruyordu. “Onu arındırıp temizleyen gerçekten felâh bulmuştur. Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp saran da elbette yıkıma uğramıştır.” Bu âyete çarpıldım… tutuldum. vurgun yedim. Şems Sûresi’ne âşık oldum. Bu âyetteki arıtmayı herkes nefsi köreltme anlar. Oysa nefsi olgunlaştırma şeytanı tökezletmedir. Toprağa tohum ekildiğinde yabancı her şeyden arıtıldığı gibi nefis de ilâhi ümitlerle arınır ve Allah’ın lütuf ve inayetine bırakır kendini. Sabahleyin aileme: — Bugünden sonra bana Şems diye seslenin. Kur’an’daki Şems Sûresi’ne âşık oldu evladınız. O günden sonra ismim Şems olarak anıldı. Doğum yerimden dolayı Tebrizli Şems olarak tanındım. Dîni ilimler hocam Rukneddin Secasi, derslerden sıkılıp pencereden bahçeye kaçtığım için, uçan mânasında Pârende demeye başladı.

Haklıydı da. Ömrüm boyunca hiçbir yere bağlanmaksızın oradan oraya uçan bir Şems-i Pârende olacağımı sezmiş olmalıydı. Benim yetişmemde emeği geçen hocalarım: Ebu Bekir Selfebaf, Şeyh Kirmâni ve Rukneddin Secasi’dir. Ancak hocalardan faydalanmam ders tarzından ziyade, sohbet ortamında soru-cevap şeklindedir. Genelde de münazara şeklinde geçiyordu ilim meclisimiz. Ruhumu tam mânası ile doyuran tek hocam Mevlâna’dır. Hoca dediğin hem öğrencin olmalı hem öğretmenin. Dostun olmalı, sırdaşın olmalı. Hoca dediğin gönüldaşın olmalı. “Ben söyleyeyim sen dinle” dememeli. Söylemeden anlamalı. Hoca dediğin hâldaş olmalı. Vaaz verir gibi konuşmamalı. Gönlüne ipotek koymamalı. Bazen hamur etmeli mânayı.

Bir kelime söylemeli ki ciltlerce kitaplardaki mânayı akıtmalı. Damlada deryayı sunmalı hoca dediğin. Arayan olmalı, aranılan olmalı. Hoca dediğin adayan olmalı kendini. Ezber bozan olmalı.Ketumluğa boğmamalı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir