Pablo Neruda – Şiirler

Bu konferans, 1954’te PabloNeruda tarafından Şili’nin Santiago Üniversitesi’nde verilmiş ve Buenos Aires’te çıkan Capricornio dergisinin Haziran – Temmuz 1954 tarihli 6. sayısında yayınlanmıştır. Gerçeğe ulaşmak için anlatmak, yine anlatmak… sular ve bitkilerle, ormanlar, kuşlar ve köylerle ilgili bu öyküye böyle başlamalıyım; çünkü şiir budur, en azından benim şiirim budur. Ama her şeyden önce şunu bilmenizi isterim: bu salonda kendisini sıkıntı içinde hisseden biri varsa, o da benim. Üstelik yalnızca kendimden söz etmek zorunda kalışımdan değil… Şair yüreği, herkeste olduğu gibi, yaprakları kesilmekle tükenmeyecek bir enginara benzer. Ancak bu yapraklar eti ve kemiğiyle kadınlara, gerçek aşklara ve düşlere yataklık etmekle kalmaz, ayrıca yaşama arzusu ve gururla işlenmiştir. Biraz olsun gururlu olmayan, gerçek anlamda şair değildir. Kitabı yayınlanmamış büyük bir şair olamayacağı gibi… Madem ki benden isteniyor, bu gurur yapraklarını birer birer koparacak, sizlerle birlikte harcayacağım. Dilerim, bu en sonunculardan biri olsun ve tüm geride kalan, yüreğimden söküp atacağım öteki yapraklar, gökte ya da yerde, birer bitki gibi kendilerini saf bir biçimde yeniden üretsinler. İşte bu, şiirin ta kendisidir. Benim dedem ve ninem Parral bölgesine gelip orada yerleşmişler, sonra bağcılıkla uğraşmaya başlamışlar. Ekecek fazla bir toprak edinememişler ama, bir sürü çocukları olmuş. Zaman ilerledikçe bu aile, doğan çocuklarla büyüdükçe büyümüş. Sürekli olarak şarap üretmişler; sert, buruk, su katılmamış ve rafine edilmemiş bir şarapmış bu. Sonra her geçen gün yoksullaşmış, topraklarını terk edip göç etmişler, derken merkezi Şili’nin tozlu topraklarına, orada ölebilmek arzusuyla geri dönmüşler.


Benim babam, başka iklimlerin insanı olmasına karşın, Temuco’da öldü. Orada, dünyanın üzerine en fazla yağmur düşen mezarlıklarından birinde gömülüdür. Kötü bir çiftçi, Talcahuano barajında da orta karar bir işçi oldu, ama demiryolu işçiliğinde iyiydi. Gerçek bir demiryolcuydu o. Annem, geceleri Temuco garına giren ya da çıkan tüm trenler arasından, babamınkini kolayca ayırdedebilirdi. Balast trenlerinin ne menem bir şey olduğunu bilen azdır. Büyük fırtınaların hüküm sürdüğü güneyde, eğer traversler arasına düzenli olarak çakıllar döşenmeyip, en küçük ihmale meydan vermeden özenle çalışılmasaydı, sular rayları önüne katıp sürüklerdi. Çakılı taş ocaklarından düz vagonlar üzerinde çekip getirmek ve küfelerle indirmek gerekiyordu. Bundan kırk yıl önce, bu tür bir trenin ekibi, kuşkusuz, olağanüstü olmalıydı. Bu ekip taş kırmak üzere ülkenin en uzak köşelerine gitmek zorundaydı. La Empresa’nın verdiği ücretlerse açınılacak düzeydeydi. Balast trenlerinde çalışanlar geçmiş yaşamlarıyla bağlarını koparmak durumundaydı. Ekip, güçlü kaslarıyla dev gibi işçilerden oluşuyordu. Kırsal kesimden, çevre bölgelerden, cezaevlerinden geliyordu bu adamlar. Babam trende ekip şefiydi.

Komut vermeyi ve komutlara uymayı öğrenmişti. Bazen beni okuldan alır, ben de onun peşisıra balast trenine binerdim. Boroa’da, “La Frontera” adıyla ünlenen ve İspan-yollarla Arokanlar arasında korkunç savaşlara sahne olan bölgenin merkezindeki ormanlık alanda taş kırardık. Orada, doğa bana bir tür sarhoşluk veriyordu. On yaşlarında kadardım, ama çoktan şair olmuştum. Bir tek dizem bile yoktu henüz, ama kuşlar, böcekler ve keklik yumurtaları ilgimi çekiyordu ya, bu yeterdi. Bunları, çelik gibi m Buradaki beyaz kılıflarla örtülü ve sonradan bir yangında tümüyle yanıp kül olan mobilyaların bir benzerini daha sonra hiçbir yerde görmedim. Bu salonda, aile fotoğraflarının yer aldığı bir albüm vardı. Bu fotoğraflar, sonraları La Frontera’da her yanı kaplayan çok renkli, büyütülmüş o ürkünç resimlerden çok daha güzel ve çok daha değerliydiler. Yine o odada, benim doğumumdan çok kısa bir süre sonra Parral’da ölen annemin bir portresi bulunuyordu. Karalara bürünmüş, narin ve düşünceli bir kadın görünümü veriyordu bu resim. Bana onun şiir yazdığını söylemişlerdi, ama bu güzel portre olmasaydı, onunla ilgili hiçbir şey göremeyecek, bilemeyecektim. Babam evliliğinin ikinci yıldönümünde, üvey annem Dona Trinidad Candia’yla evlenmişti. Çocukluğumun koruyucu meleğini bu adla anmak bana anlamsız geliyor. Hamarat ve sevecendi, köylülere özgü bir sağduyusu, etkin ve sınırsız bir iyilik anlayışı vardı üvey annemin.

Babamın eve geldiğini görür görmez, o dönemin ve o bölgenin tüm kadınları gibi, uysal bir gölgeye dönüşüyordu. Evdeki sandıklardan biri, insanı etkileyen eşyalarla ağzına kadar doluydu. Dibinde, harika bir yapma papağan parıldıyordu. Annemin bu kutsal sandığı karıştırdığı bir gün, papağana ulaşayım derken kafa üstü içine düşüverdiğimi anımsıyorum. Yaşım ilerledikçe, arasıra gizlice sandığı açar oldum. İçinde ele bile gelmeyecek küçüklükte, çok güzel yelpazeler görüyordum. Bu sandıkla ilgili unutamadığım bir başka anım daha var: Sandıktaki, beni derinden etkileyip coşturan, okuduğum ilk aşk romanı diyebileceğim yüzlerce kartpostal… Hepsi de Albert mi yoksa Henri mi, artık anımsamıyorum, biri tarafından imzalanmış ve Maria Thielmann’a yazılmıştı. Bu kartlar olağanüstü güzellikteydiler. Çoğunun üzerinde dönemin en ünlü aktrislerinin portreleri görülüyordu. Kiminin bir kenarına bir tutam saç iliştirilmişti. Ayrıca şato, kent ve uzak bölgelere ait manzara resimleri de vardı. Yıllar boyu kendimi yalnızca bu resimlerle avuttum. Daha sonraları, son derece kusursuz ve düzgün yazılmış bu mektupları okumaya başladım. Sözkonusu çapkını uzun süre hep, melon şapkası, bastonu ve kravatının üzerindeki pırlanta iğnesiyle düşündüm durdum. Ancak, bu gezgincinin yeryüzünün her köşesinden yolladığı bu kartlar, şiddetli bir tutkuyu ele veriyordu.

Hayranlık uyandıran tümcelerle, aşktan kaynaklanan kör bir cesaretle doluydu. Benim de Maria Thielmann’a tutulmam fazla zaman almadı. Onu, başkalarına tepeden bakan, incilerle bezenmiş bir aktris olarak hayal ediyordum. Ama bu kartlar nasıl olup da üvey annemin sandığına kadar gelmişlerdi? Hangi meçhul tanrıça, bu değerli hâzineyi öylece terk edebilmişti? Bunları hiçbir zaman öğrenemedim. Lisedeki çocuklar ne benim şair olduğumu biliyor ne de bu duruma saygı gösteriyorlardı. La Frontera, Far West’in bu oldukça şaşırtıcı özelliğini taşıyordu işte: İnsanların önyargısı yoktu!. Arkadaşlarımın Schanake, Scheler, Hauser, Smith, Taito, Serani gibi adları vardı. Ama istersek Aracenes, Reyes ya da Ramirez gibi adlar taşıyalım, hepimiz eşittik yine de… Basklı kimse yoktu aramızda. Sefararditler: Albala, Franco; İrlandalIlar: Mc Guyntiler; Polonyalılar: Yanichewski gibi adlara da rastlanmaktaydı. Arokan adlarıysa bir ışık gibi, ama loş bir ışık gibi parıldayarak hemen kendisini belli ediyordu. Orman ve ırmak kokuyordu bu adlar; Melivilus, Catrileos vb. Okulun büyük hangarında meşe plamudu kavgaları yapardık. Bunun ne denli acı verdiğini ancak başına gelen bilir. Irmağın hemen yanıbaşındaki liseye, ceplerimize cephane doldurup öyle girerdik. Ben pek yetenekli değildim, güçlü ve kurnaz da sayılmazdım doğrusu.

En acı darbe bana rastgelirdi hep. Tam yeşil, cilalı meşe palamudunun göz kamaştırıcı güzelliğine, pürtük pürtük ve gri renkli kapçığına dalmış, beni büyüleyen çubuklardan olanca beceriksizliğimle bir tane de ben yapmaya çabalarken, bir meşe palamudu yağmuru kafamda patlayıverirdi. İkinci sınıfta, koyu yeşil su geçirmez bir şapka takmak aklıma geldi nedense. İster bu şapka olsun, ister Kastilya tarzı kolsuz giysi ve yine trenlerde haberleşmeyi sağlayan yeşil ve kırmızı fenerler olsun, benim için çekici olan her şey babamındı ve ben aklım erdiği günden başlayarak, arkadaşlarımın yanında hindi gibi kabarabilmek için, tüm bunları okula götürüyordum… Bu keresinde yağmur dizginsizce yağıyordu, ama yine de tıpkı papağana benzeyen bu yeşil muşamba şapka kadar garip bir şey olamazdı. Zincirden boşanmış üçyüz delinin hoplayıp zıpladığı hangara girmemle birlikte, şapkam gerçek bir papağan gibi havalarda uçmaya başladı. Peşinden koşturuyordum, ama tam elimi üstüne koyacakken, duyup duyabileceğim en sağır edici ulumalar arasında, yeniden havalanıyordu. Bir daha onu hiç görmedim. Daha sonra yavaş yavaş şiirim korumaya başladı beni. Lisede bir kutup soğuğu hüküm sürüyordu. Şimdilerde yeni Temuco Lisesi’nde okuyan çocuklar nasıl titriyorsa ben de kırk yıl önce böylesine, soğuktan donuyordum. Şimdi kocaman pencereleriyle büyük modern bir yapı kurdular, ama ısıtmayı unuttular. İşte orada, La Frontera’da her iş böyle yürür… Benim dönemimde, adam olmayı bilmek gerekirdi. Bunun için fırsatlar da başımızdan eksik olmazdı. Güneyin yaşken kesilmiş ağaçlarından çarçabuk dikilmiş çinko damlı evler harap durumdaydı. Sonu gelmez güçlü yağmurlar, çatıda bir müzikti sanki.

Bazen karşımızdaki ev, sabah uyandığında çatısını üstünde göremezdi: Fırtına onu kaldırıp ikiyüz metre öteye fırlatmış olurdu çünkü… Caddeler çamur deryasıydı. Yük arabaları batağa saplanıp kalırdı. Patikaları izleyerek, o taştan bu taşa atlaya atlaya, soğukta ve yağmur altında, okula gider gelirdik. Rüzgâr, yağmuru alıp götürürdü daha sonra. Yağmurluklar pahalıydı, eldivenler hiç hoşuma gitmezdi, ayakkabılarımsa su alıyordu. Mangal kenarında ıslak çoraplarımı kurutuşumu ve küçücük lokomotifler gibi buram buram tüten sayısız ayakkabıyı her zaman anımsayacağım. Tüm bunlardan sonra, en yoksulların yaşadığı ırmak kıyısındaki köyleri basıp önüne katan seller geliyordu. Toprak da sarsılmadan edemezdi: sık sık deprem olurdu. Bazen de sıradağlar yüreklere korku salan bir ışık demetiyle aydınlanırdı: Llaima yanardağının uykudan uyandığının belirtisiydi bu. Ama kuşkusuz, en berbadı yangınlardı. 1906 mı, 1907 mi, artık tam olarak bilemiyorum, Temuco büyük yangınının çıktığı yıldı. Evler kibrit kutusu gibi yanıyordu. Yirmidört ada ev yanıp kül oldu. Sağlam kalan bir şey yoktu ama, güneyliler çarçabuk ev yapmayı iyi biliyorlardı. Bu, becerebildikleri tek şeydi.

Pek güzel yapmıyorlardı, ama yine de yapıyorlardı işte. Her güneyli, yaşamı süresince üç ya da dört büyük çapta yangına tanık olmuştur. Benim belki de en eski anım, ikinci ya da üçüncü kez yanan evimizin karşısında oturduğum günküdür.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir