Metin And – 16. Yüzyılda İstanbul Kent – Saray – Günlük Yaşam

1927’de İstanbul’da doğdum, üniversiteyi bitirdiğim 1950 yılına kadar 23 yıl hep İstanbul’da yaşadım. Yazları da İstanbul’un çeşitli semtlerinde ama daha çok Boğaziçi’nde geçirdim. Daha sonra adresim Ankara oldu, ne var ki bir ayağım hep İstanbul’daydı. Bu bakımdan her İstanbullu gibi bu büyülü kenti çok sevdim. Burada da neredeyse âşık olduğum yer Süleymaniye Câmii’dir. Öyle ki, ne zaman bir deprem olsa ilk aklıma gelen soru: “Acaba Süleymaniye Câmii’ne bir şey oldu mu?” Bu sevgi ile dolu olarak İstanbul üzerine bir kitap yazmak istedim. Bu kitabın fikri 80’li yılların başında içime doğdu. Gene İstanbul’un daha doğrusu imparatorluğun en parlak dönemi 16. yüzyılı seçtim. Burada İstanbul’a 16. yüzyıldaki günlük yaşam bakımından yaklaşacaktım. Ama kitabın ana konusu bu olmakla birlikte Kent’e ve Saray’a da yer vermek istedim. Kitapta kaynak olarak yalnızca tanıkların anlattıklarıyla kendimi sınırladım, bir başka deyişle ikinci el kaynakları hiç kullanmayacaktım. Bunlar Fransızca, İngilizce, Almanca, İtalyanca ve İspanyolca tanıklıklardı. Üç tane de Türkçe kaynak kullanacaktım. Bunlarda verilen bilgilerin doğruluğu hiç kuşku götürmez. Çünkü bunları yazanlar daha çok krallarına, imparatorlarına genelde Türkiye’yi, özelde İstanbul’u tanıtıyorlardı. Verdikleri bilgilerin doğru olması gerekiyordu. Bu kitabın İstanbul’un güzelliğine uygun düşen bol resimlerle desteklenmesi gerekiyordu. 1959 yılında Viyana’da Avusturya Ulusal Kitaplığı’nda on gün boyunca çalışmıştım. Burada son günüm cumartesi idi, ertesi gün de Viyana’dan ayrılıyordum. İşte bu yarım günde üç önemli buluşum oldu. Kuşkusuz bilim dünyası bunları biliyordu, bunlar benim için bir buluştu. Büyük bir hızla bunların sayfalarını çevirdim. İlk 7 cilt, daha sonra Çarşı Ressamları adı altında incelemeye alacağım albümlerdendi. Ancak bunlar 4 cilt sayılır. Çünkü üç cilt daha önceki üç cildin kopyasıydı. Öteki iki cilt ise şahane resimlerin bulunduğu iki albümdü. Bunlardan 8626 no’lusu olağanüstü güzellikteydi. İkinci cilt (8615) resim sanatı bakımından zayıftı ama belgesel değeri büyüktü. Ben bunların sayfalarını çevirip notlar alırken yanımda oturan Balkanlar’dan bir Türkolog hanım çalışmasını bıraktı, göz ucuyla benim çevirdiğim sayfalara bakıyor ve notlar alıyordu, kimi de benden rica ediyor, biraz durmamı istiyor, notunu tamamlıyordu. Zamanla yarışmam kitaplığın kapanmasına kadar sürdü, ben de gerekli notları almıştım. Türkiye’ye dönüşümde Viyana’da oturan bir dosta yazdım, bunların mikrofilmlerini istedim. O yıllarda bu işler çok kolaydı. Bugün yazmaların sayfalarını çevirmek bile yasaklanmıştır. Yalnızca incelemek için mikrofilmlerine bakılıyor. Dostum kısa bir sürede üç makarada bunların negatif mikrofilmlerini gönderdi. Bunlara yapılmaması gereken, sonra da pişmanlık duyduğum bir işlem uyguladım: Bunları makasla ikişer, üçer karelik şeritler halinde kestim ve fotoğrafçıya da bunları kâğıda çektirdim. Bu resimleri çeşitli yazılarımda kullandım. Öyle ki bazı maddeler yazdığım Meydan-Larousse Ansiklopedisi’nde onların işine yarar diye gönderdim. Bunların Avusturya Ulusal Kitaplığı’ndan alındığını belirttiğim halde onlar bu resimlerin kaynağını Metin And Arşivi diye göstermişlerdi. Ayrıca bu resimleri ilgilendikleri konular bakımından dostlara da verdim. Bu arada çok sevdiğim dostum Prof. Halil İnalcık’ın 1973’te Amerika’da yayımlanan The Ottoman Empire adlı ünlü kitabı için bu resimlerden gönderdim. Bunlardan 32 resmi kitabına aldı. Bu kitabı 80’li yılların başında planlarken aklımda hep Viyana’daki iki albüm vardı, ama bu kez renkli olarak. Ankara’daki Avusturya Büyükelçisini tanıyordum. Bir gün konuyu ona açtım, kendisi bu konuda yardımcı olacağını söyledi. Mekanizmayı kurduk. Ben ona hangi resimleri istediğimi söyleyecektim, siyah beyaz örnekler verecektim, o da bunları gönderecekti. İlk gelen diaların boyu beni şaşırttı, bunlar çok büyük dialardı. 18×24’ten başlayarak orijinal resmin tam boyutlarındaydı. Her dianın 3 aylık kirası bin Avusturya Şilini’ydi. Eğer bu üç ayı bir gün geçirseniz dia başına 200 Şilin de ceza veriyordunuz. Bu Ankara-Viyana arasındaki trafik aylarca sürdü. Bu konuda büyükelçinin özel sekreteri benim yakından tanıdığım büyük bestecimiz Necil Kâzım Akses’in kızıydı. Bu trafikte onun da büyük yardımı oldu. Şimdilerde Halkbilim Profesörü Gürbüz Erginer, bilim dalındaki başarıları yanında teknik alanların hemen her dalında olağanüstü yetenekleri olan bir candan dosttu. Bu dev boyutlu diaları pencereye koyuyor, ayaklı fotoğraf makinesi ile kopyalarını çıkarıyorduk. Üç ayı beklemeden bir iki hafta içinde işi biten diaları geri gönderiyor, yenilerini ısmarlıyordum. Ancak bunların birinde çok zor durumda kaldım. Tokyo Üniversitesi beni bir yıllığına hem bir kitap yazmak hem de seminerler ve konferanslar vermek üzere Tokyo’ya çağırdı, ancak bir yıl değil üç buçuk ay kalabileceğimi söyleyerek kabul ettim. Yola çıkmama bir iki gün kala elçilikten yeni diaların geldiği haberini aldım. Bunların kopyalarını çıkarmamın olanaksız olduğunu, bunların büyükelçinin kasasında durmasını, Japonya’dan dönüşümde bunların kopyalarını alacağımı söylesem de kütüphane bunu kabul etmemişti, böylece bu parti diaların her biri için iki yüz Şilin ceza ödeyecektim. Bu da son partiydi. Bu Viyana diaları için bankadaki bütün birikimim erimişti. Bunları anlatmamın bir nedeni var, bunu da aşağıda açıklayacağım. Sıra başka albümlerin çekimindeydi. En önemli kaynaklardan biri Cambridge’deki Freshfield Albümü’ydü. Bu çok kolaydı. Ayrıca Almanya’da dört albüm vardı. 1987 yılında bir yarıyıl ders vermem için Almanya’ya Giessen’deki Justus Liebig Üniversitesi beni çağırdı. İki konuda ders verirken zamanım çok boştu. Sürekli seyahatler yaptım. Almanya’da Kassell, Coburg ve Bremen’deki albümleri inceleyip bunlardan da dialar sağladım. Ancak Dresden’deki bir albüme erişmekte zorlandım. Bir gün Bonn’dan Büyükelçimiz Oktay İşcen’den bir telefon geldi. Kendisi gençlik arkadaşımdı. Beni elçilikte verilecek bir akşam yemeğine davet ediyordu, gece üniversiteye dönmem güç olacağı için gece yatısına kalacaktım, ayrıca o gece bir de kısa bir sihirbazlık gösterisi yapmamı rica ediyordu. Yemekten sonra geceyi orada geçirdim, ertesi sabah kahvaltısında Doğu Almanya’daki elçimize telefon etmesini, ona bir mektup yazacağımı söyledim ve elçinin adını ve adresini istedim. Yazdığım mektupta büyükelçiden Dresden Albümü’ndeki resimlerin dialarını istiyordum. Yanıt birkaç hafta sonra geldi: Bunların diaları yalnız Doğu Almanya’da ikamet edenlere veriliyormuş. Türkiye’ye döndüğümde ikonografi üzerine engin bilgisinden yararlandığım Galeri Alfa’nın kurucusu dostum Marianna Yerasimos’a Dresden Albümü’nü anlattım. Onun hayat arkadaşı ve iş ortağı Ali Özdamar yanımızdaydı. Onun kız kardeşi Doğu Almanya’da oturuyormuş. Ona yazdılar, birkaç hafta sonra albümün bütün resimleri geldi. Yalnız çok uzun olan çeşitli geçit alayları çok küçük çıktı. Bu yeni baskıda bunları büyük göstermek için parçalara ayırıp ikişer sayfaya sığdırdım. Resimler ve metin tamamlanınca bunun dışarıda yayımlanması olanaklarını aradım. Renkli, hatta renksiz resimli kitapların yayımlanma olanağı yok gibiydi. Belki bu kitabı İngilizce olarak büyük kuruluşlar basar diye düşündüm. Çok değerli bir ressam olan Gürol Sözen’le konuşuyordum. O, aynı zamanda Akbank’ın kültür işlerini yürütüyordu. Akbank her yılbaşında bir kitap yayımlıyordu. Bana böyle bir kitabım olup olmadığını sordu. Ben yeni bitirdiğim bir kitabım bulunduğunu, yalnız metnin İngilizce olduğunu söyledim. Çok ilgilendi. İstanbul’a tekrar gidişimde kitabın dialarını ve kitabın içeriğini özetle gösterdim. Konuyu bir kurula götürmüş, çok beğenilmiş, yalnız bir de Türkçesini istediler; çeviri, en yapamadığım işlerden biridir. Kendimi zorladım ve yaptım. İki kitap aynı zamanda basılacaktı. Bu işi Türkiye’de en önde gelen kitap tasarımcısı Ersu Pekin’e verdiler. Gerçekten o bir virtüözdü, onunla sonra üç kitap daha hazırladık. Ersu’nun elinde bir kitap değerli bir nesne görünümü kazanıyor, elinizde tutmaktan belli bir tat alınıyor. Kitabın baskı aşamasında önemli bir sorun çıktı: İngilizce ve Türkçe metinlerin aynı uzunlukta olması gerekiyordu. Önce resimler basılıyordu, bunlar İngilizce ve Türkçe kitapların toplam sayısı kadar basılıyor, sonra da boşluklara metinler yerleştiriliyordu. Bu bakımdan her bölüm iki kitapta da aynı yerde bitmesi gerekiyordu. Bunun için acele İstanbul’a çağrıldım. Kitabın basıldığı matbaadan beni istiyorlardı. Ben de hemen gittim. Oradaki operatör beni bilgisayarın başına oturttu. Örneğin birinci bölümde İngilizcede üç satır fazla diyordu. Anlamı bozmadan üç satır çıkarıyordum. Uzun olan İngilizce metindi. Son bölümlerden birinde 16 satır fazlalık çıktı. Yarım saat kadar zorlandım, o da oldu.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir