İsmet Özel – Cuma Mektupları 3

Bazı soruların âşikâre cevapları yeterince âşikâr değildir. Eğer “Türkiye’yi kimler yönetiyor” sorusunun cevabını vermek kastıyla ülkemizin yönetim kademelerini işgal eden zevatın adlarını bir bir sıralayacak olursanız, bu cevaptan hiç kimse tatmin olmayacaktır. Bilmek istediğimiz yöneticilerin hangi özelliklerle donatılmış olduklarıdır. Bu özellikler dolayısıyla Türkiye’nin şöyle değil de böyle yönetildiğini anlayacağımızı umarız. Aslına bakarsanız bir ülkeyi yönetenlerin her özelliği o ülkenin ne türden yönetimle yüzyüze geldiğini açıklamaya yetmeyecektir. Çünkü bir ülkenin yönetimi tarihî ve sosyal birçok belirleyicinin muhassalası olarak karşımıza çıkar. Yıllar önce Nikita Kuruşçef yürüttüğü saldırının hızıyla Josef Stalin hakkında “aptal” sıfatını kullanmış ve bu ifade Çin devlet adamları tarafından tepkiyle karşılanmıştı. Çinlilere göre Stalin’e aptal demek, sosyalist bir ülkenin otuz yıl bir aptal tarafından yönetildiğini söylemekti. İnsanların hassasiyeti yere ve zamana göre değişiyor: Sosyalist bir ülkenin çelik yumrukla otuz yıl yönetilmesi değil de bir aptal tarafından yönetilmesi bir zamanların hassasiyetiydi. Günümüz dünyasında yönetim bakımından hassas olunan husus tersine dönmüş görünüyor: Bir ülkenin bir aptal veya bir dahi tarafından yönetilip yönetilmediğine pek aldıran yok, insanların hassasiyeti yönetimin çelik yumruk sayesinde yürütülüp yürütülmediğinde yoğunlaşıyor. Türkiye sözkonusu olduğunda ise durumun belli başlı ülkelerdekinden mahiyet farkı arzettiğini görüyoruz. Türkiye’de yaşayan insanlar dünyadaki olaylarla, kendi ülkelerinin yönetiliş biçimiyle yakından ilgili oldukları halde ülkeyi yöneten zevatın niteliği, kişilik özellikleri bakımından yeterince “hassas” değildir. Bu yüzden Türkiye’de yaşayan insanların ülke yöneticilerinin çelik yumruğuna karşı mı yoksa onların zekâ seviyelerine karşı mı hassasiyet içinde olduklarını keşfetmeye kalkışmak abesle iştigal olur. Türkiye’de yaşayan insanların yönetime karşı duyarsızlığının iki esas sebebi var: Birinci sebep tarihten devralınan özelliktir ve yönetim tarzının tarih içinde oluşmuş karakterinin günümüze yansımasına ilişkindir. İkinci sebep şu andaki yönetici kadronun yöneticilik mevkiine erişmek için hangi vasıflarını ön plana çıkardıklarına bağlıdır.


Her iki sebebi sırasıyla anlamaya çalışalım. Modern devlet teorilerini anlamak isteyenlerin vazgeçilmez önemde saydıkları Machiavelli’nin ünlü eseri Hükümdar’da Türkiye ile ilgili olarak şu satırları okuyoruz: “Bir hükümdar ve onun kulları tarafından yönetilen devletlerde hükümdarın yetkileri çok büyüktür. Ülkenin her yerinde ondan başka bir egemenlik sahibi görülmez. Bakan ya da memur sıfatıyla başkaları bu egemenliği kullansa bile halkın onlara karşı özel bir bağlılığı yoktur.” “Bu iki çeşit yönetimin günümüzdeki (yani 16. yy. başları) örnekleri Türk padişahı ile Fransa kralında görülür. Türk hükümdarlığı tek bir padişah tarafından yönetilir. Diğerleri kapıkullarıdır. Padişah ülkesini sancaklara ayırmış ve oralara valiler tayin etmiştir. Padişah valileri istediği zaman istediği biçimde değiştirebilir. Fransa kralı ise kalabalık bir soylular sınıfı ile kuşatılmıştır. Bu soyluların kendilerine bağlı uyrukları ve ayrıcalıklı durumları vardır. Kral onların bu ayrıcalıklarını -kendini tehlikeye atmadanellerinden alamaz.” “Bu iki çeşit yönetim biçimi incelenirse, Türk hükümdarlığının ele geçirilmesinin çok güç, fakat bir kez ele geçirilirse onu elde tutmanın ise çok kolay olduğu görülür.

Buna karşılık, Fransa krallığını ele geçirmek kolay fakat onu elde tutmak çok güçtür.” “Türk hükümdarlığını ele geçirmekteki güçlük şuradan doğar. Saldırmak isteyen devleti bu ülkeden çağıracak beyler olmadığı gibi halkın ayaklanması da umut edilemez. Çünkü herkes padişahın kulu olduğu için onları baştan çıkarmak güçtür. Baştan çıkarılsalar bile bu fazla bir işe yaramaz. Çünkü söylediğimiz sebeplerden dolayı halk onlarla birlikte hareket etmez. Osmanlı devletine kim saldırırsa onu birlik içinde bulacağını hesaplaması gerekir. Bu nedenle umudunu başkalarının iç karışıklığından çok kendi öz kuvvetlerine bağlamalıdır. Fakat bir kez yenik düşüp ordusu bozguna uğrayacak olursa hükümdar soyundan gelenlerin dışında kimseden korkmaya gerek kalmaz. Onlar da yok edilirse diğerlerinin halk katında saygınlıkları olmadığı için artık çekinilecek hiçbir kimse kalmaz. Zaferden önce onlardan bir şey umulmaması gerektiği gibi zaferden sonra da onlardan korkulması için sebep yoktur.” “Fransa gibi yönetilen devletlerde durum tümüyle farklıdır. Burada krallığın bazı beylerini elde ederek ülkeye kolaylıkla girilebilir. Memnun olmayanlar ve değişiklik isteyenler her zaman bulunur. Bunlar söylediğim sebeplerden dolayı size kapılarını açabilir ve zaferinizi kolaylaştırabilirler.

Fakat sonra buraları elde tutmak istediğiniz zaman, ister size önce yardım etmiş olanlar, ister zarar verdiğiniz kişiler olsun, sayısız güçlükler çıkarırlar. Hükümdarın soyunu ortadan kaldırmak yetmez. Geri kalan beyler hareketin başını oluştururlar. Bunların tümünü memnun etmek ya da öldürmek mümkün olmayınca da fırsat ele geçer geçmez savaşı kaybetmiş olursunuz.” (MACHIAVELLI, Hükümdar, çev. S. Bağdatlı, İst. 1985) Onaltıncı yüzyıldan bugüne ne çok şey değişmiş olursa olsun, kökleri Roma İmparatorluğu’nun Doğu ve Batı bölünmesine uzanan, Müslümanların emir-il mü’minin anlayışından olduğu kadar Osmanlı elitizminden ve barbarlığa mahsus demokrasiden etkilenerek günümüzdeki muhassalaya ulaşmış bulunan yönetim tarzımızın kalın hatları korunmuş görünüyor. Bunlardan biri tek adam yönetimine yatkınlıktır. Ülkemize bir zamanlar Enverland denildiği unutulmamalıdır. Tek adama tutunmanın İttihatçı versiyonu kolaylıkla Kemalist Türkiye’ye inkılâp etmiş ve bunu hem bilgin, hem kahraman olduğu iddia edilen Millî Şefin tekliği takip etmiştir. Kitaplarda 1950-60 yılları Demokrat Parti dönemi olarak anılsa bile Türkler bu zaman dilimine “Menderes devri” derler. Hatta bugün halkın ellibin liralık banknotlara “Turgut” adını takmasının bir zamanların “Mecidiye”leriyle karabeti belirgindir. Geçmişten devraldığımız ikinci kalın yönetim hattı Türkiye’de yaşayan insanların ülke dışındaki bir güçle müşterek bir harekete girişmekten titizlikle kaçınıyor oluşudur. Başka bir deyişle, Türkiye’deki herhangi bir muhalif güç odağının dışardan destekli olduğunu göstermek o unsurun ideolojik bakımından öldürücü darbeyi yemesine yol açmak anlamına gelir.

(Yönetimi ele geçirmiş olanın dışardan destekli olduğunu gösterdiğimiz zaman iktidar sahipleri için aynı tehlike doğmuyorsa bu, Türkiye’nin beynelmilel sahadaki yerinin irtifa kaybıyla ilgili bir husus). Ülkemizin insanları beğenseler bile dışardan bir gücün müdahalesini belâlı bulacaklar ve buna karşılık hiç beğenmeseler bile içerden bir gücün sultasına katlanmayı zorunlu bulacaklardır. Bu yüzden iktidarı ele geçirenler her fırsatta dış ve iç düşmanlardan sözetmeyi lehlerine işleyen bir söz olarak kullanacaklardır. Gerçekte Türkiye’de bir iç düşmandan söz etmek bir retorikten, bir lâf kalabalığından fazla birşey değildir. Türkiye’deki üçüncü kalın yönetim hattı, ilk ikisine paralel olarak şu şekilde çekilmiştir. Ülkemizin merkezi gücü karşısında muhtar yönetim odakları nasıl yoksa, muhtar kurumlar da hayat hakkına sahip değildir. Gerek kültürel, gerekse iktisadi faaliyet bir merkez çevresinde döner. Merkezden yönlendirilen kültür gücünü ülke çapında hissettirir. İktisadi güç merkezin tespit ettiği istikamet doğrultusunda büyüyebilir. İş dünyasının gerekleri yönetime biçim vermez, tersine yönetimin açtığı kanallar iş dünyasının sınırlarını çizer. Hangi kademede olursa olsun Türkiye’deki yönetici bu üç hattın çizdiği çerçeve içinde faaliyet gösterecektir. Tek adamın geçerliği, halkın yönetimle kendini özdeşleştirme eğilimi ve muhtariyetten mahrumiyet. Bu üç unsur Türkiye’de yönetimin atılımcı değil, durumu kurtarıcı karakterde olmasına hizmet eder. Bu yüzden, “Türkiye’yi kimler yönetiyor?” sorusu bir bakıma şöyle cevaplandırılacaktır: Türkiye’yi rahatça koltuğunda oturabilen insanlar yönetiyor. Ülkemizde yöneticilerin rahatlığı yeni bir merkezi düzenleme olmadığı takdirde yerlerinin teminat altında bulunduğunu farkediyor oluşlarındandır.

Yönetilenlerin başarısı yürütülmekte olan çalışmalara katkılarıyla değil, merkezi yönetimle uyumlu kalıp kalmadıklarıyla ölçüldüğünden Türkiye’de yaşayanların yönetimin attığı adımlara karşı hassas olmalarını gerektirmez. Nasıl olsa mekanizma şimdilik böyle işlemektedir ve sıradan insanların yapacakları yürürlükteki işleyişten azami faydayı temin etmeye, bu işleyişin vereceği hasardan mümkün olduğu kadar kaçınmaya matuftur. Yönetim alanında bileğinin hakkına güvenmek Türkiye’de geçerli bir kaide değildir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir