Haber bültenlerine göre son yirmi senenin en sert kışı yaşanıyordu. Haber bültenleri abartmayı severdi. İnsanlar evlerinde soba başında, kalorifer önünde, sevgilinin koynunda ısınırken “Kaç senedir bu yollardayım, böyle cibilliyetsiz hava görmedim,” diyen, yanağında bir İzzet Altınmeşe beni olan şoför ve yadigâr otobüsü çoktan İstanbul sınırlarına girmişti. Başı Rıfat’ın omzuna yaslanmış -uyuduktan sonra başı omzuna düşmüş, Rıfat da uyandırmamıştıhoruldayarak uyuyan adam uyandı. Doğruldu. Rıfat’a baktı. “Oooo, İstanbul’a gelmişiz,” dedi. Rıfat cevap vermedi. Kitap okuyordu. “Ne okuyorsun?” diye sordu. Kitabın kapağını gösterdi Rıfat. “Güzel mi?” dedi adam. “Güzel.” “Ben de çok okumak istiyorum, ama bir türlü zaman olmuyor.” Cevap vermedi Rıfat. “Ne iş yapıyorsun?” “İşsizim.” “Ondan o zaman.” dedi adam sırıtarak. Rıfat yine cevap vermedi. Sayfanın ucunu kıvırdı, kitabı kapattı. Cam buğulanmıştı. İşaret parmağıyla bir daire çizdi, eliyle boyadı. Tanrının makineli tüfeği aralıksız çalışıyor, kar taneleri önüne çıkan her şeye hızla saplanıyordu. Gökyüzü yaşlı bir ten gibi buruşuk ve lekeliydi. Sokaklar, evler, ağaçlar, çöp tenekeleri, arabalar ve kediler bembeyazdı. İstanbul çok çirkin gözüküyordu. Otogar kalabalık değildi. Muavin “Sayın yolcularımız” kısmı dışında pek anlaşılmayan bir anons yaptı. Otobüs durdu. Havada is, kokoreç ve insanın genzini yakan bir mazot kokusu vardı. Rüzgâr bıçak gibi keskin, hava soğuk ve gergindi. Havanın bu gerginliği insanların üzerine de sinmişti. Otobüsten inen yolcular bir an önce evlerine gitmek istiyor, bagaj alma sırasında tartışmalar oluyordu. En arkaya geçti Rıfat, paltosunun yakasını kaldırdı, ellerini cebine koydu. Bekledi. Muavin seri hareketlerle çantaları, bavulları indiriyordu. İnce dudaklarının sağ kenarında yeni yakılmış bir sigara tutuyordu. Sıcak nefesi dışarı çıkarken sigaranın dumanıyla birleşiyor, gri koyu bir duman olup çıkıyordu. “Kaç numara abi?” dedi, üşüyen ellerine birbirine sürtüp, nefesini hohlarken. “On üç,” dedi Rıfat. Ardından “Taksi durağı var mı buralarda?” diye sordu. “Caddenin karşısına geç,” dedi bavulunu uzatırken muavin, “Köşede bir piyango bayisi var, onun önüne geliyor.” Bavulun tutacağını sıkıca kavradı, kaldırdı. Yerdeki su birikintisine karışan mazot gökkuşağı oluşturmuştu. Çevik bir sıçrayışla gökkuşağının üzerinden atladı. Tenhaydı otogar. Belediyenin seçimden önce aceleyle diktiği dalları kardan ağırlaşmış yıkıldı yıkılacak üç çam ağacı, duvar dibine sinmiş seyyar bir kokoreççi, köşedeki büfede birbirine el şakaları yapan iki garson, garaja girip çıkan az sayıda otobüs, yazıhanelerin sıcak havasız odalarına girmek için koşturan birkaç yolcu. Yazıhanelerin camları puslu, içerileri kalabalıktı. Kapılarındaki sarı benizli, lacivert ceketli bir iki erkek, titreyerek sigara içiyordu. Caddenin karşısına geçti. Karla karışık rüzgâra karşı yürümeye başladı. Bir ara yürüyemedi. Durdu. Kafasını eğdi, yürümeye devam etti. Köşeye geldi. Kulübenin tentesinin altına girdi. Kulübenin içinde kocaman bıyıklı bir kafa vardı. Rıfat bıyıklı kafaya dikkatlice baktı. “Taksi buraya mı geliyor?” Bıyıklı kafa bir kez aşağı yukarı sallandı. Kulübenin camında kırmızı renkte yapıştırma harflerle “BÜYÜK İKAMİYE YİMİ BEŞ MİLYON” yazıyordu. R’leri söyleyemeyen birisi R harfini sökmüş olmalıydı. Biletler içerden cama dizilmişti. “Çeyrek bilet ne kadar?” diye sordu. Bıyıklı kafanın yanından bir el çıktı, bütün parmaklarını açtı. “Bir çeyrek,” dedi Rıfat. Bıyıklı kafa yok oldu. Biraz sonra elle birlikte tekrar ortaya çıktı. El uzandı, bileti verdi. Parayı ele verdi. Bıyıklı kafa eldeki paraya baktı. Bir taksi durdu. “Nereye gidiyoruz abi?” diye sordu kırmızı montlu taksici, sol sinyali yakıp, orta şeride geçerken. Üzerinde telefonla konuşulurken alınan notlara özgü eğri büğrü harflerin yazılı olduğu küçük bir kâğıt uzattı. Taksici kâğıdı aldı, baktı, gözleri yolda birkaç dakika düşündü, kâğıdı geri verirken “Tamam,” dedi. Yol uzundu. Rıfat paltosunun iç cebinden kitabını çıkarıp, okumaya başladı. Taksici Rıfat’a baktı. Yola baktı. Kitaba baktı. Yola baktı. İçi içini yiyordu. Rıfat’a baktı. Yola baktı. “Hava da çok soğudu,” dedi. Cevap gelmedi. Bir süre bekledi. Acı gözlerle, “Güzel mi kitap abi?” diye sordu. Rıfat kitaptan kafasını kaldırdı, “Güzel,” dedi. Taksici derin bir nefes aldı. Kıçını hafiften ileri geri oynattı. Rahatlamıştı. “Biz okuyamıyoruz,” dedi. “Günde on dört saat durmadan çalışıyoruz. Plaka bizim olsa amenna. Zaten kazandığımızın yarısı mazota gidiyor. Ne kaldı geriye. Onunla da yaşamaya çalışıyoruz. Bari biz okuyamadık çocuklar okusun, bizim gibi cahil kalmasın. Bi kız, bi oğlan var bende. Ellerinden öperler. Kız bu sene bir’e başladı, oğlan orta üçte. Kız zehir gibi. Herkesten önce söktü okumayı. Kırmızı kurdele taktılar. Oğlan pek çalışmıyor. Zeki ama kendini vermiyor…” Taksinin içi sıcaktı. Yol boştu. Paltosunun ön düğmelerini açtı. Tanrı makineli tüfeği bırakıp revolvere geçmişti. Silecekler durmadan birbirini kovalıyordu. Kırmızı montlu taksici durmadan konuşuyordu. “Geçen çağırdılar okuldan, gittim. Müdürün odasına çıktık. Müdür dediysem gencecik bir oğlan. Ahmet Bey dedi, Mete’yi teneffüste tuvalette sigara içerken yakaladık. Öyle deyince bir utandım ki sorma. Ben bu hayatta bir öğretmenlere, bir de doktorlara saygı duyarım abi. Birisi hayat kurtarır, diğeri hayat verir. Ben de o yaşlarda sigaraya başlamışım. Babamın dükkânında çalışıyorum. Dükkânın arkasında gizli gizli sigara içiyorum… “ Kitabı kapattı. Buğulanmış cama işaret parmağıyla bir kare çizdi, eliyle boyadı. Şehrin çirkinliğine daha fazla dayanamayan gece ince fırça darbeleriyle gökyüzünü boyamaya başlamıştı. Kar taneleri git gide büyüyor, büyüdükçe hantallaşıyordu. Kırmızı montlu taksici anlatmaya devam ediyordu. Taksi, Evkaf Apartmanı’nın önüne gelince durdu. “Burası,” dedi şoför. “Abi kafanı şişirdiysem kusura bakma.” Bir söz, bir cümle, bir estağfurullah bekliyordu. Beklediği cevabı, Rıfat bavulunu aldıktan sonra kapıyı hızlıca kapatarak verdi. Nuran-Arif Tok yazan zile bastığında taksici içinden okkalı bir küfür etmişti bile. “Kim o?” dedi hoparlör. “Benim, Rıfat.” Merdivenleri çıkarken elindeki kâğıda baktı. Üçüncü kat, dokuz numara. Apartman arap sabunu kokuyordu. Kapının önünde ayağında kedi şeklinde terlikleriyle dikilen küçük kızı gördü. Buse olmalıydı. Arkasında on üç-on dört yaşlarında ergen bir çocuk. Bu da Mert olmalıydı. Onun arkasında ellerinde köftelik kıyma, üzerinde çizgili önlük, saçlarını arkadan toplamış bir kadın. Bu kesinlikle Nuran’dı. “Hoş geldin,” dedi Nuran “Gir gir, ayakkabılarını içerde çıkarırsın. Koy şöyle bavulu, yerleştiririm ben odaya.” Bavulunu ayakkabılığın yanına koydu, ayakkabısını çıkardı, paltosunun iç cebinden kitabını çıkarıp bavulunun üzerine bıraktı. Nuran “Şöyle salona geç,” dedi, eliyle sağdaki kapıyı göstererek. Pervazıyla duvar arasına Bereket Duası sıkıştırılmış kapıdan geçerken burnuna patates kızartmasının kokusu geldi. İki tekli koltuk, bir ikili, bir tane de üçlü koltuk televizyonu görecek şekilde özenle yerleştirilmişti. Köşede normal zamanlarda dört, açılınca on iki kişiye kadar çıkabilen yemek masası vardı. Masanın hemen yanında ceviz ağacından yapılan büfede bayramlarda ve özel misafirlerde çıkarılan yemek takımları, kristal şarap bardakları, anneler gününde çocukların aldığı Arçelik mutfak robotu, hediye gelen ve geldiği gibi hediye gidecek olan borcamlar, tabaklar, çanaklar, bardaklar, küllükler, ne olduğunu çok anlaşılmayan porselen, mika süsler bulunuyordu. Koltukların ortasında dikdörtgen bir sehpa, sehpanın üzerinde spor sayfasından katlanmış gazete, kalın çerçeveli bir gözlük, kırmızı renkli cam kâse, kâsenin içerisinde plastik meyveler -portakal, muz, kenarı ısırılmış elma, birkaç tanesi koparılmış üzüm salkımı- hepsinin altında beyaz dantel bir örtü seriliydi. İki tekli koltuk arasındaki kalorifer peteğinin önündeki yer minderi aklına annesini getirdi. “Nasıl geçti yolculuk?” dedi Nuran. “Rahat geldin mi?” “İyi geçti,” dedi Rıfat, gözleri seneler sonra geldiği abisinin evinin içinde dolaşmaya devam ederken. Çocuklar meraklı gözlerle ilk defa gördükleri amcalarına bakıyordu. İlk hamle ondan gelmeliydi. Sonra her şeyi sorabilirlerdi. Fakat bir türlü beklenen hamle gelmiyordu. Rıfat’ın evi tarayan bakışları Buse’yle Mert’te sonlanınca, Nuran çocuklarına gururla bakarak; “Büyümüşler değil mi amcası?” “Büyümüşler,” dedi Rıfat ilgisizce. “Kaç sene oldu tabii,” dedi Nuran, “En son babam öldüğünde gelmiştin -babam dediği kayınpederiydi- Buse iki, Mert altı yaşındaydı.” Yedi sene olmuş, dedi kendi kendine Nuran. Daha dün gibi hatırlıyordu her şeyi. Geçen yılları düşündü. Düğününü, Mert’in doğuşunu, Rıfat’ın çekip gitmesini, Arif’le kavgalarını, evdeki huzursuzlukları, çocukların büyümesini, yüzündeki kırışıklıkları, saçına düşen beyazları. Kasıkları ağrıdı. Yaşlanıyordu. Ölecekti. “Annem nerede?” diye sordu Rıfat. Rıfat’ın sorusuyla, unutkanlık koşarak Nuran’ın anılar odasına girdi, çabucak bütün çekmeceleri kapattı, kapıyı kilitleyip çıktı. “Uyuyor,” dedi Nuran “Artık hep uyuyor Rıfat. Doktor, ilaçlar uyku yapar, uyandırmayın, ne zaman kalkarsa o zaman yemeğini verirsiniz dedi. Biz de uyandırmıyoruz hiç. Senin geleceğini duyunca çok sevindi. Öyle mutlu oldu ki. İstersen uyandırayım, sen geldin ya bir şey olmaz.” Evlerine yatılı misafir gelen küçük çocuklara özgü sevinçle ayağa kalktı Nuran. “Uyusun,” dedi Rıfat “Kaldırmayın.” Nuran’ın sevinci kursağında kaldı. Geri yerine oturdu. Zaten çocuklara hiç ilgi göstermemişti. Kaç gündür amcalarını bekliyorlardı. Bir kere bile gülmedi çocuklara. Nasılsınız demedi. Hep böyle miydi? Rıfat’a baktı. Rıfat’ın bakışları duvarda asılı duran dağ evi tablosundaki çitlere takılıp kalmıştı. Bir türlü çitleri aşıp eve giremiyordu. Üzüldü. Kolay değil tabii. Yazık. Ölü gibi bakıyor baksana. Neyse birkaç güne alışır. “Ben yemeği hazırlayayım o zaman,” dedi. “Birazdan Arif de gelir.” Ücreti asgari sevgi, mesleği ev hanımlığı olan her kadının iş yerine, mutfağa gitti. Buse koltukta heykel gibi kıpırdamadan durmuş, gözlerini Rıfat’ın gözlerine dikmişti. Mert gazetedeki sporculara tükenmez kalemle bıyık, sakal yapıyordu. Rıfat sıkıldı. Ayağa kalktı, pencereye doğru yürüdü, tülü araladı. Buğulanmış cama işaret parmağıyla bir üçgen çizdi, eliyle boyadı. Dolunay onu görünce utangaç bir kız gibi bulutların arkasına kaçtı. Sokak lambasının ışığında lapa lapa yağan karı seyretti bir süre. Bir şeyler düşündü, bir şeylere karar verdi. Tülü çekti. Buse yerinden hiç kalkmamış, kendisine bakmaya devam ediyordu. “Babaanneniz hangi odada yatıyor?” Mert ergen atılganlığıyla cevap verdi “Arka odada, göstereyim mi?” “Göster.” Kapının kolunu yavaşça aşağıya indirdi, küçük adımlarla içeri girdi. Yatağı pencere kenarındaydı. Oda yün çorap, naftalin ve huzur kokuyordu. Başında kenarlarına iğne oyasıyla pembe, yeşil çiçeklerin işlendiği beyaz bir yemeni, üzerinde boğazına kadar çektiği mavi atlas yorgan vardı. Yüzüne nar tanelerinin pembeliği yayılmıştı. Ak saçları tülbendin altından alnına dökülmüştü. Hafif yan dönmüş, hırıltılı bir şekilde nefes alıp veriyordu. En son üç sene önce görmüştü. Figen almıştı gardan, sürpriz yapmışlardı. Figen’i çok severdi. Vedat’ı da severdi. ‘Bu çocuk hep gülüyor Rıfat, beni de güldürüyor.’ Pikniğe gitmişlerdi göl kenarında. Annesiyle birlikte tekneye binip gölde dolaşmışlardı. Vedat ve Figen gülümseyerek kendilerine kıyıdan el sallamıştı. “Annem nasıl?” “İyi değil.” “Gelecek misin?” “Bilmiyorum.” “Saçmalama Rıfat, ne yapacaksın orda tek başına. Hem evden de çıkmışsın.” “Kim söyledi?” “Kim söylediyse söyledi. Gel buraya, küslüğü bırak. Yoksa ben gelicem seni almaya.” “Annem çok mu kötü?” “Kötü işte.” “Geliyor musun, ben mi geleyim?” “…” “Rıfat orda mısın?” “Geliyorum…” Yuvasından düşen bir kırlangıç yavrusunu avuçlarının arasında tutup okşar gibi, parmaklarını annesinin yüzünde gezdirdi. Yumuşacıktı. Sıcaktı. Eğildi. Yanağını yanağına değdirdi. Nefesini içine çekti. Pembe yanağına küçük bir öpücük kondurdu. Geldiği gibi sessizce çıktı odadan. * * * Arif’in alnı daha da açılmış, saçlarındaki beyazların sayısı bir hayli artmıştı. Göbeği artık kendisinden bir adım öndeydi. Göz kapaklarının altı ve gıdısı sarkmış, yüzündeki keskin sert çizgiler dağılmaya, yumuşamaya başlamıştı. Huysuzlaşmış, her şeye karışır olmuştu. Yaşlanıyordu. Git gide babasına benziyordu. Galiba insan bu hayatta en çok benzemek istemediklerine benziyor diye düşündü Rıfat. Yemek boyunca asıl konu hariç her şeyden biraz konuştular. Annesinin rahatsızlığından, artık çok yapacak bir şey olmadığından, akrabalardan, Arif’in yeni aldığı arabadan, geçen yıl güvenlik görevlisi olarak işe soktuğu kuzenleri Şaban Murat’tan, bu sene kışın sert geçtiğinden, benzine gelen zamdan, seçimlerden, bölüme yeni gelen müdireden, kendisine memur gibi davrandığından, oysaki senelerdir orda olduğundan, aslında kendisinin müdür olması gerektiğinden, bir gün dayanamayıp patlayacağından… Masadan kalkarken “Oturma odasına geçelim,” dedi Arif. Holde mutfakta çayı hazırlayan Nuran’a seslendi, “Çayları oturma odasında içeriz Nuran.” Karşılıklı yerleştirilmiş bordo renkli iki çekyattan sağdakine oturdu Rıfat. Arif karşısına oturmadan önce camı araladı. Gecenin soğuğu içeri sızmaya başlarken Nuran elinde tepsi, tepsinin üzerinde iki çay bir kül tablasıyla odaya girdi. Arif zigon sehpadan en küçüğünü alıp, çekyatların ortasına koydu. Nuran tepsiyi sehpanın üzerine bıraktı. “Çay bitince seslenirsiniz.” Odadan çıktı. Halden anlıyordu. Merak etmiyordu. Nasıl olsa konuştuklarını yatmadan önce anlatacaktı Arif. Birçok evli çift gibi Arif-Nuran çiftinin de karıkoca olduklarını hatırladıkları, sevgiyi paylaştıkları, sohbet ettikleri, çocukları ve kendileri için önemli kararlar aldıkları, tartıştıkları, barıştıkları, kur yaptıkları yegâne zaman dilimi uyumadan önce yatak odasında geçirdikleri on dakikaydı. Altınoluk’ta yazlık alan Sabahattin’lerin bir memur maaşıyla nasıl yazlık aldığı, daha geçen yıl İstanbul’a gelen Mehmet Alilerin bu kadar kısa zamanda nasıl evinin, arabasının olduğu, Nuran’ın büyük mutfak isteği, yazın tatile nereye gidecekleri, koltukların çok eskidiği ve artık değiştirmeleri gerektiği, Arif’in iş yerindeki yalakaları, mahallenin dedikoduları, karşı apartmana taşınan doktoru, Nuran’ın Mert’in odasında bulduğu porno dergileri, altınları bozdurup Buse adına bankaya yatırmayı, yazın çocukları alıp bir ay annemlere gideyim diyorum Arif’i, siyatiğim çok azdı Nuran’ı ve daha birçok şeyi bu uyumadan önceki on dakikada konuşurlar, birçoğunu o gece sonuçlandırır diğerlerini de evlilikleri bitmesin diye diğer gecelere bırakırlardı. Arif gömleğinin cebinden sigara paketini çıkarıp, içinden iki tane aldı, birini Rıfat’a uzattı. Ne zaman önemli bir şey konuşacak olsa sigarayla girerdi söze. Sigarasından bir nefes alıp, çayını karıştırırken sordu. “O ne yapıyor?” O dediği eski karısıydı. Figen. “İyi.” “Bitti mi şimdi her şey?” Bitti mi dediği boşanmasıydı. “Bitti.” “O adam?” O adam dediği karısının şimdiki sevgilisiydi. Vedat. Rıfat’ın on beş senelik arkadaşı. “Birlikteler.” Arif daha soru sormadı. Birkaç dakika karşılıklı sustular. Rıfat’a kalsa sessizlik bütün seslerden iyiydi ama Arif daha fazla sabredemedi, senelerdir biriktirdiği bütün kızgınlığı, kırgınlığı ağzının içinde çoğalttı, tükürdü. “Sana demiştim değil mi?” dedi, söyledikleri seneler sonra doğru çıkan ağabeylere mahsus sesiyle. Arif konuşurken Rıfat, çay bardağında döne döne yüzen iki tane çay çöpünü seyrediyordu. “O kız sana göre değil. Evlilik için erken. Tek başına başka bir şehirde yapamazsın diye. Ama sen bizi dinlemedin Rıfat. Çektin gittin. Ne için? O…” Orospu diyecekti son anda tuttu kendini. Ne de olsa eski karısıydı. “O, ahlaksız için!” Madem gelmişti eve, tüm bunlara katlanacaktı. Biliyordu böyle olacağını. Çay çöpleri okyanusun ortasında fırtınaya yakalanmış iki yelkenli gibi çaresizce çırpınıyorlardı suyun üzerinde. “Peki o ne yaptı!? Arkadaşım dediğin…” Ona küfür edebilirdi. “Orospu çocuğuyla seni aldattı!” Cümlesinin bitmesiyle Arif kendisi aldatılmış gibi büyük bir öfke duydu Figen’e. Ağzının içi en acı küfürlerle doluydu ama Rıfat üzülür diye sadece, “Günah lan! Çok büyük günah!” diyebildi. Rıfat’a baktı. Rıfat dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi ciddiyetle çay kaşığıyla bardaktaki çöpleri alıp, tabağın kenarına koyuyordu. Daha da öfkelendi. Biz ne konuşuyoruz, bu ne yapıyor. Çocuk gibi çay çöpüyle oynuyor. “Bizi dinleyip gitmeseydin bunların hiçbiri olmayacaktı Rıfat! Ne senelerce abinle, babanla küs kalacaktın, ne o ahlaksızla evlenecektin, ne de şimdi bu halde olacaktın! Böyle işsiz, güçsüz, evsiz, boşanmış!” Rıfat çay bardağından gözlerini kaldırıp abisine baktı. Gözlerinde öfke olsa Arif aynı öfkeyle cevap verecekti. Hazırdı. Af dilese, abi bir yanlış yaptım dese, özür dilese, affedecekti. Yahut ona göre bir şey söyleyecekti. Ama bakışlarında hiçbir şey yoktu. Boş, anlamsız, insanın içinden geçip giden bakışlardı bunlar. Bu gözler karşısında Arif ne söyleyeceğini, ne yapacağını bilemedi. Rıfat sehpadaki paketten bir sigara aldı, yaktı. Acaba çok mu ileri gittim, diye düşündü Arif. Söylediklerine pişman oldu. Ahh şu dili yok muydu? Aklından geçeni hemen söyleyiverirdi. Keşke öyle söylemeseydim. İlk günden kırdım kalbini. Üzüntüsü kendine yetiyor, bir de benim söylediklerime bak. Kolay mı, insanın karısının arkadaşıyla yatması? Nuran böyle bir şey yapsaydı. Kimle? Mesela Sait’le. Öldürürüm herhalde ikisini. Rıfat gibi sakin olamam. Bir tuhaf oldu. Çok zor. İçine atıyor zavallı. Tüm bunlar olurken bir gün bile aramamıştı. Kudret arayıp haber vermese arayacağı da yoktu. Hep böyleydi zaten. Başına ne gelirse gelsin asla söylemezdi. Kendisini suçladı. Sen evden kov, senelerce ilgilenme, arama, sorma. Daha fazla konuşup üzmek istemedi. Konuyu beceriksizce kapattı. “Neyse, her şey geride kaldı,” dedi. “Buradasın artık. Bundan sonra hep birlikteyiz.” Yanına gelip oturdu. Elini omzuma attı, hafifçe sıktı. “Sıkma canını, her şeyi halledeceğiz.” Rıfat Arif’e baktı, “Annem uyuyor mu hala?” Arif Rıfat’ın birdenbire konuyu değiştirmesine şaşırdı. “Uyanmamıştır,” dedi, “Uyanmış olsa Nuran söylerdi. Ben bir bakayım yine de.” Ayağa kalktı, odadan çıkarken bavulunun üzerindeki kitabı gördü. Kitabı aldı, kapağını inceledi, arkasını çevirdi, arka kapağındaki yazıyı okudu, yarısında sıkıldı, bıraktı. “Güzel mi?” “Güzel,” dedi Rıfat
Sinan Sulun – Karahindiba
PDF Kitap İndir |